Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
25 ŞUBAT 2018, PAZAR Denİz yücel SAYFA 9 Hayal hayattır Başka bir niyeti yoktu, şu büyük cümleyi hatırlatmak dışında: “Gülünden sen sorumlusun” Tutsak birKüçük Prens hikâyesi En kötüsü sigara içememekti. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün nezarethanesindeki hücrede geçirdiğim 13 günün en zor tarafı buydu. Akabinde, kötü yemeklerden ve tüm diğer zorluklardan daha zor olanı kağıt ve kamelin yasak olmasıydı. Oysa anlatacak çok şey vardı. Beni susturmalarına izin vermemeliydim. Gözaltına alındıktan birkaç gün sonra deneylere başladım. Kâğıt ve kalem yasaktı ama kitaplara izin veriliyordu. Oğuz Atay’ın 720 sayfalık “Tutunamayanlar” romanını kağıt olarak kullanmaya karar verdim. Ucu kırık bir plastik çatal kalemim, konservelerin salçalı suyu mürekkebimdi. Ancak pek başarılı ilerlemiyordu. Çatal ucuyla zarif bir el yazısı mümkün değildi; her bir kitap sayfasına, sadece birkaç kelime sığıyordu. Yemeğin suyu, kitabın baskısını örtecek kadar kıvamlıydı. Ama aynı zamanda fazlasıyla yağlıydı. Sayfaların kuruması saatler alıyordu. Bu tempoya Olağanüstü halin mümkün kıldığı upuzun gözaltı süresi bile yetmeyecekti. Bu sorunlarla uğraşırken birkaç gün sonra bir muayenede kaşla göz arasında karşıma bir fırsat çıkıverdi: Burnumun dibinde sahipsiz bir tükenmez kalem duruyordu ve o anda bana bakan kimse yoktu! Fırsatı kaçırmadım ve kalemi üst aramasında kaptırmadan hücreme soktum. Artık kalemim vardı ama kağıt sorunu devam ediyordu. Fakat elimde hor kullandığım Oğuz Atay’ın romanının yanında bir kitap daha vardı: “Küçük Prens.” Canım Dilek’im bu kitabı da avukatlarla göndermişti. Başka bir niyeti yoktu; belki ikimize de Küçük Prens’in sarf ettiği şu büyük cümleyi hatırlatmak dışında: “Gülünden sen sorumlusun”. Ama Antoine de SaintExupéry, çizimleri ve satırları etrafında geniş boşluklar bırakarak farkında olmadan bana çok kıymetli bir yardımda bulunmuştu. Kitabın içindeki bu boşluklara gözaltında yaşadıklarımı, nezarethane ortamını yazmaya başladım. Ancak karanlıkta, battaniye altında gizlenerek. İşimi bitirdikten sonra kitabı, kirli çamaşırla dolu bir poşetin içinde ziyaretime gelen avukatlarımdan birine verdim. Kullanılmış çorapların arasında neyi dışarıya taşıdığını avukat da bilmiyordu. Anlatamamıştım, çünkü görüşlerimizde baş başa olamıyorduk. Neyse, önemli olan, Küçük Prens alıcılarına, Dilek’ime ve gazeteden arkadaşım Daniel’e ulaşmıştı. Gönderdiğim müsvedde temize geçirilip Geçen hafta haksız tutukluluğu sona eren Die Welt gazetesi Türkiye temsilcisi ve köşe yazarı Deniz Yücel, hapishane koşullarında yazdığı Almanca kitabından Cumhuriyet Pazar okurları için süzerek çıkardığı anıöykü ile aramızda. biraz kısaltıldı. Ben, nezarette, gö zaltı sürecinde yaşadıklarımın hangi koşullarda kaleme alındığının mutlaka anlatılmasını istiyordum. Söz konusu yazı 26 Şubat 2017 tarihinde Die Welt gazetesinde yayımlandığında, ben hâlâ polisin elinde bulunuyordum, gözaltında bulunuşumun 13. günüydü. Türkiye tarihinde tutsakların çok daha zor koşullar altında gönderdikleri, çok daha önemli mesajlar vardır. Belki en bilineni, İlhan Selçuk’un 1971 darbesinden sonra Ziverbey Köşkü adlı gayri resmi işkencehaneden gönderdiği mesajdır. Masumane bir mektubun satırlarında akrostiş olarak “işkence var, ölüm var” gibi mesajları gizlice dışarıya taşımıştı. İlhan Selçuk, bu mesajıyla işkenceye direnmiş, işkencecileri yenmişti. Benzetmek gibi olmasın ama ben de Küçük Prensimi teslim ettiğim anda sadece bir zafer duygusu yaşamıyordum. Hissettiğim, çok içten ve derinden gelen bir mutluluktu. Tıpkı Nâzım Hikmet’in (Nâzım’la bitirmek biraz klişe olacak ama bunu en çarpıcı biçimde özetleyen o olmuştur.) mapushane şiirlerinin birinde dediği gibi: “İşte böyle Laz İsmail / Mesele esir düşmekte değil / Teslim olmamakta bütün mesele” ^¡^ (Deniz Yücel, hikâyenin devamında İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ndeki gözaltı koşullarını ayrıntılı şekilde anlatmıştır. Bu “Küçük Prens” hikâyesi, Yücel’in iddianamesiz ve hakkında resmi suçlama olmaksızın bir yılı tutuklu olarak cezaevinde geçirdiği dönemde kaleme aldığı ve 14 Şubat 2018’de “Wir sind ja nicht zum Spass hier” (“Keyfimizden burada değiliz”) ismiyle yayımlanan, eski ve bazı yeni yazılarından derleme kitabında ilk kez anlatılmıştır. Antoine de SaintExupéry’nin “Küçük Prens” kitabının çizimleri ve satırları etrafındaki geniş boşluklara gözaltında yaşadıklarımı ve nezarethane ortamını yazmaya başladım. Neslİhan Önderoğlu Gözümde Asya haritasını canlandırarak Malezya’nın nerede olduğunu düşündüm Kuala Lumpur O akşam dergide en geçe ben kaldım. Son çıkan Murat’tı ve çıkmadan önce masasının üstündeki kavanozda yaklaşık altı aydır boş gözlerle gezen balığına yem atmayı ihmal etmedi. Hayvan ciddi obez miydi yoksa bu cins balıklar mı böyle oluyor bilmem, geldiğinden beri üç katına çıkmıştı. Bir şey yemese bile bütün gün ağzını açıp kapayarak geziyor ve dergide olup biten bütün saçmalıklara iki çiftde benim lafım var, der gibi pis pis bakıyordu. Birkaç kez kavanozun camına burnunu dayayıp doğrudan bana baktığına yemin edebilirim. Belki de balık dilinde şöyle diyordu: Öyle deli gibi çalışıyor numarası yapma, senin de benim kadar sıkıldığının farkındayım. Hadi kızım sallanma, dedi Murat montunu giyerken. Cuma akşamı hiç işin gücün yok mu senin? Dizgiyi yetiştirmem gerek, dedim. Birazdan ben de çıkarım. Yalandı. Yapacak fazla bir işim yoktu. Eve gitsem ev soğuk. Alt kattakiler taşındıktan sonra bir türlü ısıtamadım. Hem sıcak olsa ne yapacağım ki? Kanepede yayılıp dizimdeki battaniyeyle televizyonda aptal bir filme takılacağım. Burada sıcakta çalışmak, işim bitince biraz internette gezmek, yayın yönetmeninin odasındaki içki dolabında duran viskilerden bazılarının tadına bakıp üstüne su eklemek daha hoşuma gidiyordu. Murat çıktıktan sonra bir saat içinde toparlanıp işimi bitirdim. Arkama yaslandım ve rahat bir nefes aldım. İçeri gidip kendime yarısına kadar dolu bir şişeden biraz viski doldurdum, üstüne kola ekledim. Ofisteki en rahat koltuk olan Murat’ın koltuğuna oturup ayaklarımı uzattım. İnternetten Uzakdoğu seyahatleri ile ilgili şeyler okumaya başladım. Son zamanlarda takıntım buydu. Uzakdoğuda bir yere gitmek. Orada baharat kokulu pazarlarda gezerek iğrenç ve ne olduğu anlaşılmayan ama hepsi kızartılmış böceğe benzeyen yemeklerden tatmak, önlerinde çekik gözlü çocuk fahişelerin dikildiği evleri fotoğraflamak, barda dikilen ahu dilbe rin kadın mı yoksa travesti mi olduğu konusunda barmenle iddiaya girmek filan. Oysa bunun için ne param vardı ne de şimdiye kadar yaşadığım yer dışında fazlaca bir yere gitmişliğim. Son tatilimi üç yıl önce Elif’in zorlamasıyla onların yazlığında yapmış, sonra da denizi ancak vapurdan seyreder olmuştum. Yani Uzakdoğu şimdilik bayağı “uzak” bir ihtimaldi benim için. Saat neredeyse gece yarısına yaklaşıyor. Kafam viskinin rehavetiyle iyice arkaya düşmüş, YouTube’dan bulduğum çalma listesinde Güney Koreli bir pop grubunun içler acısı müziğini dinliyorum. Telefonum çaldı. Şaşırdım. Bu saatte kimin aklına düşmüş olabilirdim ki? Alo, dedi bir kadın sesi. Daha alo derken kıkırdayışından anladım, Elif’ti. Aloooo, diye bir daha, bu kez öyle bir bağırdı ki telefonu kulağımdan uzaklaştırmak zorunda kaldım. Mercan, dedi. Napıyosun kızım, gecenin bu saatinde çalışıyor musun yoksa, yuh yani? Yok, dedim. Ofiste takılıyorum işte. Takılacak başka yer bulamadın mı gerzek? Uzanıp müziği kıstım. Elimdeki bardaktan kurtulmak için içkinin kalanını tepeme dikeyim dedim, içim almadı. O kafayla Murat’ın balık kavanozunun içine boşaltıverdim. Elif neredeyse altı aydır ortalarda yoktu. Ne bir telefon ne bir mesaj. Ne yapıp ne ettiğini bilmiyordum. Ama o böyleydi zaten. Karabatak gibi insanın hayatına girer, bir süre en yakın arkadaşın olur, yediğin içtiğin ayrı gitmez, sonra bir bakmışsın yok. Daha ben sormadan o açıkladı, Çalıştığım şirket beni Malezya’ya gönderdi. İki yıllığına. Yok mok dedim ama sonunda mecbur gittim, ev kiraladım, yerleştim. Bir haftalığına izinli geldim şimdi. Tekrar döneceğim. Gözümde Asya haritasını canlandırmaya çalışarak Malezya’nın nerede olduğunu düşündüm. Anlaşılan bu akşam her şey Uzakdoğu’ya gönderme yapıyordu. Ne güzel, dedim. Çok şanslısın. Gerçekten de şanslıydı. Her zaman dört ayak üstüne düşerdi. Baksana, ne diycem, dedi. Benimle gelsene. Evim kocaman. Birlikte takılırız işte. İş, dedim. Boş ver, dedi. Sanki çok vazgeçilemeyecek bir işin varmış gibi... Tam ağzımı açıp bunun ne kadar saçma bir fikir olduğuna dair sıradaki bahaneyi söyleyecektim ki kavanozu gördüm. Murat’ın mutsuz balığı suyun üstünde yan yatmış hareketsiz duruyor. Anlaşılan balıklar viskiden fazla haz etmiyor. Allahım, ben şimdi ne yapacağım, dedim. Bunu yüksek sesle söylemiş olmalıyım ki. Elif telefonun öbür ucundan atladı. Tabii ki benimle gele ceksin! O anda açık bir pet shop bulup Murat’ın balığını benzeriyle değiştirmek gibi bir şansım olsaydı telefonu Elif’in suratına kapayıp planımı uygular, yarın sabah hiçbir şey olmamış gibi davranabilirdim. Böylece hayat bu derginin sıcak ama beş kişinin dip dibe oturduğu hap kutusu kadar ofisinde ne uzayıp ne kısalarak devam ederdi. Ama balık ölmüştü ve benim bu saatte yapabileceğim bir şey yoktu. Elif’in telefonu da belki böyle bir ana denk gelmekle kaderimi değiştirmek için bir fırsattı. Daha fazla düşünmeden, Tamam, dedim. Geliyorum. Ne zaman gidiyoruz? Salı günü uçuyoruz, dedi yine kıkırdayarak. Manyağız biz kızım! Evet, dedim, ben de sesime olabildiğince çılgın bir hava vermeye çalışarak. Manyağız. Mutfaktan bulduğum bir çöp torbasına masamdaki çekmeceleri boşalttım. Öyle aceleyle hareket ediyordum ki biri görse cinayet yerini terk etmeye çalışan bir katil olduğumdan şüphe edebilirdi. Bilgisayarı kapatmadan önce Google’a “Malezya” diye yazdım. Çıkan bilgileri okuyacak vaktim yoktu ama başkentinin Kuala Lumpur olduğunu hatırladım en azından. Gerisini artık evde okurdum. Balığı kavanozdan çıkarıp, kavanozun viski kolayla bulanan suyunu değiştirdim ve balığı tekrar suya bıraktım. Bütün delilleri yok etmiştim. Murat yarın işe geldiğinde hem balığının ölümüne hem de masa komşusu, sıkıcı iş arkadaşının sadece bir istifa mektubu bırakarak bir gecede çıkıp gitmesine aynı anda üzülecek ama bunların arasındaki ilişkiyi asla bilemeyecekti. Elimde çöp poşetiyle kapıyı çekerken belki Kuala Lumpur’dan ofistekilere kart da atarım, diye düşündüm. C MY B