22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 11 NİSAN 2010 / SAYI 1255 Bir tür tutunma derdi... Semih Kaplanoğlu, Bal Hakiki bir kıvam arıyorum filmi ile Altın Ayı ödülünü aldıktan sonra gala yapabilmek ve kopya sayısını arttırabilmek için birçok kurumun kapısını çalmış. Daha çok seyirci gelsin, bu filmlere ilgi artsın demiş ama kimseden olumlu yanıt alamamış. Şimdi soruyor: “Bizim filmlerimizi göstermeye çalışan sinema salonları dahi kapanırken biz nasıl filmlerimizi ayakta tutabileceğiz ve daha önemlisi bir sonraki Fotoğraf: Uğiur Demir Bal’da Yusuf’u canlandıran Bora harika bir çocuk. Nasıl buldunuz onu? Aslında ailesi oralı. Uzun yıllar orada yaşamışlar fakat ekonomik meselelerden dolayı anne ve baba bir dönem İzmir’e gitmiş ve çocuk da orada doğmuş. Fakat biz oraya gittiğimizde onlar tekrar köye dönmüş ve orada yaşamaya başlamışlardı. Yani ben oraya bir ay önce gitseydim Bora’yı bulamayacaktım çünkü onlar henüz 15 gün önce taşınmışlardı köye. Bir şansım da ilkokul birinci sınıfı İzmir’de okumuş olması. Bora gibi Süt’ün başrolü de amatör biri. Görünce “İşte bu” mu diyorsunuz? Çok konuşuyorum. Anlaşabilecek miyiz, kendini açacak mı, benim anlattığım hikâyeyle onun dünyasının çakıştığı noktalar var mı diye... Belli filmimizi yapacağız?” duyarlı olması gibi çeşitli sebepleri olabilir. Bunların tümü kendine ait bir dünya kurmayı sağlıyor. Neden anne oğul ilişkisine odaklandınız? Filmdeki Yusuf kadar olmasa da, ben de 20’li yaşlarımın başlarındaydım babam öldüğünde. Belki bu nedenle anne oğul üzerine eğildim. Bir de babayla olan ilişkiniz de, baba hep dışarıda olduğu için anneyle ikame ediliyor. Dolayısıyla doğduğunuz yer, ev hep anneyle bağlantılı aslında. O yüzden belki de anne ister istemez daha merkezde duruyor. ederseniz çocukluk evinizle yeni kurduğunuzun arasında müthiş bağlar olduğunu görürsünüz. Ben de bunu hissediyorum. O yüzden bu aidiyet meselesi. Ben de açıkcası hep o evi arıyorum ve özlüyorum. Üçleme kronolojik bir hayat öyküsü gibi olduğu için ister istemez geriye gideceğiz sanıyor insan. Oysa üç filmde bugünde geçiyor. Bu zamansızlık hissini bilerek mi yaptınız? Evet çünkü ben bugünün ruhunu kaybetmek istemedim. Bugünü hep tutmak istedim çünkü öbür türlü gerçeklikten giderek kopacaktık. Ayrıca şimdiki zamanda yaşıyorsak bizim gençliğimiz de, çocukluğumuz da içimizde. Onlarla birlikte yaşıyoruz. Bunu da biraz hissettirmek istedim açıkçası. Filmlerdeki bir tür rüyamsılık ve zamansızlıktaki kasıt bu işte. İçimizde yaşayan çocukluğumuz bugün de devam ediyor yaşamaya. Rüyamızda çocukluğumuza da gidebiliriz, geleceğe de... Ama hepsi şimdiki zamanda... Filmlerin kritik sahnelerinde ip var. İplerle bağınız nedir? İp meselesi hep vardı bende. Hatta Meleğin Düşüşü de iple başlar. İp tezgâhları ve ip yapan insanlar benim çocukken hep gördüğüm ve takip ettiğim bir şeydi. İlginç bir iş, yoktan var ediyorlar. Herhalde bir tür tutunma derdi. Üçlemede aynı oyuncular küçük de olsa diğer filmlerde rol alıyor. Bunu neden yaptınız? Ekip konusunda biraz “muhafazakâr” bir yapım var. Bir ekip kuruyoruz, herkes birbirini tanıyor. Çünkü film çekmek, ekipleşmek artık giderek artan egolar, insanların birbiriyle olan ilişkilerindeki meselelerle zorlaşıyor. O yüzden tanıdığım, sevdiğim, güvendiğim insanlarla kurduğum ilişki hep devam etsin istiyorum. Öbür taraftan da biraz üçlemenin iç içe geçmesinden dolayı böyle olmasını istedim. Ayrıca aslında her Yusuf, farklı bir Yusuf. O yüzden her bir filme diğer filmin oyuncuları sirayet edebilir. G duyguların izini sürmeye çalışıyorum. O duygular onda yerleşmiş mi, reaksiyonları nedir diye bakıyorum. Çünkü başka türlü amatör birine nasıl anlatabilirim? Onun kendi yaşam deneyiminin izleriyle örtüşüyorsa anlatabilirim bir tek. Gerekirse, onda o duygu yoksa senaryodan bazı şeyleri atıyorum ve onun bildiğine dönüyorum. Çünkü öbür türlü bir amatörle çalışmak çok zor. Hakiki bir kıvam bulmaya çalışıyorum yani. Oyuncu yerine amatörleri tercih ederek film yapmak bir süredir çok yaygın. Neden böyle tercih ediyorsunuz? Aslında benim illa ki amatörlerle çalışacağım diye bir kuralım yok. Eğer gerçeğini bulabiliyorsam gerçeğini tercih ediyorum. Bulamadıysam ve bir aktörle çalışacaksam da, aktörün bir amatör gibi kendi iç dünyasını bana açması, sınırlarını genişletmesi gerekiyor. Bazı oyuncular çok kalıplı, belli bir sistem ya da öğreti içerisinde kalarak oyunculuk yapıyor. Nejat (İşler) ile çok eski arkadaşız. O yüzden o benim ne yapmak istediğimi çok iyi biliyordu. Tülin (Özen) ise Meleğin Düşüşü’nde benle ilk kez çalıştığında oyuncu değildi zaten, daha yeni başlıyordu. O dönem amatör sayılırdı ama şimdi artık oyuncu ve o da benim ne yapmak istediğimi biliyor. Benim için önemli olan bir ekip kurmak. Her filmde yeni katılan arkadaşlarla hep beraber bir şeyler yapmak. Mesela Tülin, Süt ve Bal’da aynı zamanda bana asistanlık da yaptı. G nce 40’lı yaşlarında tanıdık sakin, sessiz ama içten içe çok duyarlı şair Yusuf’u. Sonra gençlik yıllarına yolculuk yaptık. Şair olmak isteyen bir taşralının sıkıntılarına, modernizmin gelişiyle yüzleştiği arada kalma hissine ve annesiyle ilişkisine tanıklık ettik. Şimdi sıra Yusuf’un naif çocukluğunda; Bal’da... Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı’yı alan “Bal” cuma günü vizyona girdi. Biz de “Yusuf Üçlemesi”nin; Yumurta, Süt ve Bal’ın senarist ve yönetmeni olan Semih Kaplanoğlu’yla konuştuk ve Yusuf’la beraber bir yolculuğa çıktık. “Yusuf Üçlemesi”ni yapmaya nasıl karar verdiniz? Meleğin Düşüşü’nden sonra “Aydınlık Gün” adında, aslında Süt’ün senaryosu diyebileceğim, 18 yaşında taşralı bir şairi anlattığım bir senaryo yazmıştım. Bu senaryoyu biraz daha ayrıntılandırmak için karakter üzerine düşünürken “Bu karakter 40 yaşında ne yapar? Nasıl bir hayatı olur acaba? Ya da çocukken ne yapardı? Nasıl bir çocukluğu olmuştu, onu neler etkilemişti?” diye düşünüyordum. Böylece bunu üçleme yapabiliriz diye bir fikir oluştu. O günden sonra biz Orçun Köksal’la beraber Yumurta, Süt ve Bal’ı bir arada düşünüp yazmaya başladık. Çünkü içlerinde bir matematik ve organik bağ olsun istedik. Neden hikâyeyi sondan başa doğru anlatmak istediniz? Önce Süt’le başlayabilir miyim ŞİRİN diye düşünüyordum. Fakat sonra o zaman 40’lı yaşlarındaki biri olarak GÜVEN 40’lı yaşlardaki Yusuf’un bana daha yakın olduğunu, bu anlamda işe en iyi bildiğim şeyle başlamam gerektiğine karar verdim. Ben de şu anda büyük şehirdeyim, annemden uzakta yaşıyorum gibi benzerlikler de vardı. Bu durumu daha iyi biliyorum diye buradan başlayıp geriye doğru gitmeyi uygun gördüm. Aynı zamanda psikanaliz de bunu yapıyor, insanın şu anını anlamak için geriye doğru bakıyor ve oradaki meseleleri anlayıp bugünü yorumlamaya çalışıyor. Karakteri giderek soyduk, özü nedir diye baktık. Üçlemenin otobiyografik bir yanı var mı? Bu üçlemenin yarısına yakını bana yakın şeyler. Yusuf karakterinin duyarlılığı benim içimden çıkan bir şey mesela. Ayrıca benim de şiirle çok yakın bağlarım oldu, hâlâ da öyle. Ortak senarist arkadaşımın da kattığı şeyler oldu tabii. Aslında bu süreçte birçok insanla konuştum, herkesin çocukluğundan yola çıktım. Gençlerle taşrada, Anadolu’nun çeşitli kasabalarında çok konuştum. Hayattan beklentilerini, sıkıntılarını öğrenmeye çalıştım. Tek başıma benden çıkmış çıkmadı ama tabii ki bizzat benim yaşadığım şeyler de var. Ne gibi? Mesela Bal’daki gibi okulda heyecanlanıp, normalde yaptığım şeyi yapamadığım zamanlar olurdu. Çünkü evden ayrıldığınız andan itibaren bir rekabet başlıyor. Başka çocuklar, başka bir hayat, başka ilişkiler var ve orada var olmak istiyorsunuz. Ben ve benim gibi birçok çocuk da ilkokulda benzer sorunları yaşadı. Mesela bizim sınıfta da Yusuf gibi okumayı sökünce takılan kurdeleyi en son takan çocuk bendim. Yani bu benim yaşadığım bir sorunumdu. Yusuf çok duyarlı bir çocuk. Bu duyarlılık ister istemez yalnızlığı da beraberinde mi getiriyor? Evet. Ben kendi çocukluğumu hatırlıyorum, çok sınırlı arkadaşlıklarım vardı. İlişki ve iletişim kurma konusunda rahat biri değildim. İnsanın kendine ait bir dünya kurabilmesi de biraz o yalnızlıkla alakalı diye düşünüyorum. Bunun çocuğun ailesiyle olan ilişkileri, kendiyle olan meseleleri, ifade etme konusundaki sorunları ya da aşırı Ö ŞİİRSEL BİR ANLATIM DİLİ Çok hoş bir anlatım diliniz var. Filmdeki objeleri bizim için anlamlı hale getiriyorsunuz ve bir tekneye başka anlamlar yüklüyoruz mesela. Bunu nasıl sağlıyorsunuz? Şiirle kurduğum bağlantılarla, imgeleştirmeyle ilgili sanırım. Şiir dilin temsil ettiği her şeyi kıran, parçalayan, bozan ve oradan yeni bir şey çıkaran bir şey. O zaman nesnelerin ya da dünyanın görüntüsünün geri planını, görünmeyenini göstermek, kelimelerin ifade ettiklerinin ötesine geçmek mümkün oluyor. Sinemada da etrafımızda görünen her şeyi farklı bir boyuta nasıl sıçratabileceğimizi düşünürüm. İnsanın hayatla olan ilişkisinde onların nasıl bir etkisi var mesela? Sanatta imgeleşmeyle nesneler kendi anlamının ötesindeki anlamlara gitmeye başladıklarında başka bir şey olmaya başlıyorlar. Benim böyle anlatmaya şiirle olan ilişkimden kaynaklanan bir yatkınlığım var. Ev, aidiyet kavramına odaklanıyorsunuz bir de... Belki de hep aradığımız, içinde olmak istediğimiz, dünyayı tanıdığımız ve ilk ilişkilerimizi kurduğumuz mekân ev. Bir Fransız düşünürün dediği gibi aslında insan hep, başka evlerde de çocukluğunun düzenini arar. Eğer dikkat Gala için hiçbir kurum destek vermedi Bal’la Altın Ayı’yı almak ne hissettirdi size? Üçlemeye verilmiş bir ödül olarak hissettiniz mi? Evet, aynen öyle hissettim. Onlar belki tek filme verdiler ama ben 3 film için de almış gibi hissettim. Tabii insan çok iyi hissediyor doğal olarak. Filmin değerlendirilmiş olması, benim çok sevdiğim bir yönetmen Werner Herzog başkanlığındaki bir jüriden ödülü almam çok güzel. Çok festivale gittim, insan bir beklenti içinde çok fazla olmuyor. Olabilir de, olmayabilir de diyorsunuz. Ama tabii ki bu açıklandığı zaman bu filmde benimle birlikte çalışan herkes ve tüm Türkiye çok sevindi. Benim için en güzel şey insanları sevindirmiş olmaktı. Bal, Altın Ayı’yı kazandı ama yine de istediğimiz kadar seyirci gelmeyecek filme. Neden sizce Türkiye’de izleyici siz ve sizin gibi yönetmenlerin filmlerine pek gitmiyor? Geçmişte pazarlama stratejileri bu kadar yaygın ve örgütlü değilken aslında her film belli oranda basında ve iletişim mecralarında eşit olarak yer alabiliyordu. Belki de bir ticari görgü vardı, insanlar birbirlerinin işlerine saygı gösteriyorlardı. Şimdi bir tarafta 600 kopya ile vizyona giren bir film, diğer tarafta 10 kopya... Bununla başa çıkmanız mümkün olmuyor, böyle bir bütçemiz yok zaten. Sanıyorum bizim de artık filmlerimizi yaparken tanıtım bütçesini göz önüne almamız gerekiyor. Aslında kendi varoluşumuza bir şekilde aykırı bir şey de bu, çünkü bu kadar iletişim halindeyseniz niye film yapıyorsunuz gibi bir sorun da çıkıyor ortaya. Ama bir yönüyle mecburuz buna çünkü bir çare bulmamız lazım. Bizim filmlerimizi göstermeye çalışan sinema salonları dahi kapanırken biz nasıl filmlerimizi ayakta tutabileceğiz ve daha önemlisi bir sonraki filmimizi nasıl yapacağız? Bütün sorun burada. Nuri, Zeki, Derviş ve ben küçük ekiplerle, en zor şartlarda film yapmanın iktisadını çözdük. Bir şekilde bunu yapabildik ama bundan sonrasındaki pazarlama stratejisini kendi başımıza yürütemiyoruz. Buna bir çözüm bulamıyoruz ama bulmamız lazım yoksa film yapamayacağız. Böyle bir sorun var. Mesela biz bu ödülü aldıktan sonra gala yapabilelim ya da kopya sayımızı arttırabilelim diye destek istedik. Ancak destek için gittiğimiz Garanti Bankası, Ülker, Türk Hava Yolları gibi Türkiye’nin çok önde gelen kurumları bize ilgi göstermedi. Bize daha çok seyirci gelsin, bu filmlere ilgi artsın diye önerdik ama kimseden olumlu yanıt alamadık. Kültür Bakanlığı ise, Berlin’e giderken çok cüzzi bir destek verdi ama o kadar cüzzi bir rakamdı ki, hiçbir şeye yaramadı. Ödülü alırken hidroelektrik santrallara ve doğaya verdikleri zarara da dikkat çektiniz... O işlerin yapıldığı bölgelere yaklaşırsanız tahribatı hemen görüyorsunuz. Mesela Artvin’de çok büyük ağaçları kesmişler, yolun üstüne yığmışlardı. O kadar büyük ağaçlardı ki görmeniz lazım... Çok üzücü bu! Bir de beton giriyor, dereler kuruyor, bu kez oradaki flora bozuluyor ve hayvanlar başka yere göç etmek zorunda kalıyorlar. Ciddi bir sorun var orada, bunu da dünyaya söyleme ihtiyacı duydum. Çünkü Türkiye’de bunu söylediğimizde ciddiye almıyorlar, belki oradan söyleyince daha ciddiye alırlar diye düşündüm. G C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle