18 Haziran 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 27 HAZİRAN 2010 / SAYI 1266 ATAOL BEHRAMOĞLU Yaşamın anlamı üzerine (II) Z or bir konu üzerinde olduğumu biliyorum. Belki en doğrusu genellemeleri bir yana bırakarak geçen hafta sözünü ettiğim kitaba dönmek. Psikiyatr Victor E. Frankl “İnsanın Anlam Arayışı” adlı kitabında, Nazi toplama kamplarındaki deneyimlerinden yola çıkarak yaşamın anlamının sevgide odaklandığı sonucuna varıyor. İnsan kimliğimizi yitirmek üzere olduğumuz en güç zamanlarda da, sevdiklerimizin imgesinde yoğunlaşmak bize dayanma gücü verecektir. Dr. E. Frankl yaşadığı acı deneyimleri genelleştirerek, insan yaşamının anlamının sevgi olduğu sonucuna varıyor. *** Bu konu üzerinde düşünmekteyken birkaç gün önce Taksim’in arka sokaklarındaki bir ayak üstü sahafta bir hazineyle karşılaştım: Karamazov Kardeşler’in dilimize Leyla Soykut tarafından yapılmış ve dört ciltte (3. ve 4. ciltler bir arada) yayımlanmış tam çevirisi… Dostoyevski’nin büyük yapıtını çok zamanlar önce, daha öğrencilik yıllarımda Rusçasından okumuş, sonralarda da Türkçesini okumak gereksinimini duymamıştım… Fakat karşıma çıkan hazinenin yanından kayıtsızca geçemezdim. Kitapları aldım ve eve dönerken de ilk ciltte Oscar Miller imzalı uzunca önsözü bir çırpıda okudum. Dostoyevski’nin çağdaşı, Alman asıllı Rus edebiyat profesörü Miller, Karamazov Kardeşler’de yazarın anafikrinin sevgi kavramında odaklandığı belirtiyor. Kendi benimizin dışına taşarak başka insanlara duyduğumuz sevgide yoğunlaşmak, “içimizde yepyeni bir varlık, bambaşka bir insan” uyandıracaktır. İnsan kendisinde ancak böylece “yeni bir ruh” ve her türlü sıkıntıya katlanma gücü bulabilir… *** Victor E. Frankl’ın kitabını okurken onun Dostoyevski, Tolstoy gibi büyük Rus hümanist yazarlarıyla yakınlığını duyumsamış, kimi yerlerde onlara göndermelerde bulunduğunu da görmüştüm. Geçen haftaki Pazar yazımın son paragrafında, daha sonra söz konusu edeceğimi söylediğim “itirazlar”ımın kaynağı da buradan başka bir yerde değil… Yakınlarımızdan başlayarak başka insanlara duyduğumuz sevginin sağaltıcı önemine sanırım sağlıklı hiç kimsenin itirazı olamaz… Benim itirazım, sevginin, sadece sevmenin, edilgen bir değer olarak yüceltilmesinedir… Victor E. Frankl’ın kitabında anlatılan cehennem ortamında, yapılacak başka bir şey olmadığı kabul edilebilir. Fakat bütün bir yaşam alanında, sadece sevmek, sevdiklerimizin imgesinde yoğunlaşmak içimizde yepyeni bir varlık uyandırmaya, bambaşka bir ruh bulmaya yeterli olabilir mi? Tam bu noktada Karl Marx’ın “Filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler, aslolan onu değiştirmektir” diye özetlenebilecek özdeyişi akla geliyor… Bu özdeyiş, yaşamın anlamı kavramına da uygulanarak, şöyle denemez mi; Sadece sevmek yaşamı anlamlı kılmaya yeterli olamaz. Kendimizle birlikte yaşama da yeni bir ruh, yeni bir varlık, yepyeni bir anlam kazandırmak; daha adil, daha insanca, sevginin çok daha büyük ölçülerde egemen olacağı bir dünya kurmak için çaba ve emek harcamakla sağlanabilir ancak… G [email protected] Biz de kazandık, kazanıyoruz... ESRA AÇIKGÖZ Metin Yeğin’in ilk uzun metrajlı etris Cezaevi’nden özgürlüğe açılan bir tünelin içinden ilerliyorlar. Işık gözüktü... Buruk bir mutlulukla adım atıyorlar. Dışarıdalar ama ya kalanlar? Bu bir kaçış hikâyesi, ama aynı zamanda kalanları da anlatıyor. İçinde hüzün de var, neşe de, acı da var, mutluluk da. Çoğunlukla gülerek izlettiriyor kendini. Zaman zaman düşüncelere daldırıyor. Metin Yeğin’in ilk uzun metrajlı kurmaca filminden bahsediyoruz: “D”. O da ne mi? Dürüstlük, doğruluk, dayanışma, direniş... Kısacası “Devrimci”. “D” yanlışlıkla hapse atılanların ya da “masum”ların filmi değil, aksine suçun en büyüğünü işleyenleri anlatıyor. Tıpkı ateşi çalıp insanlığa götüren Prometheus kadar suçlu onlar! Dünyayı değiştirmek istedikleri için yargılanıyor, hapse atılıyorlar. Uzun lafın kısası, ne Deniz Gezmiş “masum” bir çocuk, ne de Mahir Çayan “yaramaz çocuk”. Filmin Brecht’in “Banka soymak mı? Banka kurmanın yanında hiçbir şey” sözüyle başlaması bundan. Aman aklınıza bienal gelmesin, Yeğin bu filmi bitirdiğinde Brecht daha bankaların prestij projelerinin eline düşmemişti. Politik nedenlerle hapiste yatan bir grup tutuklunun 1988’de Metris Cezaevi’nden firarını anlatma fikri Yeğin’in aklına 2000’de düşüyor. Ancak F tipi cezaevlerinin gündemde olması, imkânlarının yetersiz olması nedeniyle beklemeyi seçiyor. Ta ki bugüne kadar... Gerçek bir hikâyeden yola çıkıyor Yeğin, ancak filmin kurmaca olduğunun altını da her fırsatta çiziyor. Filmde abartı yok, hatta Hemingway’in dediği gibi “Gerçek olamayacak kadar gerçek” aslında. Filmi kurmaca yapansa, karakterleri. Hepsi, hem herkes olabilir çünkü, hem de hiç kimse. Hiçbirini kahraman yapmıyor Yeğin, film bittikten sonra isimlerinin aklınızda bile kalmaması bundan. Adlarını hatırlamaya gerek yok ki zaten. Onlar bu dünyayı değiştirme suçunu işleyen bir grup insan. Kim bilir belki de sizsiniz... Bu bir grup insanın yolu hapisten çok daha öncesinde kesişiyor. Biri gözaltına alınırken diğerini eylem planı hazırlarken izlettiriyor bize Yeğin. Sonra da hepsini hapiste buluşturuyor. Neden mi? Bırakalım Yeğin anlatsın: “Çünkü bana kalırsa bizim nesil bir şekilde birbirine bağlıydı. Bizim yenilgimiz de aslında bu birbirimize bağlılığımızın kopukluğundan kaynaklı”. M kurmaca filmi “D”, 1988’de Metris Cezaevi’nden kaçan devrimcileri anlatıyor. Bu bir zafer hikâyesi. Yeğin biliyor ki sol hep kaybetmiyor kazandığı da oluyor ve bu mücadele olmasa dünya çok daha kötü olabilirdi. “D”, Metris Cezaevi’ndeki tutukluların kaçışını anlatıyor. Biraz hüzünlendirip çokça güldürerek... Fotoğraf: VEDAT ARIK İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Yayın Yönetmeni: Ayşe Yıldırım Görsel Yönetmen: Aynur Çolak Sorumlu Müdür: Miyase İlknur Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2 34381 Şişli / İstanbul (0212) 343 72 74 (20 hat) Reklam Genel Müdürü: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Reklam Koordinatörleri: Hakan Çankaya / Neşe Yazıcı Rezervasyon Yönetmeni: Onur Tunalı (0212) 251 98 74/ 75 / 343 72 74 (554555) Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt / İstanbul Cumhuriyet gazetesinin parasız pazar ekidir. Yerel süreli yayın. ([email protected]) Kimileri belgeseli uzun metraja bir geçiş olarak görür ama Yeğin onlardan değil. Öyleyse bize dünyanın sokaklarını, direnişlerini, yeryüzünün lanetlilerini anlattığı belgesellerden sonra neden mi bir uzun metraj film yapmış? Kendini tekrar etmekten korktuğu için. Onun asıl derdi “anlatmak”, insanlara dünyayı değiştirmenin mümkün olduğunu göstermek; yöntem ikinci sırada geliyor. “Her bir dakikada üç kişi açlıktan ölüyorsa, bu alçak dünyanın değişmesi gerekiyor” diyor kızgın sesiyle. O da bu yüzden zaman zaman belgesel yapıyor ya da dünyanın farklı üniversitelerinde ders veriyor, kitap yazıyor. Bunların hepsi dünyayı değiştirmenin aracı onun için. Yine de görüntünün yeri ayrı, gücü de. Görüntünün gerçekliği aştığını düşünüyor. Nasıl düşünmesin? İnsanlara gördüklerini, seçenekleri olduğunu anlatıyor bıkıp usanmadan, yine de onu televizyonda gördükten sonra “Ya meğer sen neler yaşamışsın” diyorlar, sanki yüz yüze hiç anlatmamış gibi. Mademki, var olmanın yolu beyaz camın arkasından, görüntüden geçiyor, mademki 21. yüzyılın tanrısı televizyon, o da bu silahı sisteme karşı kullanıyor. O, bir taraf. Tarafsızlık güzellemelerine inat, öyle de kalacak. Aksinin olabileceğine de inanmıyor, çünkü bir gerçek var ki, kamerayı nereye koyarsanız o taraftan anlatırsınız hikâyeyi. O, filmi için kamerayı devrimcilere döndürüyor. 12 Eylül’ü ya da solu anlatan filmlerin hep yenilgiyle bitmesinden bıkmış. Evet, çok işkence gördüler, dayak yediler, canları yandı, yanıyor, ama bütün bunların içerisinde büyük direnişler de örgütlediler. Devrimcilerin gerçeküstü insanlar olarak gösterilmesinden, ciddi “abi” modellerinin sunulmasından da şikâyetçi. Çünkü biliyor ki, onca vahşetin, işkencenin içinde gülmeyi, dayanışmayı da bildiler. “Başka türlü dayanamazsınız, direnemezsiniz de zaten” diyor, o günleri hatırlamasının getirdiği bir gülüş yüzünde, “Bu, devrimcilerin gol attığı bir film”. İstiyor ki, insanlar filmden çıkınca “biz de kazanıyoruz” diyebilsin. Çünkü sol da kazanıyor. Geçen yüzyılda köleler Antiller’de altı saat çalışıyorlardı, bugün insanlık sekiz saat iş hakkını elde etti ama kim kullanabiliyor ki? DİRENMESEK DÜNYA CEHENNEMDİ Bugün dünyaya bakıp kim olduğu gibi kalsın diyebilir? Yeğin’e göre, şimdiye kadar ki mücadelenin bir işe yaramadığını söyleyenler nankörlük yapıyor, kim bilir o direnişler olmasaydı, hâlâ direnilmeseydi nasıl bir dünya tablosu çıkacaktı karşımıza? Kazanmak mutlaka iktidarın ele geçirilmesi anlamına gelmiyor ancak onun olması da mümkün! “D” ekimde vizyona girecek. Galasının İşçi Filmleri Festivali’nde yapılması tesadüf değil. Gösterim sonrası iki genç kızın konuşmalarına kulak kabartıyoruz. “12 Eylül filmi diye geldik, ağlayacağız zannediyorduk, ancak çok güldük” diyor biri diğerine. Gülüşüyorlar. Yeğin'in yapmak istediği tam da bu zaten. 19 yıl cezaevinde yatan, ölüm orucuna katılan ve onun izlerini hâlâ taşıyan bir kadın arkadaşı filmi izledikten sonra Yeğin’i arıyor. “Ben beş yıl Metris’te yattım, Ulucanlar’da tünel kazdım” diyor, “Onların aynısı verilmişti... Ben sıkıldım sürekli kasapların filmlerinin gösterilmesinden. Biz devrimciler kurbanlık koyunlar değildik, direniyorduk. O direniş içerisinde yeni bir yaşam örgütlüyorduk. Filmden çıktıktan sonra ‘oh be’ dedim, ‘oh be’. Film çok hoşuma gitti”. Filmde anlattıkları Yeğin için de uzak değil, devrimci olduğunda 12 yaşında Yeğin, ilk gözaltına alındığında 14, tutuklandığında 15’inde. 16’sında hüküm yiyor. 12 Eylül’ü hapiste karşılıyor. Televizyondan cuntanın geldiğini öğrenene kadar, o gün sıkılaştırılan güvenlik önemlerinin üst koğuştakilerin kaçma planı yüzünden olduğunu düşünüyorlar. Kulaktan kulağa, Endonozya’da cunta geldiğinde ilk önce mahkumların öldürüldüğü anlatılıyor. Ölümü bekliyorlar, öldürülmüyorlar... 12 Eylül Türkiye’de önemli bir travma, bunu yadsımıyor Yeğin. Ancak pasifliğin günah keçisi olarak hep onun öne sürülmesinden de bıkmış. Bu film bunlara da bir eleştiri aslında. Film, bitince jenerikte akan 120 ismi görüp şaşırmayın, bu her şeyiyle kolektif bir çalışmanın ürünü. Herkes gönüllü. Ekipmanlar dışında kimseye para ödenmemiş. Bu sıcaklığın filme de yansıdığını düşünüyor Yeğin. “Bizim kuşaktan kimse, yapı kooperatifine girip 20 yıl sonra devredilecek yerlere taksitler ödemeyi düşünmezdi. Bu bana hâlâ şaşırtıcı geliyor. Her şeyi paylaşmayı unuttuk, en büyük kaybımız da bu. Filmdeki kolektif üretime de vurgu yapmamızın nedeni bu” diyor. İşte “D” filmi unutulmuş bütün bu paylaşımı hatırlatıyor. Hayatımıza sinmiş karamsarlık arasında, yüzünüzde bir gülümse oluşturuyor, güç veriyor, çünkü zaman zaman devrimciler de kazandı, kazanıyor... G [email protected] C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle