22 Ocak 2025 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 28 ŞUBAT 2010 / SAYI 1249 Göçmenler burada, aramızda... Dünyada büyük bir göç hareketi yaşanıyor. İnsanları yollara düşüren nedenler farklı; savaş, kıtlık, yoksulluk, baskılar... Ancak gittikleri ülkelerde de büyük sorunlarla karşılaşıyor, ayrımcılığa maruz kalıyorlar. Göçmen Dayanışma Ağı, göçmenlerin Türkiye’de yaşadıklarına dikkat çekmeyi amaçlıyor. ESRA AÇIKGÖZ V arlıklarını yadsımak mümkün değil, çünkü şehirlerin sokaklarında, atölyelerde, evlerde, her yerdeler. Yine de onları görmezden gelmeye devam ediyoruz. Sayıları her geçen gün artıyor, daha da artacak. Dünyada büyük bir göç hareketi yaşanıyor ve Türkiye de önemli göç yolları üzerinde. Kimi savaştan, kimi açlıktan, yoksulluktan, baskılardan, zulümden kurtulmak için, bir umutla düşüyor yola. Ancak yolun ortasında, mola vermek zorunda kaldıkları Türkiye’de kötü yaşam koşullarına maruz kalıyorlar. Özellikle “kâğıtsız” göçmenler, yani ikamet izni veya pasaportu olmayanlar ironik bir şekilde adlandırılan “yabancı misafirhaneleri”nde alıkonuyorlar. Göçmen Dayanışma Ağı (GDA), işte bu duruma dikkat çekiyor. Akademisyenlerden insan hakları savunucularına, göçmen haklarıyla ilgili yurtdışında çalışma yapan sivil toplum kuruluşu üyelerine, öğrencilere kadar geniş bir katılımcı yelpazesi var ağın. Ceren Öztürk ve Didem Danış bu yelpazede yer alanlardan ikisi. Öztürk Helsinki Yurttaşlar Derneği Mülteci Destek Programı’nda danışman olarak çalışıyor, Didem Danış ise Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi ve sekiz yıldır Türkiye’deki yabancılar konusunda araştırmalar yapıyor. Onlarla Göçmen Dayanışma Ağı’nı, hedeflerini, projelerini konuştuk... Göçmen Dayanışma Ağı, ne zaman, nasıl oluştu? Ceren Öztürk: Bu ağ, IMF ve Dünya Bankası toplantıları sırasında kentteki muhalefeti örgütleyen Direnİstanbul içerisinde ortaya çıktı. Göçmen sorunuyla ilgili de bir şeyler yapmalıyız, dedik. İlk adım Kumkapı’daki misafirhaneyle ilgili etkinlikti. O tarihten beri beş aydır toplanıyor, neler yapabiliriz diye kafa yoruyoruz. Didem Danış: Elistemize yüzden fazla kişi üye. Her hafta yapılan toplantılara da yirmi kişi geliyor. Mülteciler konusunda Türkiye’de çalışan çok az sivil toplum örgütü var. GDA Türkiye’deki ilk sivil çalışma grubu olması açısından da önemli. Şeffaf, demokratik bir yapı ve herkesin katılımına açık. Şimdiye dek geniş katılımlı iki forum yaptık. İlkinde Yunanistan, Almanya ve Fransa’dan göçmen hakları üzerine çalışanlar ülkelerindeki göçmenlerin durumunu ve kendi mücadele tekniklerini anlattı. YABANCI “MİSAFİRHANE”LERİ Öncelikli hedefleriniz neler, kendinize nasıl bir yol çizdiniz? C. Öztürk: İlk başta bu meseleyi görünür kılmayı amaçlıyoruz. Hasıraltı edilen, devletin araçsallaştırarak üzerinden yabancı karşıtı bir söylem oluşturduğu bir mesele, göç. Biz göçmenlerin durumunu toplumsal muhalefetin çeşitli bileşenlerinin gündemine sokmak istiyoruz. D. Danış: Göçmenler, Türkiye’de özellikle İstanbul gibi büyük kentlerde görmezlikten gelinseler de, artık hayatımızın içindeler. Göçmenlerin, özellikle de kâğıtsız veya düzensiz konumda olanların yaşadıklarını gündeme getirmek en temel gayemiz. Sonra daha sıcak mevzulara yöneleceğiz. Yabancı “misafirhane”leri de bunlardan biri. İlk çalışmayı neden oradan başlatıyorsunuz? D. Danış: En görünür, somut konulardan biri “misafirhaneler”. Hatırlarsanız, yazın Kumkapı’daki misafirhanelerde tutulanlar içeride kabul edilemez hak ihlallerine karşı isyan çıkarmışlardı. C. Öztürk: İnsanların kapatıldığı ve kamuoyunun gündemine getirilmesi gereken olayların yaşandığı yerler, misafirhaneler... Hukukçulara göre kâğıtsız da olsalar, göçmenlerin Türkiye’de sınırsız, süresiz bir yerde kapatılmalarının hiçbir yasal dayanağı yok. Hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye’yi insanları bu şekilde alıkoyması nedeniyle mahkum etti. Bu uygulama, idari alıkonulmaya dayandırılarak yapılıyor. Göçmenler sözkonusu olduğunda idari alıkonma, cezaevi koşullarında, hatta daha da kötü koşullarda kapatılma anlamına geliyor. Neden alıkonuldukları, ne kadar kapalı tutulacaklarına dair hiçbir bilgi verilmiyor. Dışarıyla iletişim hakları yok, avukatlar bile giremiyor, iltica başvurusunda bulunmak isteyen mültecilerin en temel hakları kısıtlanıyor. “Misafirhaneler”in fiziki şartları da çok vahim. Beslenme, hijyen sorunları var. Yüzlerce kişi küçük odalarda kapalı tutuluyor. Ve herhalde en kötüsü bazı göçmenler bu alıkonma mekânlarında aylarca hatta yıllarca tutulabiliyorlar. Siz ne talep ediyorsunuz? C. Öztürk: Biz öncelikle misafirhanelerin kapatılmasından ve herkesin koşulsuz dolaşım hakkına ve istediği yerde yaşama özgürlüğüne sahip olmasından yanayız. Ancak bunu başarabilmek kolay değil. Neler yapacaksınız? C. Öztürk: Tek derdimiz misafirhaneler değil, göç meselesinin birden fazla vechesi var ve biz bunların her birini gündem etmek istiyoruz, sınırdışı meselesinden, sınırların militarize edilmesine, oturma izinlerinden ikamet harçlarına kadar... D. Danış: “Misafirhaneler”de neler olduğunu aşağı yukarı biliyoruz ve ilk etapta bu koşulları teşhir etmek istiyoruz. İçerideki insanların seslerini duyurabilmek için önümüzdeki aylarda düzenli eylemler yapacağız. “Göçmenlerle, yabancılarla ne alakam olur” diyen insanlarda da farkındalık yaratmak istiyoruz. Orta ve üst sınıf ailelerin çoğunda çocuk, yaşlı, hasta bakımı gibi hizmetleri yabancı kadınlar üstleniyor. Yabancılar artık hayatımızın içinde ve göçmenlerin sorunları hepimizi ilgilendiren sorunlar. G Özgürlük kavgasının sadece adı değişti DENİZ ÜLKÜTEKİN er şey 23 Ocak 1995’te Beşiktaş Adliyesi’nin önünde başlamıştı. Yaşar Kemal devletin Kürt politikalarını eleştirdiği için DGM’ye çağrıldığında arkasında yüz kadar aydın toplanmıştı. O günkü girişim Düşünce Suçuna Karşı Girişim hareketine dönüştü ve her yıl yayınlanan Düşünceye Özgürlük serisine önayak oldu. Bugün devlet televizyonunun 24 saat Kürtçe yayın yaptığı, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasına “makul sayıda katılımla” izin verildiği bir Türkiye’de yaşıyoruz. Gerçekten bir şeyler değişti mi? Şanar Yurdatapan’a göre sadece kavganın adı değişti. Üstelik kavganın neresinde duracağını bilmek bile artık daha zor. Düşünceye Özgürlük serisi 2009’la birlikte 15’inci yılına giriyor. Kitabı çıkarmaya nasıl başladınız? Başlangıç noktamız yasaları düzeltmek için bir şeyler yapmaktı. Ancak işin içine girdikçe yasalar doğru olsa da uygulama yanlış. Bir defasında AİHM’ye başvurmuştum ama zarar görmediğim gerekçesiyle kabul etmediler. Bugün normal sandığınız bir iş yarın suç olabilir. Yarın polisin beni sokakta yürüdüğüm için suçlu sayıp işlem yapmayacağını üstüne mahkemenin de bana dava açmayacağını bilemem. Bunda yasaların da yoruma açık bırakılmasının rolü var sanırım. Tabii zaten yasaları yapanlar öyle tecrübelenmiş ki mutlaka içinde yoruma açık bir yer bırakıyorlar. Hepsi devleti istediği gibi korumak adına yapılmış. Ana mantık bu. Ceza yasası yeniden çıkarıldığında üzerimde otuza yakın suç vardı. Savcı “ben bu davaları açıp bütün dünyayı burayaya mı toplayayım” dedi. Yaa siz politikacı mısınız, hukukçu mu? Yasada suç unsuru taşıyan bir şey varsa sizin göreviniz dava açmak. 162. madde vardı, suç sayılan bir yazıyı yeniden yayınlamak. O bizim çok işimize yarıyordu. “Bunu yayınlayan, yazan ya da söyleyenle aynı cezaya çarptırılır” diyor. Yani sen gazeteci olarak şöyle bir yazı yazamayacaksın; “şu Apo’ya bakın manyak mıdır nedir? Ne demiş” altına Apo’nun sözlerini yazdığında ayvayı yedin. Tabii bu pek işlerine ya H ramadı çünkü müthiş bir direnç sağlıyordu. Dava açtıklarında “bana ne, sadece çevirdim” diyebiliyorduk. 2009’un farkı Kürt sorunu, 1 Mayıs gibi süreçlerin tırnak içinde biraz daha önünün açılmasıydı. Her yıl bir şeyler değişiyor. Ancak on beş yıla baktığınızda değişmeyen bir şey görürsünüz. Kavga alanı değişiyor, önce bu sokakta sonra yukarı sokakta kavga ediliyor ama büyük kavga sürüyor. Hukuk alanında ne zaman olumlu sayılacak bir şey görsek içinden daha kötü bir durum çıkıyor. 301’i Adalet Bakanı iznine bağlamak, aslında başka bir hukuksal hata işlemek oluyor. Kitapta bahsedilen Ergenekon davası, 1 Mayıs gibi konuları tek tek değerlendirirseniz. 2008’e göre ortaya nasıl bir tablo çıkıyor? O şekilde değerlendirmek pek mümkün değil. Hepsinin içinde bulunduğu koşulu anlayarak, kavga nın neresindeyiz, kim kime gol atmak zorunda diye düşünmek lazım. Yoksa mesela Bahçeli’nin gayet olumlu, yandaşları sokağa dökmemek için yaptığı konuşmalara ondan sonra da kıyametleri kopardığı günlere bak. Tek tek değerlendirdiğinde bir deli saçması. Ancak yıllar içinde olan bitene baktığında bir gelişme var. Bu gelişme ne yazık ki çok pahalıya mal oldu. Yani Kürtçe konuşulması için bu kadar can mı yok olmalıydı? Yine de kavga bitmiyor. Çünkü devletin kavgası devam ettiği için o alışkanlıklarla gelen memurlar bazen kendi gönüllülükleriyle dünyanın saçmalığını yapıyorlar. Diyorlar ki şu kanun bu kanun. Temel kanuna bak, Lozan. 37 ve 39 arası maddeleri net bir şey söylüyor. Azınlıklardan söz ederken, dile ilişkin maddede “bu ülkede yaşayan herkes dilini istediği gibi konuşacak, resmi yerlerde meramını anlatamayacaksa devlet ona yar Düşünceye Özgürlük kitap serisi 15 yıllık bir çabanın ürünü. Yeni sayısıysa Kürt Açılımı, 1 Mayıs ve Ergenekon davaları etrafında yapılan uygulamalarla 2009’da ifade özgürlüğünü Şanar Yurdatapan değerlendiriyor. denizulk@gmail.com C M Y B C MY B dım imkânı sağlayacak” deniliyor. Mahkemede Kürtçe konuştuğu için ceza alan bir sürü kişi var. Bazı mahkeme, suçlu buluyor, bazısı beraat veriyor. Ancak bir tane bile oluyorsa bu mesele çözümlenmemiş demektir. Oto sansür sadece gazete sayfalarında değil, her yerde var. Beynimize kazınıyor. İfade özgürlüğü için çalışmaya da bu yüzden karar verdim. Yeni oluşum ve platformları ifade özgürlüğü kapsamında nasıl değerlendiriyorsunuz? Bazen yükseliyor bazen düşüyor ama hep var. Bunun temelinde yatan da anayasanın 51. Maddesi. Diyor ki “herkes önceden izin almaksınız silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yapma hakkına sahiptir.” Sonra bu yasaya dayandırılarak çıkarılan genelgeye bakıyorsunuz, giderek imkânsız hale geliyor, bir de emniyet müdürlüklerinin yaptıklarına bakıyorsunuz ve en sonunda televizyonda şöyle bir laf görüyorsunuz “polis izinsiz gösteriye müdahale etti, beş kişi öldü altı kişi yaralandı.” İzinsiz gösteri ne demek? Sokağa çıkıp insanlara soralım “polisin izinsiz gösterilere müdahale etmesini doğru buluyor musunuz?” diye. “İzinsiz gösteri mi olur?” diyen bir kişi çıkarsa çok mutlu olurum. Peki Kürt açılımı? Korkak bir açılım olarak değerlendiriyorum. Çünkü hükümetteki kadrolar içinde bunu başarabileceklerin sayısının çok fazla olmadığını düşünüyorum. Bir kere oradaki insanların sivilleşmesi lazım. Geçenlerde Egemen Bağış bir toplantı düzenlemişti İstanbul’da. Avrupa Birliği’ne atılacak adımlarda sivil toplumun katılımı konulu. Diyaloga çağrıyorlardı. Toplantı aynen şöyleydi. Egemen Bağış salona “Sayın Bakanımız teşrif etmektedir” anonsuyla girdi. Ardından İstiklal Marşı, saygı duruşu. Ne alaka? Biz diyalog yapacağız diyerek geldik. Devletin resmi toplantısı olsa tüm protokolleri uygulayın ama sivillerle buluşuyorsanız o toplantı sivil olmak zorunda. G
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle