29 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 8 THERAPIA ALPER HASANOĞLU Engin Geçtan... ‘Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar’ kitabını 1975 yılında yayımlamış Engin Geçtan. Ben henüz sekiz yaşındayım. Evimize televizyon gireli bir yıl kadar olmuş. Akşam saat 19.00’da çizgi filmle başlayıp gece saat 24.00’te İstiklal Marşı’yla bitiyor siyah beyaz yayın. Hasanoğlu Apartmanı’nda tek bir telefon var. O da ailenin en büyük erkeği Yaver Amcamın dairesinde. Yıllar geçiyor; ben lise ikinci sınıfı bitirdiğim 1983 senesinin sıcak ve uzun yaz öğleden sonraları evimizin kavak ağaçlarına bakan arka balkonunda kitapların içinde kayboluyor ve hayaller kuruyorum. Öğle sonraları uzun ama kesinlikle sıkıcı değil. Okuyacağım o kadar çok kitap var ki. Düşünün hayatımda ilk defa Edip Cansever’i okuyorum, hayatımda ilk defa psikoterapiyle tanışıyorum Engin Geçtan sayesinde. Psikoterapiye açılan kapı 16 yaşımın varoluşsal soruları içinde kaybolmaktan beni koruyan, bu soruları kendine soran ilk insanın ben olmadığımı bana öğreten o. İnsanın kendisini ve ötekini anlamasının ne kadar heyecan verici bir şey olduğunu o kitabın satırlarını yutarcasına okurken kavrıyorum. Aynı zamanda, Edip Cansever’in “Ben Ruhi Bey Nasılım” şiirinin “Limonluktaki Yangın” bölümünde o ergen delikanlının kötücül üvey annesinin bedeninde öğrendiği cinselliği, henüz bakir olan kendi bedenimde de hissederek. Terapist olmak, hayatlara dokunmak, o hayatlara dahil olmak, o hayatın bir parçası olarak değişmek, ne muhteşem bir şey demiştim çocuk aklımla. Prof. Dr. Engin Gençtan (193219 Şubat 2018) Sonra bütün kışımı okulla Alman Kütüphanesi’nin olduğu Taksim Odakule arasında geçirdim. Freud, Jung ve Adler’in kitaplarının, ne kadar zorlansam da, her satırını anlamaya çalışarak. O kışın sonunda karar vermiştim psikoterapist olmaya. Psikoterapinin kapısını açan Engin Geçtan oldu bana. Ben de zevkle girdim o kapıdan içeri insanların hayatına ve hiç pişman olmadım. Sonra diğer kitapları geldi. “İnsan Olmak”, “Hayat” başucu kitaplarım oldu uzun süre. Ama “Varoluş ve Psikiyatri” adlı kitabın yeri ayrı, o kitap felsefenin psikiyatriden ayrı düşünülemeyeceğini kazıdı aklıma. Ben sonra İsviçre’ye gittim, psikiyatr ve psikoterapist oldum, İstanbul’a döndüm. Engin Geçtan’la 2010 – 2017 arasında üç uzun öğleden sonramız oldu. Geçen sene son görüşmemiz öncesinde onun biyografisini yazmak düşmüştü aklıma. Bir nehir söyleşi yapmak onunla ve hâlâ gencecik olan o beynin içindekilerin bir kısmını gelecek için saklamak fikri bir borçmuş gibi kemirmeye başlamıştı beynimi. Karlı bir kış günü evinin yakınlarındaki bir kafede buluştuk. İkna edemedim onu. İstemiyordu biyografisi yazılsın. Mutsuz veya depresif değildi ama küsmüştü sanki biraz ülkeye. Ölümünden sonra herkes göklere çıkaracaktı onu – benim yaptığım gibi – ama işte yaşarken yazdığı kitaplara okurları haricinde doğru dürüst tepki veren, onları değerlendiren çıkmamıştı ki. Hayattan alacaklı olan, ölümden korkar Önceki görüşmelerimizde olduğu gibi, farkına bile varmadan ağzından dökülüveren sözler birçok konuda ilham verdi bana. Bir de o anıları. Irving Yalom’la, Sophia Loren’le ilgili anektodlar. O kadar da iyi bir öykü anlatıcısıydı ki. Bir romanı Hollywood’da film olacakken yönetmen ölüvermişti aniden. Ama benim ona sorduğum bir soruya verdiği yanıt, hayatıma tekrar çekidüzen vermeme vesile oldu. “Ölüm korkusuyla nasıl başa çıkıyorsunuz” diye sormuştum ona, Marguerite Duras’ın “Ölüm Hastalığı” kitabını konuşurken. “Sevgili Alper” dedi: “Hayattan alacaklı olanlar ölümden korkar. Esnaf hesabı yaparsam, tabii ki ufak tefek alacaklarım kalmıştır benim de. Ama esas olarak yapmak istediklerimin hepsini yaptım. Hayat bana cömert davrandı, ben de istemeyi biliyor olduğum için. Ama artık gitme zamanı geldi. Neden elden ayaktan düşmeyi ve bakıma muhtaç olmayı bekleyeyim ki?” Son dersi bu oldu bana Engin Geçtan’ın. Ama ne olursa olsun, içimdeki huzurlu ama kemirgen hüzün, erken ölmüş bir şairin şu dizelerinin dilime dolanmasına olmasına engel olamıyor: “Her ölüm erken ölümdür / Biliyorum tanrım. / Ama ayrıca, aldığın şu hayat / Fena değildir. / Üstü kalsın...” 25 ŞUBAT 2018, PAZAR Kurgu TAYFUN ATAY Yeni dizi ‘Adı: Zehra’ yayında Namus belâsının ‘küyerel’leşen seyri Dün gece Fox TV’de seyir macerasına başlayan “Adı: Zehra” dizisinin en ilginç yanı, zamanda eskimeyen bir hikâyeyi mekânda çarpıcı ve düşünce kışkırtıcı bir değişime uğratarak önümüze koymuş olması. Genel bir deyişle gelenekmodernlik kültürel ikiliğimizin en can alıcı kurgusal tematiklerinden biri olan “namus” meselesini alışıldık dışı bir mekânsal uğrak ve yörüngeden önümüze koyan dizi, (küreselleşmenin daha geçerli bir nitelemesi olduğu söylenebilecek) “küyerelleşme” olgusuna örnek teşkil edecek bir akışla açılış yaptı. Şöyle ki sinemamızdan televizyon dizilerimize kadar, “kırsal” kültürel coğrafyamızda, gönlü bir başkasında olduğu halde hiç sevmediği biriyle ekonomik gerekçelerle (başlık parası) ve kültürelpolitik dayatmalarla (ataerkillik) evlenmeye zorlandığında kaçan genç kız hikâyelerine hepimiz aşinayız. Ancak bu tür öykülemelerde söz konusu “kaçış” için kanıksanmış, klasikleşmiş mekânsal tasarım, genellikle Türkiye taşrasından (Anadolu’nun ücra köyleri, kasabaları veya kırsal örüntülü şehirleri) ülkenin modern “merkez”i olarak sunulan İstanbul’a doğru olurdu. Bunun daha ileri aşaması tasarımlanacak olsa, o da giderek içgöçle köylüleşmiş, taşralaşmış, varoşlaşmış İstanbul’da bir namus meselesinden kaçış yörüngesinde Batı, yani Avrupa’nın “birey”i “özgürleştiren şehirleri doğrultusunda olurdu. Bu minval üzere kurgularda kim unutabilir mesela “özgürlüğe kaçan” bir kadın kahramanın ardından yükselen şöylesi yakın akraba (babaamcaabikardeş) seslerini: “Dünyanın öbür ucuna gitsen de seni bulup anandan doğduğuna pişman edeceğim!..” Frankfurt’tan İstanbul’a kaçış İşte “Adı: Zehra”, hayli alışık olduğumuz bu “mekânsal kurgu yörüngesi”ni tersine çeviriyor. O eski mekân kurgulamaları düşünüldüğünde tam da “dünyanın öbür ucu”nda (FrankfurtAlmanya) sayılabilecek bir kadının “namus belâsı”ndan kurtulma yolunda İstanbul’a (dönüşüne değil) “kaçış”ına tanıklık ediyoruz dizide. Elbette Ay’da ya da Mars’ta yaşamıyoruz! Böylesi bir kurguyu makul ve makbul kılacak bir ekonomik ve kültürel altyapı var ortada (“Gurbetçi vatandaşlarımız”, “Alamancılar”, “Almanya, acı vatan”, vb.). Ayrıca tabii ki “teknik” açıdan da bir zorunluluk var: Diziyi bir başka yabancı mekâna taşıyacak halimiz (ekonomik lüksümüz) yok, tabii ki İstanbul’u mesken tutacağız... Ama anlatmak istediğim, söz konusu kurguyu yadırgamamamızı sağlayan bir kültürel gerçekliğin var olduğu... Kapalı, katı ve katlanılmaz bir cemaat toplumsallığı altında inim inim inleyen bizim bu topraklara has bir kadınlık hali, Avrupa’nın ortasında da bir gerçeklik olarak karşımıza çıkabiliyor artık. Buna hem sosyolojik, hem de sinematografik mahiyette çoktandır da aşinayız: Almanya, Hollanda, Belçika sokaklarında gurbetçilerimizin işlediği “namus cinayetleri”ni görmezden gelmek mümkün mü; “Berlin in Berlin” filmini kim unutabilir?.. “Adı Zehra”nın bu minval üzere kurgulara eklediği, yukarıda altını çizdiğimiz üzere, gelenekten (örfâdetten) modernliğe “kaçış”ın mekânı olarak İstanbul’u işaret etmesi!.. Küreselle yerelin sarmaş dolaşlığı Yaşadığımız dünyada sınırların aşılması ve aşınımı; yersizyurtsuzlaşma; mekân algımızın parçalanmaya uğraması; yakınların uzak, uzakların yakın olması, bunlar genel bir küreselkültürel olgu ve sorun (bir diğer deyişle de “postmodern durum”). Nerenin gelenekgörenek, örfâdet temelinde kapsayıcı ve kısıtlayıcı mekân ve nerenin Yıllarca okuduğumuz hikâyelerde, izlediğimiz filmler ve dizilerde, “namus belâsı”na uğramamak için Anadolu’dan İstanbul’a, İstanbul varoşlarından Avrupa’ya kaçılırken şimdi aynı sebeple Avrupa’dan İstanbul’a kaçılıyor ve biz bunu yadırgamıyoruz! modern ve bireysel özgürlüğe açık bir hayat vaat eden alan olduğu, artık hayli bulanıklaşmış durumda. O yüzden, tam anlamıyla küresel ekonominin bir kalbi sayılabilecek Frankfurt’ta kendimizi Türkiye’ye özgü mahiyette “yerel” addedebileceğimiz her ne ise onun belirleyici ve kahredici dünyasında bulabiliyoruz. Öte yandan, artık bir “varoş iktidarı”na teslim olmuş, giderek “yerel mi yerel” bir kültürel izlenim bırakan İstanbul’un kıyısındaköşesinde de küresel işleyişle uyarlı sığınaklar bulmak, oralara “kaçmak” da söz konusu olabilir. Yukarıda bahsettiğimiz, küreselleşmenin ileri istasyonu olan “küyerellik” işte böyle bir şey ve “Adı: Zehra” bundan beslenip destek alarak şekillendirilmiş bir kurgu. Hikâye nasıl başlıyor, bakalım!.. (Dikkat, bundan sonra “spoiler”!) Dizi elbette kurgusal plânında Zehra’yı ölümün pençesinden kurtarıp yaşatacak, sonra da onu gelenekörfâdet”in cehennemî kıskacından alıp özgür ve ferah bir “modern” mekâna deyiş yerindeyse “ışınlayacaktır”. Nereye dersiniz? New York’a, Los Angeles’a, Miami’ye değil... İstanbul’a. Ataerkilliğin kahredici örüntüsü Evet, yıllarca karşımıza çıkan hikâyelerde, filmlerde, dizilerde Anadolu köylerinden İstanbul’a, İstanbul’un varoşlarından Avrupa’ya “namus belâsı”na uğramamak için kaçılırken şimdi aynı sebeple Avrupa’dan İstanbul’a kaçılıyor ve biz bunu yadırgamıyoruz!.. Elbette bu mekânsal yörünge dönüşümünden basit, tekdüze bir “kurtuluş” kurgusuna açılma durumu söz konusu değil. İçerik, hemen hissedil diği üzere çok daha girift olacak. Zehra belli ki yağmurdan kaçarken doluya tutulacak. Onu İstanbul’un bir kıyısında “Hande” adı altında yeni gireceği “lükssosyetikmodern” aile ortamında da bir dolu tehlike, gerilim, saldırı bekliyor. Bir “kadın” olarak aslında yeryüzünün neresine giderse gitsin onun peşinden gelecek, ataerkilliğin evrensel ve kahhar örüntüsü içerisinde hiç ama hiç azade olamayacağı tehlikeler, gerilimler, saldırılar... Bir başka ‘kadınlık’ hikâyesi Sonuçta “Adı: Zehra”, şu an televizyonlarımızda büyük ilgiyle izlenen kadın ve kadınlık kimliği, hali, sorununa endeksli dizilerin arasına eklenen bir yeni çalışma olarak kategorize edilebilir. İlk bölüm, Zehra karakterinde son derece inandırıcı bir performans ser gileyen, aynı zamanda pırıl pırıl Zeynep Çamcı’nın sürüklediği bir akışla karşımıza gel ‘Adı: Zehra’ namus meselesi temalı dizilerdeki mekânsal kurgu yörüngesini tersine çeviriyor. Frankfurt’ta ‘başlık parası’ Türkiye göçmeni ailenin kızı olarak, dünya başkentlerinden Frankfurt’ta dünyaya kapalı yaşayan (Almanca dahi bilmeyen) Zehra (Zeynep Çamcı), yine bir göçmen çocuğu olan, kirli işlere de bulamış Kadir’e (İnanç Konukçu) gönül verip ümit bağladığı (ondan hamile de kaldığı) noktada babasının zoruyla istemediği bir evliliğin eşiğine gelir. Bir “yerelgeleneksel” pratik olarak “başlık”, küresel mekân Frankfurt’ta huzurlarınızda, işlerliktedir!.. Zehra, çırpınış içinde can havliyle kaçmakta bulur çareyi... Doğruca karnındaki bebeğin sorumlusuna gider ve önce korkunç bir hayal kırıklığının, sonra da pamuk ipliği derecesinde bir umudun gelgitinde onunla birlikte daha uzaklara gitmeye hazırlanırken ailesine yakalanır. Kadir’in ölümcül şekilde yaralanmasına tanık olmuştur. Ardından Frankfurt koşullarında sıra dışı bir “namus cinayeti”ni de bizzat “deneyimler”: Bir yanda babası ve abisi, diğer yanda ona “başlık” ödemiş koca adayının silahlı tehdidi altında ağır taşıtların vızır vızır geçtiği korkunç bir otobanda trafik kazasına uğratılarak ölümün eşiğine getirilir o... Zeynep Çamcı, ‘Adı: Zehra’da çarpıcı ve inandırıcı oyunculuğuyla dikkat çekmekte. di. Zeynep onu ilk izlediğimiz zamanlardan beri (“Recep İvedik3”, “Beni Böyle Sev”) zaten hep “Zehra” idi! Bu rol, onun için biçilmiş kaftan... Karakter itibarıyla, çocuk(su) kalarak büyüyüp olgunlaşmış bir kadın o. Ve de bu dizinin şansı... Onun canlandırdığı karakteri temel alıp yükselten bir hikâye bu, ama yan ve yardımcı rollerde de sanırım ikinci bölümden başlayarak içeriği zenginleştirecek kültürel temsillerin ve karakter analizlerinin önü açılacaktır. Ve elbette sosyolojik/antropolojik açıdan bize başka düşünce kışkırtıcı veriler de sunulmaya devam edilecektir. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle