29 Eylül 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 6 EŞİK CİNİ Mİne Söğüt OSMAN ELBEK 25 ŞUBAT 2018, PAZAR So?al?sğ?ul?ınk Sekse davet ve icabet Bir kıyafete bakıp, kullanılabilecek sayısız sıfat varken, onu davetkar diye tanımlayan bilinç, bir buzdağının sadece görünen kısmıdır. Kadınların kuyruklarının varlığından emin olan... Ve olduk olmadık her hallerini bir kuyruk sallama olarak okuyan kültürel önyargıların vardığı noktada... Kadınlar kendi akıllarından geçmese bile, karşılarındaki için... Kıyafetleriyle, gülüşleriyle, bakışlarıyla, oturuşları ve kalkışlarıyla, yürüyüşleri ve duruşlarıyla, tavırlarıyla, konuşmalarıyla... Yani herhangi bir halleriyle kolayca davetkar olarak mimlenebilirler. Evet ortada bir davet vardır gerçekten. Ama kadın karşısındakini neye davet eder? Gerçekten sevişmeye mi? Yoksa tecavüze ya da tacize mi? Bebek emzirme bile ‘davetkâr’! Erkek toplum bu sorunun cevabında hemen çuvallar. Çünkü o toplumlarda kadın, kendi yaşadığı duygulardan ve takındığı edalardan bağımsız olarak, karşısındakilerin bu duygu ve edaları nasıl algıladığını hesaplamayı önemsemek zorundadır. Ne kadar kontrollü ve bilinçli bir hayat yaşarsa yaşasın, özgürlükçü bir cesaret taşırsa taşısın, farklı bir kültür seviyesinden olursa olsun, imajını kendisi belirleyemez. Tercihlerinin dışarıya verdiği mesajın dilini kendisi seçemez. O dil erkek toplum kültüründe kolaylıkla bambaşka bir ifadeye dönüşebilir ve zehirli bir ok gidip kadınlığı en hassas yerinden vurabilir. İnsan içinde bebeğini emzirmesi de kadını davetkar yapabilir; kalabalıklar arasında yüksek sesle gülmesi de; şort giymesi, göğsünü açması, saçlarını salması da cabası... Aşırı dindar toplumlarda da topyekun varlığı... Kadını ‘hediye’ sayan eril kültür Aslen verilmeyen bir davete cebren icabet eden erkek algısı kadına karşı devamlı teyakkuzdadır. Çünkü eril kültür, erkek cinsini, kadın cinsinin kendisine sunulmuş sosyolojik bir hediye olduğu ve onu kendi istekleri ve hayalleri doğrultusunda dilediği zaman dilediği gibi kullanabileceği yanılgısıyla yetiştirir. Kadınların falsosunu yakalamak için gözünü dört açan erkek toplum, onun, özgür, cesur ya da farklı olup olmadığını önemsemeden, kendi yarattığı kalıpların içinde devamlı ve yeniden biçimlendirir. Kadın olduğu gibi değil algılandığı gibi var olmaya mahkumdur. Bedenini kendi estetik değerlerinden başka ölçü tanımadan, dilediği gibi sergilemekten çekinmeyen, cinselliğini rahatça yaşamayı tercih eden, “El âlem ne der” alaturkalığına burun büken, tabulara boyun eğmeyen, kendi dilediği gibi yaşamayı erdem bilen kadın... Her fırsatta, medya araçları ya da bir komşu tarafından, davetkar etiketiyle işaretlenerek kendisine gösterilen mertebeye sinmesi için tehdit edilir. Davete icabet, ‘aşk’tır! Erkek kültürün kadının çeşitli hallerinde sezdiği ve köpürttüğü davetkar hal aslında gerçekten toplumu bir yere davet eder. Farklı olmayı göze alan kadınların çıkarttığı davetiyenin adresi ne cinsel tacizdir ne de olumsuz bir ahlaki yargı... O kadınlar toplumu kadını yeniden okumaya ve istedikleri gibi değil oldukları gibi anlamaya, bambaşka bir açıdan yorumlamaya davet ederler. Ahlak anlayışını sorgulamaya, ahlaki değerleri gözden geçirmeye davet ederler. Kadını kültürel algıda erkekle eşitlemeye davet ederler. Ve dogmatik yargılar yerine rasyonel algılarla düşünen ve yaşayan bir topluma dönüşmeye davet ederler. Bu arada kadınlar isterlerse erkekleri kıyafetleriyle, gülüşleriyle, bakışlarıyla, oturuşları ve kalkışlarıyla, yürüyüşleri ve duruşlarıyla, tavırlarıyla, konuşmalarıyla sekse de davet edebilirler. Ama isterlerse... Kadının isteklerini doğru okuyabilen erkeklerle, isteği doğru okunan kadınların yaşadığı toplumlarda, davete icabete aşk denir. Yanlış okunan toplumlardaysa... Erkek şiddeti ve aşk cinayeti. Sosyal medyada çokkimlikli yaşarken, soy–sop bilgisi peşine düşmek neden? GenEtik Soysop takıntısı kapladı dört bir yanımızı. Hemen herkes, edevlet linklerinden soyunun peşine düşmüş durumda. Genetik alanında yapılan bilimsel araştırmalar, adına Türkiye denilen bu ülkede yaşayan bizlerin Anadolulu olduğuna işaret ediyor. Kimileri için yıkım olabilir ama bilim, hem “mitokondriyal ana” atamızın, hem “y kromozomlu baba” atamızın Orta Asya’dan gelen akıncıların değil, ağırlıkla Anadolu’da yaşayan insanların mirası olduğunu kanıtladı. Öyle ya “Biz” geldiğimizde Anadolu boş ve sahipsiz bir toprak parçası değildi. Dahası kimileri için çok büyük bir yıkım olabilir ama hiç de sürpriz olmayacak biçimde bu toprakların komşuları olan Yunanlılar, Ermeniler ve İranlılar ile bu ülkede yaşayanlar genetik olarak akraba. Ve yine hiç de sürpriz olmayacak biçimde toplum olarak çok zengin bir genetik çeşitliliğe sahibiz. Farklı kimlikler mi, genetik miras mı? Ama ne iyi ki aynı zamanda Türk kültürü ile de hercümerc olmuşuz. Anadolu’nun kadim bilgisine kam, baksı ve şamanların mucizelerini, emci, otacı ve atasagunların bitki kaynaklı tedavilerini eklemişiz. Ağrıya karşı sıcak taşın getireceği dermana bel bağlamış, iyileşmek için Erlik’e sunulan kurbanlara, adına hekim denilecek şifacıları aracı kılmışız. Yeri gelmiş kumalak oynamış, an olmuş ağaca, suya, toprağa kutsallık atfetmişiz. Gün gelmiş çaresizlik ve yoksulluktan yeni doğum yapmış bir gebenin ölümcül iltihabına Alkarısı’na atıfla albastı demiş, bebeklerimizi hastalıktan korumak için kırklamış, uğursuzlukları ve kem gözleri kurşun dökmelerle kovmuşuz. Peki, ama şimdi durup düşünmeli: Tektipçi bir devletin sanal linkleri, Anadolu’nun bu gerçeğini, bu zenginliğini, bu çoğulculuğunu gösterir mi? Aradığımız cevaplar o linklerde mi? Sosyal medyada açtığımız farklı hesaplarla aynı anda farklı kimlikleri yaşarken, durup dinlenmeksizin bir kimlikten diğerine akarken, sabit ve değişmeyecek bir soy–sop bilgisinin peşine düşmemiz aslında garip değil mi? Üçüncü bin yılın dünyasında insan olarak nerede durduğumuz, hangi konularda taraf olduğumuz, hayatı güzelleştirmek için kimlerle çaba harcadığımız mı önemli, yoksa ismimizin önüne yazılacak bir sıfatı belirleyecek olan genetik mirasımız mı? Sébastien Thibault Öte yandan anne ve babalarımızdan aldığımız genlerimiz kaçınılmaz bir yazgı gibi kaderimiz mi? Ne iyi ki tıp alanındaki pek çok araştırma, genetik yapının sadece az sayıda kimi hastalığın nedeni olduğunu gösterdi. Daha önemlisi ebeveynlerden alınan genetik kodlar hastalık açısından “sorunlu” olsa bile, uygun sosyal ve çevresel koşullar olmadığı sürece hastalık gelişimi sağlayamıyorlar. O nedenle sağlıklı bir toplum için aslında çok da önemli olmayan ve değişmez nitelikte olan genetik miras yerine değiştirilebilir sosyal ve çevresel faktörleri dikkate almak daha önemli. Bilmediğin annenlerbabanlar! Görmek zorundayız ki, edevlet linklerinde ulaşılacak soysop bilgilerinin sağlık açısından hiçbir anlamı yok. Ama diyelim ki Eskişehir’de yapılması planlanan termik santralı önlemek sağlık açısından çok önemli. Çünkü unutmayalım ki insanlar, anne ve babalarından aldıklar genler nedeniyle değil, ulusötesi şirketlerin saldırgan faaliyetleri nedeniyle hastalanıp ölüyorlar. Tıp bilimi bugün itibarıyla çok anneli ve çok ba balı çocuklar var edebilecek güce erişti. Dünyada iki anne ve bir babası olan üç ebeveynli bir bebek doğdu. Daha önemlisi birkaç on yıl içerisinde genetik materyale müdahale ederek istenilen özelliklere sahip bir nesil yaratabileceğiz. Sadece insan neslini değil, genetiği değiştirilmiş besin ve hayvanlarla baştan aşağı doğayı yeniden şekillendiriyoruz. Ne acı ki Türkiye toplumu, genetik alanında atılan bu devasa adımların kapitalist bir sistemde yaratacağı devasa sorunları düşünmek ve dert etmek yerine soy–sop derdine düşmüş durumda. Hal böyleyse sorarım size; Bir erkekten alınan spermin, bir kadından alınan yumurtayla birleştirilmesiyle oluşan embriyonun, başka bir kadının rahminde kiralık olarak büyüdüğünü, doğumdan sonra onu doğurmayan ve yumurta vermeyen başka bir kadın tarafından emzirildiğini, spermi olmadığı için ona genetik katkı veremeyen başka bir erkek tarafından bakıldığını ve ona süt verip bakım sağlayan kadın ve erkekten başka bir kadın, erkek, trans, lezbiyen, gay bir ya da birkaç kişi tarafından da evlatlık olarak sahiplenildiğini düşünürseniz... Bu çocuğun annebabası kimdir, kimlerdir? Edevlet linkine boş yere bakmayın; yanıt orada yazmıyor! Barbaros Şansal Çalıntı zaman Renklerle dans Renkli mi renkli bir televizyon Renklendikçe karardı nedense ekranlar, gönlüm hâlâ nostaljik düğmeli siyah beyaz günlerdekini arar... Renksiz ve solgun yıllar çoktan geride kalmıştı. Jülide Gülizar, Zafer Celasun rafa kalkmıştı. O zamanlar Bedia Muvahhit, dizi izlerken uyumasın diye tam 750 gram bezelye ayıklar, yayın bitince her İstiklal Marşı çaldığında uyanarak “Yine mi ihtilal, yine mi ihtilal” diye ayağa kalkardı. ^¡^ Derken hızla geçiverdi zaman. Yeninin hiçbiri olmadı derde ne deva ne de derman. Renkli olmasına artık renkliydi ekranlar ama vakit kaybetmeden torpille geliverdi önümüze Magic Box ve Teleon’lu şifreli yayınlarla güya “Kurul” ile ahlakı korunan... Derken Dallas girdi hayatımıza. İhtiras, katakulli, ihanet ve şehvet kokan... Hatırlar mısınız bilmem, Pazar Keyfi’ndeydi aileden Mustafa Yolaşan. Nedense kayboldu gitti sonra hatırlanmayan isimler bir bir ve Korhan Abay’dan kalan stüdyoydu terk edilmiş duran o bomboş alan. Derken Sarışimşek çekilişi patlattı Sultan Ahmet’te trafoyu, Güler Kazmacı nereden bilecekti Yasemince’nin cimnastik maratonunu? Güner Ümit’le başlamıştı kanal basmalar, yıllar sonra yine başka kapılardaydı, değişmedi aynı bağnaz azmanlar!.. ^¡^ Geçtikçe hızla yıllar, ortaya dökülmeye başlamıştı karamanın koyunun oyunu. Kanallar bir bir çoğaldıkça kimse soramadı değirmenin suyunu... Video’nun modası çabuk geçti, Yasemin’in Tenceresi aniden Bir Başka Gece’de pişti. Sonrasında Mehmet Ali Birand, Ali Kırca, Reha Muhtar ve Uğur Dündar’dı kahraman... Nasıl oldu anlamadan Bizimkiler’de “koş” dediler Sevim’e ve sonunda yasaklandı sepetteki bir an... İnceldikçe inceldi ekranlar ama kalınlaştı kaz gibi kafalar. Kurtlar Vadisi ve Muhteşem Yüzyıl ile şahlandıklarını sananlar tren izler gibi kala kaldı her zaman. Haberler bile değişti aynı hızla... Birden yerini aldı Tarsus’ta otoyolda can pazarı ve Adana’da döner bıçaklı kavgalar. Azzz sonra geliverdi peşinden barlarda çamaşır defileleri hem de en afillisinden. Bir bir kapanırken müzikaller ve gazinolar, maga zinde yıldızdı artık ne idüğü belirsiz topçular ve popçular... Siz, sabahları dedikodu denizinde renkli renkli dalarken onlar malı hamuduyla götürüp hepinizi soydu ve adınızı koydu, sizce şimdi mutlu mu üzerine alınan sazanlar?.. Geliştikçe gelişti teknoloji, çıkıverdik ya uzaya, uydulardan gelen doğrudan satışlı bal ve mutfak tenceresi tavayla.. Biraz tüy dökücü krem, biraz da alet edevat tornavida kutusunda, bak eksiğin kalmadı yepyeni dolaplarında!.. Deterjan, çikolata, otomotiv ve beyaz eşya, yanına da bolca banka faizini koyunca reklamlardı konuşulan TV programlarında. Oysa sefalet yasaklandı hem de yatarken uluorta ve boylu boyunca... Artık taşerona “filim içinde filim” var. Canlı değil bol jüri üyeli ve janjanlı yayınlar... ^¡^ Biri bizi gözetlerken jüri üyesi saksı oldu! Tecavüz, cinayet, yolsuzluk rengârenk arttı, acaba televizyonun bize bilmem ki neresi battı? Hare hare, çeşit çeşit, ışıl ışıl renkliydi her şey geçtikçe zaman, kumandayla kapattın ama ekranın karanlığını göremedin maalesef insan denen hayvan!.. Şimdi kanal kanal zap’layın, yeter ki zıplamayın! İster dizi ister yarışma, aman sakın yerinizden kalkmayın, zamanınızı çaldırmayın!.. Diyet, Kayıp ve Futbol için ödediğin faturayı bankana sor; ne yaparsan yap unutma gerçek hayatı, orada izlediğin değil, sokakta yaşanıyor hâlâ âlâsı. Çocuk, Robin Hood’dur. Para dışındadır çocuk, otoritenin dışındadır. Gelenekleri falan bilmediği için her yaptığı işe istediği için başlar, sıkıldığı anda bırakır. Çocuğun bütün davranışları “yarar dışı”dır, yararcılıktan uzaktır. Sırf kendi içindeki şeyle ilgilenir; sevinmek, mutlu olmak... Çocukluk bir Ünsal Hoca aramızda... tür insanlığın prehistoryasına dönüştür. Mülkiyetin, otorite farkının olmadığı bir döneme... Doğaya en yakın, bozulmamış halimize... Oysa sosyalizasyon, bunun mümkün olduğu kadar kişiliğin oluşum sürecinde izinin kalmaması için, ileride hatırlanabilecek hiçbir şey olmaması için, çocukluk sürecini kısaltır. (Ünsal Oskay’dan akt. T. Atay, “Görünüyorum O Halde Varım” Can Yay., 2017, s. 242) Nepal C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle