02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

7 MART 2010 / SAYI 1250 13 Aşktan ikmale kaldık SİNEM DÖNMEZ E Fotoğraf: VEDAT ARIK trafımızda başarısız aşk hikâyeleri çoğalırken, en çok aşk hakkında yazan bir yazarın son kitabının isminin “İstanbul’da Aşktan İkmale Kalanlar” olması düşündürüyor insanı. Aşka, en çok da İstanbul’a âşık biri Atilla Birkiye. Son romanında aşktan ikmale kalmış altı insanı, aşk dersi veren bir roman yazarının öyküsünü, onların üzerinden İstanbul’un dönüşümünü, kadın ve erkeğin aşka bakışını anlatıyor. Romanın aşkı anlatan yüzünün ardında bir de darbe korkusu var. İstanbul’un en güzel semtlerinde dolaşırken aşktan sınıfı geçtiniz mi, ikmale kaldınız mı tartabileceğiniz bir roman. Biz de Atilla Birkiye’yle aşkı ve İstanbul’u konuştuk. Bu bir aşk romanı aslında. Ama okurken İstanbul’a aşkın romanı gibi geliyor. Aynen öyle aslında. İstanbul’a olan aşk zaten bütün kitaplarımda bir şekilde vardır. İstiklal Caddesi’nde yoğun olarak geçer. Fakat ben tabii o soluduğum yaşadığım İstanbul’u düşünüyorum. Bir de sonuç itibarıyla İstanbul’u yoğun yaşayan biriyim. Bu ister istemez sizin yaratıcılığınıza etki ediyor. Dikkat ederseniz romanın içinde kendi yazarlığıma da kitaplarıma da göndermeler var. Sanki geçmişe bakıp geçmişten gelmek gibiydi benim için bu. Ayrıca ben sürekli bu kentte yaşadım, yaşadığım semtler de buna denk düştü. Gerçekten kitaptaki yazar gibi siz de oturdunuz yani orada. Biz de kitaptaki öğrenciler gibi, yazar aslında siz misiniz diye sorsak? Anlatıcı ben değilim, benzerlik oturulan semtler ve anlatıcının bize anlattığı lise yıllarındaki olaylar. O benden. O da tabii değişip dönüşüyor. Beyoğlu niye yok? Altı öğrenci var, ders alıyorlar ve onların oturduğu semtlerden söz ediyoruz. Bu altı öğrencinin oturduğu bu semtlerde ben de yaşadım gerçekten. Mekânı anlatmaktan çok, Eyüp, Bakırköy gibi semtler üzerinden, yaşanan bozulmayı anlatmak istedim. Beyoğlu’na giremedik. Bir de Beyoğlu’nda içmeye karar veriyorlar. Eski gençlik zamanımızda revaçta tabii. Benim dikkatimi en çok anlatıcının genellikle İstanbul’da yürümesi çekti. İstanbul’u yaşamak için yürümek gerekiyor, değil mi? Kesinlikle. Ben çok az araç kullanırım. Tabii buradan Eyüpsultan’a gittiğiniz zaman bir yerden taksiye binersiniz ama Haliç’i yürüyorum, Cağaloğlu’na yürürüm. 20 yıllık yolum, bunu Cumhuriyet’te de yazmıştım bir keresinde. Köprüyü geçiyorum Karaköy köprüsünü. Tünel’e geliyorum, oradan İstiklal’e çıkıyorum. Aşktan ikmale kalma meselesine gelirsek, romandaki 6 kişi gibi biz de toptan ikmale kaldık gibi geliyor aslında… Kesinlikle ne yazık ki. Çok klasik ama, sevgi ve aşkın sevecenliğini insan kaybetmiş durumda. Hatta belki de hiç olmadı insanda. Bu sadece bir imgeydi belki de… Bana göre aşk, insanın kendisinin gerçekleştirdiği bir duygu. Yani onun tanımını bile tam yapamıyoruz. Ben mesela dolunaya dokunmak di Aşka ve İstanbul’a âşık bir yazar Atilla Birkiye. Başka roman yazmayacağı duygusuyla kaleme almış “İstanbul’da Aşktan İkmale Kalanlar”ı. Aşkta kaybedenler üzerinden toplumsal değişimi, dönüşümü ve bozulmayı anlatıyor kitabında. Aşka ihanet edenleri de unutmadan. ye tarif ederim. Neredeyse bulutlara atlayıp koşuyorsunuz. Çok farklı bir coşku, heyecan içinde oluyorsunuz. Bu duyguyu çok farklı şekilde yaşıyorsunuz ve bunu da tanımlayamıyorsunuz. Bu noktaya geldiğinizde aşk oluyor adı. Ama sonuçta bu sizin içinizde olan bir duygu. Bizim gibi toplumlara bakarsanız, özellikle de kırsal kesimde, bireysel olan bu duygunun başkaları tarafından yasaklandığını görüyorsunuz. Yani saçınızı taramanızı ya da yemek yemenizi yasaklamıyorlar da, âşık olmanızı yasaklıyorlar; en insanisini. Türkiye, İstanbul değil. Bu yıllardan beri böyle. Böyle baktığınız zaman, değil ikmale sınıfta kaldık. Dünyanın geneline baktığınız zaman da böyle. Savaşlar çıkıyor, bitmiyor savaşlar. Belki de gerçekten sevgi, aşk insanın uydurduğu bir şey. Özellikle Türkiye’de Millet Meclisi’ne bakarsanız toptan sınıfta kalmışlar. BU TRAFİKTE ROMANTİZM KALMIYOR Ama bu kadar karamsar olmayalım. Bir ara yaşanmış olmalı ki bizde hâlâ bu bilinç var. Aşkı bu toplumun içinden alamazsınız. Çok tatsız bir şey. Çok gergin, huzursuz eden dengesizliklerin, haksızlıkların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bir nefes alamıyoruz. Burada bireylerin aşk durumları da değişiyor bunlara göre. Ben hep ilişkilerin yaşanma biçimlerinin ve çağın değişmesine bağlıyorum bunu. Klişe ama her şey değişiyor, tükeniyor. Böyle durumlarda klişeler de bazen cuk oturuyor. Kuşkusuz, benim anladığım kadarıyla başka şeyler de var. Genel olumsuzlukları anlattık ama süreç içinde bakarsan belki hızlı işlemiyor belki yavaş yavaş; belki bunun daha önce yaşanması lazımdı. Herkes bireyleşiyor. Ekonomik bağım sızlığını da kazandığın zaman bu özgürlük oluyor. Genlerinde yıllarca baskı yaşamış bir toplum özgürleştikçe tüketip dejenere ediyor. Bir de dediğin gibi biriyle buluşmadan internet var resminizi gönderiyorsunuz. 19., 20. yüzyıl İstanbul’unun güzelliği içinde bulunan bireyin romantizmi unutuldu artık. Bu trafikte insanın romantikliği de kalmıyor. Ama bütün bunlara rağmen burada yaşıyoruz, ne yapalım? Bu kente baktığımız zaman ilişkilerin değiştiğini görüyoruz. Bireyin kimliğini kazanması, toplumun kalıp düşüncelerine bu benim kişiliğime uymuyor diye isyan edebilmek iyi bir şey aslında. Kitapta da üstü kapalı bir darbe korkusu var. Zamanı pek belli değil. Bu zamansızlıktan açıkçası Saramago’dan etkilendim. Onun da kitaplarında bir yerde, bir zamanda geçer, çok belli değildir, ben de zamanı biraz öyle kullandım güya geçmişte geçiyor ama bugünün özellikleri de var. Teknoloji değişiyor, cep telefonu, plazma ekranı var ama karısını kızını dövüyor. Zihniyet değişmiyor sanki zaman hiç geçmemiş gibi. Yazarın roman yazmasının yasaklanması peki? Kötü yazıyorsun bilinçaltındaki yazar korkusu gibi bir şey mi? Evet, bu soruyu bekliyordum, bunu başka türlü de yorumladı arkadaşlar. Şimdi diyelim ki bir bunu biraz sana bırakayım ama kendi kendine yüzleşme sorgulama, ama sonuçta bir espri yani. İlk romanımda da benzer bir şey yapmıştım. Yine yazar kahramandır, 12 Eylül olmuştur korkuyordur, hiçbir siyasi bağlantısı yoktur, korkmasının nedeni sırf yazı yazmasıdır. Hakikaten öyle bir dönemdi de. Genelde yazmaktan korkarlar. Birileri hep korkar zaten yazıdan, düşünceden. Bir ironi yarattım. Aşkta kaybedenlere ders verilse nasıl olurdu acaba? Ben zaten bütün derslerimi aşk üzerine kuruyorum. Aşksız olmaz. Romanın değişimi de o aşk üzerinden oluyor aslında. Aşk için savaş bile çıkar diye düşünülür. Ben kitabı okurken, bir kısmının altını çizmişim, “aşka ihanet etmek” temalı bir bölüm. Sanırım etik problematiğiydi. Birine âşık oluyorsunuz, önüne geçemediğiniz bir şey olabiliyor. Denetlenecek bir şey değil. Âşık olduğunuz kişi belki evli. Toplumsal ahlak ilkeleri aşkla çatışıyor, hangisini seçeceksiniz? Bunu seçtiğiniz zaman, aşka ihanet etmiş olursunuz. Ben farklı algılamışım. Aşktan ağzı yanmış insanın tekrar âşık olacağını anlayınca kaçması olarak yorumlamıştım. O da var aslında. Belli bir yaşanmışlıktan sonra, hayatı algılama biçiminizle bunu denetlersiniz. Ama bunu gördüğünüz zaman kendi duygunuza ihanet etmiş oluyorsunuz. Ben çok tanık oldum bunlara. Aman ben acılar çektim, uzaklaşıyorum. Oysa ki bırak yaşa yani, öleceğiz günün birinde. Bu anları güzel yaşayabiliyorsak, neden kaçayım bundan? Acı da çekersin ama onu da sindirirsin, bak hele yazarsan romanlar, şiirler yazarsın işte bu acıyla. Peki şimdi öğrenciler sınıfı geçti mi geçmedi mi? Size bıraktım bunu. Bu son roman duygusuyla yazdım bu romanı ben. Bu ülkede edebiyatla falan kimse ilgilenmiyor. Yazmayacağım demiyorum, şu anki hissim bu. G Gazeteci Çetin Emeç öldürüldü Tarih 7 Mart 1990. Yer İstanbul. Saat 09.20. Hürriyet Gazetesi Yönetim Kurulu üyesi, yazarı ve eski genel yayın yönetmeni Çetin Emeç, işe gitmek üzere Suadiye’deki evinden çıkıp arabasına bindiği sırada sokağın başına park etmiş otomobilden çıkan maskeli iki kişi tarafından vurularak öldürüldü. Emeç’in şoförü Sinan Ercan’ın kaçtığını gören saldırganlar arkasından koşarak onu da öldürdüler. Çetin Emeç, olay yerine yetişen yeğeni tarafından Göztepe SSK Hastanesi’ne götürülürken yolda hayatını kaybetti. Aradan üç yıl geçtikten sonra İstanbul Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şubesi’ne bağlı ekiplerin rutin kontrolleri sırasında çalıntı bir araba bulundu. Arabadaki şüpheli kişinin evine düzenlenen baskında çok sayıda silah, patlayıcı, sahte kimlik ve örgütsel dökümanlara rastlandı. Örgütün adı yoktu. “İslami Hareket” ismi çok geçtiği için “İslami Hareket Örgütü” adı verildi. Dökümanlara göre lideri İrfan Çağrıcı’ydı. Emeç’i öldüren tetikçilerden de biri olan Çağrıcı yakalandı. 2000 yılında İstanbul 3 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi Çetin Emeç ile birlikte Turan Dursun ve İran rejim muhalifi Ali Akbar Gorbani’nin öldürülmesi olaylarının da içinde yer aldığı çok sayıda cinayet, bombalama ve gasp eylemlerinden sorumlu tutulan yasadışı İslami Hareket Örgütü’nün “İcra şurası” üyesi İrfan Çağrıcı’yı, “Anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye kalkışmak” suçundan idama, 4 sanığı da ağırlaştırılmış müebbet hapse çarptırdı. Ancak Çağrıcı’yla birlikte tetiği çeken “Nezih Beyret” sahte kimlikli “Kemal” kod adlı Kayserili Muzaffer Dalmaz ise yakalanamadı. Suikasttan geriye kalan sorularsa 20 yıl geçmesine rağmen hâlâ cevapsız… G 8 Mart 1955: Türkiye’de ilk kanserle savaş dispanseri açıldı. 1977: 1910 yılında 2. Enternasyonal’e bağlı Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanan 8 Mart, Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Kadınlar Günü” olarak ilan edildi. tarafından işgal edildi. 1925: Gazeteciyazar İlhan Selçuk (altta), Aydın’da dünyaya geldi. 12 Mart 1918: Erzurum düşman işgalinden kurtuldu. 1971: Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un imzasıyla muhtıra verildi. Süleyman Demirel hükümeti aynı gün istifa etti. 9 Mart 1956: Ali Sami Yen Stadı, Galatasaray Spor Kulübü’ne 49 yıllığına kiralandı. 13 Mart 1970: Ünlü çevirmen ve dublaj ustası Adalet Cimcoz vefat etti. Hazırlayan: ALİ SELİM EMEÇ [email protected] 11 Mart 1917: 368 yıl Osmanlı egemenliğinde kalan Bağdat şehri İngilizler C M Y B C MY B 10 Mart 1876: İskoç bilim adamı Graham Bell yardımcısı Watson ile ilk telefon görüşmesini yaptı. 1956: İlk kez bir jet uçağı “Fairley FD2” saatte 1815 km. hıza ulaştı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle