Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 OCAK 2011 / SAYI 1295 11 Bu kitap iyi niyetli bir provokasyon Türkiye’deki reklam tarihinin mihenk taşlarından Atilla Aksoy yeni kitabı “Yoksa Siz Hâlâ”da reklam, marka ve pazarlama üzerine düşüncelerini ironik ve bıçkın bir dille anlatıyor. Derdi, kısır gündemimizde bir kıvılcım yaratmak. Kendi tanımıyla iyi niyetli bir provokasyon bu. ALİ DENİZ USLU SELÇUK EREZ “Domuz bağı”nın filmi Sene 2050... Film yapımcısı galadan önce düzenlenen basın toplantısında gezetecilerle görüşmektedir: Hatırlayacaksınız 2011 yılının ilk aylarında 102. madde nedeniyle tahliye edilmişlerdi. Bize hapislerde yıllar boyu çürütülmüş bu zavallılardan neden sadece Hurşit Efendi’nin hayatını filme çektiğimizi soruyorsunuz... Bunu sebebi bir tek onun bana rüyamda görünmesi ve “Abi filmini yapmadığın bir ben kaldım... Oysa benim hayatım roman... Artık bizi de çek!” demesidir. Gazetecilerden biri sordu: Filmi bu rüyadan kaç gün sonra çektiniz? Yıllar sonra... Çünkü yeterince hazırlanmam için altı yüz elli kişiyle görüşmem, eski Türkçe öğrenmem ve yedi yüz altmış cilt eser okumam gerekti... Zamanının başbakanıyla görüşüyormuş filimde... Evet, bir seçimden hemen önce ona büyük bir cesaretle bir soru soruyor, “Neden bizim mahallede kömür dağıtmadınız? Bizim kafamız kel mi?” diyor... Hurşit Efendi isyancı, yumurta atan filan bir tip miydi? Hayır, çevresinde kendi halinde, kimseye zararı olmayan, karınca bile ezmeyen bir insan olarak tanınırdı. Çok nadiren dışarı çıkardı. Rahmetli, hücre evinde zamanını araştırmalar, incelemeler yaparak, internet izleyerek, yandaşlarıyla skype’da konuşarak geçirirdi. Ne arardı? Aslında TÜBİTAK’a başvurmuştu... Araştırma tezi başlangıçta kabul edilmiş, ona küçük bir fare laboratuvarı tahsis edilmişti. Orada hangi deneyleri yaptı? Fare deneyleri yaparak daha gelişmiş, daha insancıl bir domuz bağı icat etmek için çok çalıştı... Ama filimde bir süre sonra yönetime kızıp TÜBİTAK’tan ayrılıyor. Evet, çünkü birilerinin laboratuvarına gizlice girip deney yaptığı fareleri zehirlediğini anlıyor... Bunlar dış mihraklı ajanlar.. Deney hayvanları ölmesin diye fare zehirini kafasına dikip içtiği sahne çok etkileyici... İnsan gözyaşlarını tutamıyor... Evet, bu Hurşit Efendi’nin yüzlerce kerametinden sadece biridir... Ama işin aslının böyle olmadığı, fare zehirinin sahte olduğunun anlaşıldığı söyleniyor... Hurşit Efendi’nin başka kerametleri de var... Bunlara da sahte demek imkânsızdır... Mesela? Mesela 80 kişinin öldürülmesiyle itham edildiği halde serbest kalması... Vallahi doğru! “Domuz bağı” filminin galası ve onu izleyen gösterileri pek çok seyirci tarafından izlenmiş, gişe gelirlerinden bir kısmı, biri Sudan’da, biri Fildişi Sahili’nde, biri de Tanganika’da Türkçe eğitim yapan okullara araştırma laboratuvarlarının sağlanması için harcamış, o laboratuvarlarda zamanla yüzlerce genç yetiştirilmiştir. G selcukerez@gmail.com Fotoğraf: UĞUR DEMİR B iz reklamların replikleriyle, oyuncularıyla oyalanıp duralım, yıllık ciroları milyon dolarları bulan reklam ajansları ve reklamverenler tüketim kodlarımızla oynuyor. Hangi meslek ve hangi cinsiyetten olursak olalım reklamcıların “hedef kitle”si olmaktan kurtuluş yok. Reklamcılığın usta isimlerinden Atilla Aksoy da kendi reklam cehennemini yeni kitabı “Yoksa Siz Hâlâ”da anlatıyor. Bu kitap yalnızca sektörde çalışanlar için değil, reklama maruz kalan herkes için farklı bir tecrübe. Aksoy, “Vasatlıktan rahatsız olduğum için yazıyorum. Değişmeliyiz” diyor, “farkında mısınız yumurta kapıya geldi kırıldı, çürüdü, bitti, kokuyor? Bize cesur işler gerekli!” İşte bir reklamcının reklamla ve sektörle hesaplaşmasına dair anlattıkları. Reklamdan kaçış yok. Televizyonda, radyoda, gazetede. Bir fotoğraf ya da bir cümle... Hoşa gitmekle kızmak arasında kalıyoruz çoğu zaman. Reklamın ne olduğunu söylemek zor, belki de ne olmadığını söylemek gerekli. Ne dersiniz? Reklam nedir sorusu 15 yılda bir sorulur ve cevapları hep değişir. Mesela 20 yaşına gelmiş ortalama bir televizyon seyircisi tam iki yüz bin televizyon reklamı izlemiştir. Marka bombardımanı! Şaka değil bu. Reklam hedefi her yerde bulur. Reklamcının burada görevi marka ile bugünkü müşteriyi, “tüketiciyi” buluşturmak. Tabii reklamcılık yüzyıl ya da elli yıl önceki gibi değil. Çünkü dünya çok hızlı değişti. Bugün artık daha iyi çalışan bir çamaşır makinesinin peşinde değiliz. Çünkü genelde hepsi iyi yıkıyor, sessiz ve tasarruflu. Tüm ürünlerin standartları aynı. Markaya yönelik anlayışımız da iki nedenden dolayı azaldı. Artık küçük farkları önemsemiyoruz ve zihin kumbaramız doldu. Fazla ve gereksiz bilgi istemiyoruz. Belki o yüzden daha çok kızıyorlar reklamcılara. İki yüz bin reklam tecrübesi olan biri için reklam nedir ki? Bağışıklık kazanmış durumdayız. İşiniz gerçekten çok zor. Elbette, artık ciddi bir filtre var insanların duyu organlarında. Reklamcı bunun bilincinde. Bu yüzden iletişim bağını bir gönül bağına dönüştürmeye çalışıyor. Reklamın rolü de değişmeye başladı. Türkiye’deki reklamcıların değil de reklamverenlerin hatası tüketicinin değişen bir varlık olduğunu görmezden gelmesi. Bir dönem yol haritalarını bize danışan reklamverenler uzun bir süredir uzman olduğumuz bir alanda bile pek ender dinliyorlar bizi. Unutmuyorum, küçükken kumbaram vardı. Herkes içine para atsın diye ortaya koyardım. Sonra açtım çünkü doldu. İçinde hep bozukluklar vardı. Ne bisiklet hayalimi ne de forma hayalimi gerçekleştiremedim o parayla. Ben de üzerine bir not yazdım “lütfen bozuk para atmayın” diye. Artık reklamcının da medyanın da insan zihnine bozuk para atmayı bırakması gerekir. Türkiye’nin reklam tarihinde önemli bir isimsiniz. Çizdiğiniz tablo ise karamsar. Hiç mi ilerlemedi reklamcılık? Çok ilerledi ama ortalamamız düşük. Belki de vasat. Şu ana bile geçmiş zaman olarak bakmak gerekli. Bu ülke krizlerle büyüdü ama sırf bu yüzden günü kurtarmak büyük bir hata. Dünyanın en büyük 17. ekonomisiysek dünyaca ünlü 17 markamız olmalı. Var mı? Yok! Yani kumbaranın içine hâlâ bozuk para atılıyor ve üstüne “lütfen bozuk para atmayın” yazan da yok. Yerimizde durmak için patinaj çekiyor, yerimizden geri kaymamak için koşuyoruz. Parlak ve ödüllü işlerimiz olsa da sağlam, sahici, dürüst bir marka stratejisi sürdüren kurumlar çok az. Uluslararası arenada oyuncu bile değiliz. Zaten kitabın adı da buna bir göndermeydi, eskiden yazdığım bir reklam slogan; “Yoksa Siz Hâlâ...” Gerçekle imaj arasındaki fark flulaştıkça şu altyazıya ihtiyaç duyuluyor: Bu bir reklamdır. Reklam tüm bunların “günah keçisi” mi? Derdim, tasam, kısır gündemimizde bir kıvılcım yaratmak. Bu bir provokasyon. Reklamın nasıl bir cehennem olduğunu anlatmak hep yaptığım ve yapacağım bir şey. Vasatlıktan rahatsız olduğum için yazıyorum. Reklam hem katil hem maktul. Kendinize rağmen bir kitap bu. Değişmeliyiz. Bu coğrafyanın sıkıntısı zarar ettiğinde değişimi düşünmek. Bizim için değişim kötü durumlarda olur; yumurta kapıya gelmeden... Farkında mısınız yumurta kapıya geldi kırıldı, çürüdü, bitti, kokuyor? Bize cesur işler gerekli. Reklam ve magazin aynı şey gibi algılanıyor. Peki ya bunun suçlusu kim? Medyanın magazine verdiği ağırlık ve reklamcıların bir yol olarak magazini görmesi bunu dönüşü zor bir yola soktu. Hatamızla büyüyoruz. Az çalışmanın rahatlığından kurtulmamız gerekli önce. Bu iş bir tutku işi ama biz tembeliz. Medyanın oyunu içinde bizi “top toplayan çocuk” gibi görmekten vazgeçmesi lazım. Televizyon reklamları film gibi. Kusursuz çekimler, erkekler, kadınlar ve maliyetli sahneler. Tüm bu prodüksiyon maliyetlerine inat markadan aklımızda kalan çok az şey var. Yeni nesil reklamlar artık hep böyle mi olacak? Bu bir hastalık, deformasyon. İşin tekniği işin önüne geçti. Reklamın sanatı iletişim kurma sanatıydı ama biz onu görsel sanat yaptık. İşte yorum farkının ürkütücü bir sonucu. Kitabınızın bir bölümünde Gordon MacKenzie’den “alışkanlığın doğurduğu kontrol etme tutkusu, bir süre sonra bizzat alışkanlığın bekçisi haline gelir” diye bir üst başlık var. Sanırım biz de alıştığımızı seviyoruz. Bu yoldan çıkmak çok mu zor? Bir koy üç al, iki koy bilmem kaç al. Kim böyle bir slogana tavizsiz kalabilir ki? İşte yirmi yıl önceki sloganım aynen yine geçerli; “yoksa siz hâlâ?” G Espirisentır Misafir şair Yolda çakıltaşının birine Şut çeke çeke yürüyorum. Serince bir rüzgâr. Yolda çakıltaşının birine Şut çeke çeke yürüyorum. Takla atıp duruyor çakıltaşı. Çakıltaşı, çakıltaşı Ne zaman uyanacaksın sen? Boi Shigeji Türkçesi: L. Sami Akalın Hamamböceğinden aynı tas, aynı hamam aciliyetten satılıktır. Bugün doğanlar için G Torba çorba G Belge sote G Medya şerbet Misafir çizer: Halis Dokgöz Dimyat’a pirince giderken, marketteki promosyonu kaçırma! İbrahim Ormancı Petşop Sahibinin sesi Yel esmeyince kral bile uçurtmasını uçuramaz. Fırsat..Fırsat.. Off the record AB nüfusunun dörtte biri yoksulluk riskindeymiş.. Riskini de al gel!.. C M Y B C MY B