Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
23 OCAK 2011 / SAYI 1296 9 Ucube sebze on yıllarda keşfettiğim, biraz da fazlasıyla kafayı taktığım bir konu var. Memleketimden heykel manzaraları! Ülkemiz sanat konusunda inanılmaz ilerici, yaratıcı ve hoşgörülü. Sürrealizm sınırlarını zorlayan nice avantgarde yapıt kentlerimizin, kasabalarımızın girişlerinde ziyaretçileri karşılıyor, dudakları uçuklatan sınırsız bir muhayyile Anadolu topraklarının bereketli topraklarını kutsuyor, toprağın nimetleri heykel sanatıyla kucaklaşıyor ve ölümsüzlüğe kavuşuyor. Memleketi saran zerzevat heykellerinden bahsediyorum! Hemen her il, ilçe, kasabada, beldede sebze, meyve, flora, fauna, fındık fıstık bir yerin nesi meşhursa bir heykeli dikiliveriyor. Buna mamul yiyecekleri eklemek de mümkün. Urfa’da mırra heykeli, Silivri’de köpüklü ayran heykeli gibi sınırları zorlayan örnekler de yok değil. Her bir örnekte heykeli yapana da yaptırana da acıdım. Zira besbelli ikisi de bu da çok saçma oldu hissiyatına kapılıp heykeli yarım bırakmışlardı. İsmini zikretmeyeyim, tuz mağaraları ile ünlü bir kentimizde eğri geometrik şekillerde kesik aynalarla bir heykel girişimi başlatılmıştı. Tuz kristali heykeli olması hayal edilen bu girişim besbelli ki bir aşamada sekteye uğramış, geriye AYLİN anlamsız ayna yığını ÖNEY TAN kalmıştı. Konular sadece zerzevat ile sınırlı değil. Hayvanat da unutulmamış, Van’da yenilebilir olmasa da devasa bir Van kedisi, nispeten daha iştah açıcı görünen incili kefal, Samsun’da sülün, Denizli’de horoz, Urfa’da ceylan heykelleri gibi. Keçi söz konusu olunca memleket mümbit, keçi heykelleri çeşit çeşit. Bu konuda ilk keçileri kaçırtan belediye başkanımız Karayalçın olmuştu. Ankara’nın meşhur keçilerinin çimlerde atlayan hoplayan modellerini yapmış, sonra onları parklara bahçelere yerleştireceğine trafik refüjlerine serpiştirmişti. Tarihi hata işte tam o noktadaydı! Her an her yerden yola bir hayvan fırlayacağı korkusu genetik kodlarına kazınmış Türk milleti için bu kadarı fazlaydı. Bir de Ankara’nın meşhur sabah sisi düşünülürse. Nitekim bir sabah uykusu açılmamış, sabah mahmurluğunu atamamış bir sürücü sis içinde birdenbire hoplar gibi bir keçi görünce ADNAN BİNYAZAR S dehşetle aniden frene basar ve arkasındaki yedi arabayla birlikte hemhal oluverirler. Hayvanların yanı sıra börtü böcek, çiçek de eksik değil elbette. Safranbolu’da bir safran heykeli var ki sizi her an ham yapacak egzotik bir böcek yiyici canavar çiçek gibi duruyor. Bazı heykeller ise maksadını aşıyor, boyut da büyüyünce olması gerekenden başka her şeye benziyor. Açık saçık bir anlam ve mana kazanabiliyor. Adilcevaz’da her nedense çift olarak ele alınmış iki ceviz var. Üzerinde damarları filan boz renkte bir çift ceviz. Kentin simgesi ceviz ya, ne yapsın Adilcevazlılar. Memleketin sayısız beldesinde patlıcan, kabak, hıyar heykelleri var. Hepsi de eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürecek cinsten. Karpuz deyince heykellerin heykeli, en muhteşemi Diyarbakır’daki apartman boyutundaki dev karpuz heykeli. Kentin ortasına uzay gemisi inmiş gibi duran heykel yaratıcılık sınırlarını zorlayan örneklerimizden. Ne yazık ki minik kardeşi Uşak Eşme’deki karpuzla karşılaştırılırsa epey sönük kalır. Finike Kumluca’daki birbirine dolanmış domatesbiberpatlıcan heykelinde bir de ses enstalasyonu olsa ve Barış Manço’nun meşhur parçası biteviye çalsa tam olacaktı. Konya Ereğlisi’nde trafik adasında etrafındaki trafik ile dönüp duran avuç içindeki beyaz kiraz heykeli ise hareket boyutunu heykele taşımış nadir örneklerimizden. İyileri yok mu? Pek nadiren var. Karadeniz Ereğlisi’ndeki çelik çilek kentin hem endüstriyel yapısını, hem de dillere destan çileğini anlatıyor. Afyon’daki metal ve mermerden yapılan soyut haşhaş heykeli trafik ortası yerine güzel bir meydanda olsa anlamını bulabilecek heykellerden. Kırklareli’ndeki bire bir insan boyutlarındaki kiraz çalan çocuklar heykeli, ağaçlar önünde çimler üstünde, donmuş bir çocukluk anısı gibi insanı yıllar öncesine götürüyor. Ordu’da neoklasik bir kaide üstünde Roma havalı efendice bir fındık heykeli, Antalya’nın portakal olduğu söylenen oldukça soyut dev turuncu topları fıskıyeli havuzlu düzenleme içinde çok göze batmadan durumu kurtarıyor. Ankara Kalecik’teki ayaklarıyla üzüm ezen kadın heykeli en azından klasik bir heykel örneği. Keza Van’daki mermer buğday öğüten kadın heykeli. Ne yazık ki iyi örnekler memleketi saran zerzevat heykellerinin yarattığı şok hissini hafifletmiyor. Sanki bir gün aniden bir emir gelmiş: Memleketin bağrı çıplak, bırak bostan bitsin, ucube sebzelerle donansın! Keşke ucube sebzeler heykeller ile sınırlı kalsa. Yeter ki yamuk yumuk ama lezzetli yerli sebzelerimizin yerini heykel biçimli ama GDO’lu hilkat garibeleri almasa. G aylinoneytan@yahoo.com Yaşamın çiçekleridir düşler O n binlerce kilometre ötelerden bilgiyi bir anda gözümüzün önüne seren interneti çöplük malı bilgiyle doldurarak kötüye kullanan da insan, internet ahlak diye bir şey bırakmadı diye yakınan da! Oysa internet olmasaydı; iletinin, okunmasının otuz saniye tutacağını, okuduktan sonra insan ilişkilerine bakış açımızın değişeceğini savunduğu bu ilginç öykücükte geçen olayı kaçırmış olacaktık... İleri derecede hasta iki adam hastanede aynı odada yatmaktadır. Ciğerlerindeki suyun süzülmesi için, yatağı pencereye yakın adamın her öğleden sonra bir saatliğine oturması gerekiyor. Öbür hasta ise hep sırtüstü yatmak zorunda. O durumlarında bile iki arkadaş her gün konuşuyor, birbirlerine eşlerini, çocuklarını, başlarından geçen olayları anlatıyorlar. Pencereye yakın hasta, oturmasına izin verdikleri bir saat içinde dışarıda gördüklerini oda arkadaşına da aktarıyor. Öyle canlı betimlemeler yapıyor ki, öbür hasta, dışarıdaki o renkli hayatı dinlemek için her gün o saati iple çekiyor. Adamın anlattığına göre pencere, içinde çok güzel bir göl olan parka bakmaktadır. Parkta türlü renkte çiçekler, ulu ağaçlar, ördekler, kuğular, birbirleriyle sarmaş dolaş sevgililer... Bir şenlik gününü nasıl anlattıysa, odanın öbür ucundaki hasta, hayalinde nerdeyse bando sesleri duyuyor. Aradan günler, haftalar geçer. Bir sabah, pencereye yakın hastanın sabah temizliğini yapmaya gelen hemşire, onun cansız bedeniyle karşılaşır. İlgililere haber verir, adamın ölüsünü alıp götürürler. Hayat böyle bir süreç; ölenin boşluğu doldurulur. İsteği üzerine, hastayı pencereye yakın yatağa taşırlar. Ölenin anlattıklarını kendi gözüyle görecektir. Yerinden kıpırdaması sakıncalı olmasına karşın, duyduğu acıya aldırmadan dirseğinden destek alarak dışarıya bakar. Pencereden bomboş bir duvar görünmektedir! Hemşireye, “Ölen arkadaşım, acaba boş duvara bakıp hayalinde neden böylesine güzel manzaralar çiziyordu” diye sorar. Hemşire, “Adam kördü. Boş duvarı bile görmüyordu!..” der. Kısaltıp üslubunu değiştirerek aktardığım bu öykücüğü ileten kişi, anlatının sonuna şunu da ekliyor: “Paylaşılan dertler yarısı kadar üzer, mutluluklar ise iki katı artar.” Kanımca öyküde vurgulanmak istenen ana düşünce bu değil. Duyguların nasıl bir yol çizdiğini kimse kestiremez. Soru şudur: Adam, arkadaşını mutlu etmek için mi hayalinden geçenleri anlatıyordu, yoksa hayal dünyasını besleyen bir güdü mü depreşiyordu içinde? Bu sorunun yanıtı yok. Stefan Zweig’ın, “Gözler az gördüğü, kulaklar az duyduğu ölçüde hayal gücü artar” sözünün mantığını da pek inandırıcı bulmuyorum. Yahya Kemal Beyatlı’nın “İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar” dizesinin karşıtı “Umut fakirin ekmeği, ye Memet ye!”dir. Gerçek, hayalde değil; görmeişitmekoklamadokunmaduymatat alma duyularıyla algıladıklarımızdadır. İnsan, düşünce ve duygularıyla bir kurgu yaratıcısıdır. Hayal etme de ancak duyusal algılananların çağrışımlarıyla gerçekleşir. Ölen kişinin anlattıkları, çağrışımlarıyla algıladığı kurgu gücünün ürünleridir. Bu yönden öykünün içeriği, gerçekten saptırılarak ona bir ana düşünce yakıştırılmış. Günümüzün, “seri imalat” romanlarında yapıldığı gibi... Goethe’ye kulak verirsek anlaşılacaktır bu: “Hayaller, hayatın çiçekleridir. Pek çoğu ardında hiçbir iz bırakmadan solup gider, meyve vereni pek azdır; meyveler de pek ender olgunlaşır.” G binyazar@ gmail.com Tuzda tavuk Bu yemeğin konuyla pek ilgisi yok ama heykelleşmiş memlekete karşı hırsınızı alamazsanız çekiçle parçalamanıza, bir nevi put kırmanıza imkân verebiliyor. Zevkinize göre tuza istediğiniz siyasi şahsiyetin suretini nakşedebilir, bunu yaparken sanatkâr kişiliğinizi, çekiç ile kırarken de isyankâr ruhunuzu keşfedebilirsiniz. 1 tavuk (yaklaşık 1.200 gr.), 1.52 kg. kaba turşuluk tuz, taze otlar kekik dalları, biberiye vb., 3 yumurta akı Tavuğun içini dışını iyice yıkayın ve tamamen kurulayın, Tavuğun derisi ile eti arasına elinizi sokarak derinin etten ayrılmasını sağlayın. Taze otları derinin altına yerleştirin. Tuz ile yumurta aklarını karıştırın. Tercihen toprak yoksa ısıya dayanıklı cam veya metal bir servis tepsisinin dibini bir parmak kalınlığında tuz ile kaplayın. Üzerine tavuğu oturtun. Kalan tuz bulamacını bir nevi hamur gibi tavuğun her tarafını kaplayacak gibi sıvayın. Arada hiç hava kalmamasına ve gevşek olmamasına dikkat edin. Önceden 200 dereceye ısıtılmış fırında 1.5 saat kadar pişirin. Servis yaparken çömlek gibi sertleşen tuz katmanını çekiçle kırın ve tuzu tamamen ayıklayarak tavuğu servis yapın. G Tüm çocuklar yaratıcıdır stün zekâ doğuştan gelir ve üstün zekâlılara özel bir eğitim verilmelidir. Eğitime önem verilmediği takdirde bu yetenekler kaybolur. Yaratıcılık ise herkeste vardır ve geliştirilebilir. Bu sözlerin sahibi, ABD’deki zekâ, yaratıcılık ve yetenek geliştirme merkezi Torrance Center’in Başkanı Prof. Dr. Bonnie Cramond, FİGEN Üstün Zekâlılar Enstitüsü’nün davetlisi olarak ATALAY Türkiye’deydi. Prof. Cramond, Bilfen Çamlıca İlköğretim Okulu’nda, annebabalar ve eğitimcilere, üstün zekâlı çocukların yaratıcılıklarının geliştirilmesi ve bu noktada uygulanabilecek etkinlikler konulu bir konferans verdi. Üstün zekânın yalnızca yüksek IQ olmadığını vurgulayan Prof. Cramond, şunları söyledi: “Üstün zekâlıların eğitimi önemlidir. Özel bir eğitim verilmelidir. Eğitime önem verilmediği takdirde bu yetenekler kaybolur. Yaratıcılık ise herkeste vardır ve geliştirilebilir. Yaratıcılıktan söz ederken insanlar ‘ben yaratıcı değilim’ derler. Yaratıcılık sadece sanatçılarla ilgili değildir. Gün içinde karşımıza çıkan problemleri çözerken bile kişi yaratıcı olabilir. Buluşa ve Etkinlik Ü ifadeye dayalı yaratıcılık var. Buluşa dayalı yaratıcılık matematik, bilim ve sosyal alanda görülüyor.” Prof. Dr. Bonnie Cramond, yaratıcılık testlerinin anaokulu ve okulöncesi yapılabildiğini, çocuklarında farklılıkları gözlemleyen anne babaların zekâyı ölçmekten çok destekleyici olmalarının öneminin altını çizdi. Katılımcılardan gelen “Sınır ne olmalı?” sorusunu ise Cramond şöyle yanıtladı: “Öncelikle çocuğunuzun güvenliğini gözetmelisiniz. Onun dışında makul ölçülerde sınırlar kalkabilir. Tabii anne veya öğretmenin de bir tolerans düzeyi vardır. Mesela Steven Spielberg’in annesi, oğlunun film çekimi için bütün mutfağı ketçapla boyamasına izin vermiş. Başarılı olmaya izin verirken başarısız olmaya da izin verilmeli.” Üstün Zekâlılar Enstitüsü Direktörü Mehpare Kınık Omar ise “Bu konuda ülkemiz çok geride. Üstün zekâlı çocuğa, daha okulöncesinden başlayarak ayrıcalıklı bir eğitim verilmesi gerekir. Eğitim almayan ya da normal eğitim standartlarında alan üstün zekâlı çocuk, maalesef gelişme gösteremez” dedi. G figenatalay@yahoo.com Bugs Bunny ve arkadaşları sirkte! evimli kahramanlar Bugs Bunny ve arkadaşları; Ülker Smartt sponsorluğunda Barselona Sirki ile birlikte Türkiye’ye geliyorlar. “Bugs Bunny ve Arkadaşları Sirkte” organizasyonu, 28 Ocak13 Şubat 2011 tarihleri arasında S İstanbul’da gösteri yapacak. Gösteri, 18 Şubat15 Mayıs tarihleri arasında da Bursa, İzmir, Ankara, Kayseri, Adana ve Mersin'de çocuklar ve aileleriyle buluşacak. Gösterilerin biletleri Biletix’te. G Kütüphanesiz okul kalmasın ilim İlaç Toplum Gönüllüleri’nin oluşturduğu Tiyatro Kulübü’nün sahnelediği “Alaaddin’in Sihirli Lambası” oyunu ile ilköğretim çağındaki 712 yaş grubu çocukların tiyatroyu sevmesi ve kütüphanesiz okul kalmaması hedefleniyor. Gösterilere gelen çocuklardan herhangi bir ücret alınmazken, misafirler giriş bedeli olarak 712 yaş grubu C M Y B C MY B B çocukların kişisel gelişimine katkıda bulunacak 1 adet kitap getirmek zorunda. Toplanan kitaplar ile Milli Eğitim Müdürlüğü’nün belirleyeceği bir köy ilköğretim okuluna Bilim İlaç Toplum Gönüllüleri Kütüphanesi kurulacak. Geçtiğimiz günlerde Yakın Doğu Üniversitesi’nde, KKTC’li minik izleyicilerle buluşan oyunla birlikte kütüphane sayısı da 5’e yükselmiş oldu. G