16 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 12 ARALIK 2010 / SAYI 1290 Unutma bizi İstanbul Hüseyin Karabey, yıllar önce bir alt dairesinde, çok sevdiği senarist Petros Markaris’in oturduğunu öğrendiğinde İstanbul’u yeniden düşündü. Unutma Beni İstanbul işte bu sorgulamanın ürünü. Farklı ülkeden altı yönetmenin çektiği kısa filmlerden oluşan bu film projesi bize İstanbul’u yeniden hatırlatacak. Olur da birkaç kişiyi, yıllar önce mahallesinde, apartmanında kimlerin yaşadığını düşünmeye itebilirse, işte o zaman Karabey iyi bir iş yaptığından emin olacak. ESRA AÇIKGÖZ ir şehir kaç kültürü barındırır? Kaç şehir, birkaç gün kalınsa da ayrılırken insanı eksik hissettirir? Bir şehre hem hüzün, hem neşe, hem nefret, hem sevgi aynı anda beslenebilir mi? Söz konusu İstanbul’sa her şey mümkün… Hüseyin Karabey de İstanbul’a dair kendine sorduğu sorulardan yola çıkarak, bir proje oluşturdu: “Unutma Beni İstanbul”. İstanbul’u unutamamış ya da kökleri bir şekilde İstanbul’la kesişen, farklı ülkelerden altı yönetmenin hazırladığı kısa filmlerden oluşuyor. Uluslararası sinema dünyasının tanınmış, ödüllü yönetmenleri bunlar. Aida Begic, HanyAbu Asad, Omar Shargawi, Stergios Niziris, Stefan Arsenijevic, Eric Nazarian. Projenin senaryo danışmanı Petros Markaris ve Hüseyin Karabey anlatıyor… Unutma Beni İstanbul projesinin çıkış hikâyesi oldukça ilginç. Bir de ilk ağızdan dinlesek… Hüseyin Karabey: Petros Markaris çok beğendiğim, önem verdiğim bir senarist. Selanik Film Festivali’nde tanıştık. İstanbul’da Kurtuluş’ta oturduğunu, hem de benim şu an yaşadığım dairenin bir alt katında yaşadığını öğrendiğimde bundan haberim olmamasına hüzünlendim. Sonra tanıdığım başka yabancı yönetmen arkadaşlarımın İstanbul’la ilgili hikâyeleri aklıma geldi. İstanbul çok kozmopolit diyoruz, ancak altını doldurmuyoruz. Bu hikâyeleri anlatmamız lazım diye düşündüm. Sevil Demirci’yle konuştuk. Projeyi 2010 Ajansı’na verdik. Kabul edildi, eğer onlar olmasa bu kadar çabuk gerçekleştirilemezdi. Projeye katılmayı siz niye kabul ettiniz? Petros Markaris: Yanıt biraz da Hüseyin’le tanışma hikâyemizde gizli. Ayrı zamanlarda aynı yerlerden geçmiş yolumuz. Hem İstanbulla ilgili bir projede seve seve yer alırım. Çünkü ben İstanbul’dan hiç kopmadım. Neden, nedir size İstanbul’u unutturmayan? P. Markaris: Benim vatan sözcüğüyle aram pek iyi değil. Vatanın neresi diye sorduklarında düşünmeye başlıyorum. Türkiye benim vatanım değil, Yunanistan da değil. Kala kala İstanbul kalıyor bana. Benim için yurt sözcüğüne en yakın gelen yer, İstanbul. Siz neden ayrılmıştınız İstanbul’dan? P. Markaris: 60’ta iktisat okumak için Viyana’ya gittim. İktisattan nefret ediyorum, Yunanistan B Aida Begic İstanbul’un sesini dinliyorum Unutma Beni İstanbul projenin adı. İstanbul sizi neden unutmamalı? Petros Markaris: İstanbul’un uzağında yaşarken hep onun sesini duyuyordum. Hiçbir zaman susmadı o ses. Ayrılan kuşak İstanbul’u Atina’ya getirdi. Kıbrıs meselesi çıktığında, 67 Eylül hadiselerinden sonra iki Rum sokakta kendi dilini konuşurken vatandaş yaklaşıp, Türkçe konuş derdi. Buna çok kızardı Rumlar. İstanbul’u terk edip Atina’ya gittiler, ama sokakta karşılaşınca hep Türkçe konuştular. Çünkü kopamadılar, orayı yaşatmak istediler. Bu proje hayatınızın neresinde duruyor? Benim için bu proje bir dönüş ve dönüm noktası. 50 yıl sonra Narin Apartmanı’na bir daha girdim ve dairemi gördüm. Çok duygulandım. Bütün çocukluk anılarım, benim İstanbul’um bir daha canlandı. 50’lerin İstanbul’u bir Ara Güler’in fotoğraflarında kaldı, bir de benim anılarımda, anlayacağınız. Dairenize gittiğinizde ev sahibi sizi nasıl karşıladı? Üç genç kardeş oturuyordu, şaşırdılar, bakıp kaldılar. Hislerimi anlatmak çok zor, o kadar karışık ki. Belki de dönüşün en acı tarafı anıların gerçekle çatışmasından doğuyor. Siz bir İstanbul filmi çekecek olsanız, konusu ne olurdu? Aslında sonda bir sürpriz var. Kapanış filminde ben hikâyemi anlatıyorum, yönetmeni kızım. Kızım artık burada kalmaya karar verdi. Yılbaşına gelecek misin, dedim. “Gelir birkaç gün kalır dönerim” dedi, “bütün arkadaşlarım İstanbul’da, Atina’da ne yapacağım?” Her zaman köklere dönülüyor anlayacağınız. Buna çok seviniyorum. G Omar Shargawi Stergios Niziris kriziyle bu nefret daha da arttı. Bitiremedim üniversiteyi. Yazmaya başladım. Anadilimde yazmaya karar verdiğim için 65’te Atina’ya geçtim, dilimi geliştireyim diye. Kız kardeşim de evlenip Atina’ya yerleşince, anne ve babam da 73’te Atina’ya göç etti. Babam İstanbul özlemiyle üç yıl yaşayabildi, hiç mutlu olmadı Atina’da. Projedeki yönetmenler de İstanbul’daki çokkültürlü yaşamın bir parçası olan milletlerden; Yunan, Ermeni, Boşnak, Filistinli, Sırp… Bu yönetmenleri birleştiren tek şey, İstanbul mu? H. Karabey: İlk şey İstanbul. İkinci ortak noktaysa hüzün. Hüzünlü bir şehir İstanbul. Petros buna pozitif melankoli diyor. İçinizi acıtıyor, ama yine de iyi ki yaşamışım diyorsunuz. P. Markaris: Bu hüznü bana en çok Ermeni Eric Nazarian’ın çektiği film hissettiriyor. Babasından, anasından hep buraları duymuş. Hiç burada yaşamamış, ama filminde buraya dair çok güçlü anıları anlatıyor. Pek çok dinden, milletten insan burayı terk etmek zorunda kalsa da hafızalarında İstanbul. Oysa İstanbullular Acaba evimizde daha önce kim yaşıyordu? Projenin nereye varmasını istiyorsunuz, ne olsa başarılı iş yaptım dersiniz? Hüseyin Karabey: Süreç sonuçtan daha önemli bence. Bu yüzden zaten mutluyum, kendimi iyi bir iş yapmış hissediyorum. Geçenlerde bir email aldım, “Projenizi okudum, çok etkilendim. Benim de başıma benzer bir şey geldi. Trabzon’da oturuyoruz. İnternette dolaşırken bizim köyün resimlerini gördüm bir Yunanlı’nın sitesinde. İletişime geçtim. Bizden önce evimizde oturan Rum aileymiş. Yakında ziyarete gelecekler” diye. İnsanı zenginleştiren şeyler bunlar, birbirlerinden nefret etmiyor insanlar yani… Ayrıca, projede Türkiyeli genç görüntü yönetmenleri, oyuncular yabancı yönetmen ve oyuncularla çalıştı. İletişimleri sürüyor. Eric ve Stergios uzun metrajlı filmlerini İstanbul’da çekecekler. Omar, Kahire’de çekeceği filmi için teknik ekibi Danimarka’dan götürecekti, buradaki kaliteyi ve uyumu görünce fikrini değiştirdi, buradan götürecek. Bu ilişkinin zincirleme devam edeceğini düşünüyorum. Seyredenler de etkilenip yeni sanat ürünleri yaratırlarsa kendim ve arkadaşlarımla gurur duyarım. Sizin İstanbul filminiz neden yok projede? Benim için sinema bir bütün, bir gün yönetmen olarak çalışırsınız, bir gün ışıkçı, senarist. Bana ait yedi filmin çekildiğini düşünüyorum zaten. İlla adım olmak zorunda değil. Hem film çekmeyi değil, seyretmeyi seven biriyim, sevdiğim filmler çok olsaydı, asla yönetmen olmazdım. Sizin için İstanbul kim ya da ne? Çok kaotik bir yer öncelikle. İstanbul’la salt bir duygu ilişkisi kuramıyorsunuz, hem nefret ediyor, hem seviyorsunuz. Arkadaşlarım İstanbul’a gelince, “Şimdi siz zehirlendiniz İstanbul tarafından ve hep geri gelmek için bahane bulacaksınız”, derim. Bu etki, her şeye rağmen kozmopolit kalmasından kaynaklanıyor. Böyle adlandırılan Paris, Londra, Berlin gibi yerler bence kozmopolit değil, beyaz bir kültüre sahip ana bir merkez ve onun etrafındaki ufak kültürcükler, gettolardan oluşuyorlar. Onların kozmopolit anlayışı bir gece Etopya dükkânında yemek yemekten öteye geçmiyor. Bizde mezelerin bile kimin olduğunu karıştırıyorsunuz; istemesek de kozmopilitiz. İstanbul benim için bunları ifade ediyor. Türkiye’den bir aydın, “İstanbul, kim gelirse gelsin geleni yumuşatır” diyordu, “burada radikal olunmaz, çünkü ötekini görme şansınız çok fazla”. Bu doğru. Yeter ki yersiz korkuyu bırakıp, gözlerimizi açalım. Filmleri ne zaman izleyeceğiz? İlk gösterim, 17 Aralık’ta. Ondan sonra büyük bir festivalle başlamayı düşünüyoruz, Berlin ya da Cannes olabilir. 2011’de de sinemalarda gösterilecek. G Fotoğraflar: VEDAT ARIK onları çoktan unuttu. Tarihi İstanbul’la bir şekilde kesişen yönetmenlere ev sahipliği yapan bir İstanbullu olarak, onlarla karşılaşmak İstanbul’un öve öve bitiremediğimiz çokkültürlü yaşamına dair bakış açınızda bir değişiklik yarattı mı? H. Karabey: Geçmişe bakarak bugünü değerlendirirsek İstanbul’un çokkültürlülüğü ciddi zedelenmiş. Bu İstanbul’da yaşayan, politika üreten insanlardan kaynaklanıyor. Ancak İstanbul hâlâ çok kültürlü. Ben iyimser biriyim, o yüzden geçen geçmiş lanet olsun deyip, çekip gitmek ya da var olanı yaşamak yerine ben ne yapabilirim diye soruyorum. Evet, dayatılan bir tarih teorisi, kimlik var. Ama bunu reddettikten sonra aydınlanma çok kolay gerçekleşiyor, çünkü zaten üstünde oturuyoruz pek çok kültürün. Uyandığımız an burası tekrar eski haline dönebilir. P. Markaris: Çokkültürlülük eskisi kadar değil, ama bu normal, çünkü dünya değişiyor. Bu iyi mi oldu, kötü mü başka konu, ama özellikle ulus devletler dünyayı çok değiştirdiler. Yine de İstanbul çokkültürlü kimliğini hiçbir zaman yitirmedi. Çokkültürlü merkezlerde çatışmalar hep olur. Çatışmaların yanı sıra açık, kozmopolit bir dünya da doğuyor. H. Karabey: Bir dönem Barcelona Avrupa sanatçılarının toplandığı bir şehirdi, bunun ileride İstanbul’a olacağını düşünüyorum. Biz genelde İstanbul’u hep Batılı gözüyle dinlemeye alışığız, İstanbul’la ilgili bir sempozyum yapılacaksa Avrupa’dan uzmanlar davet edilir, Batılı fotoğrafçıların İstanbul fotoğrafları sergilenir. Sizse bu filmde tersten bir yol izliyorsunuz… H. Karabey: İstanbul’u biz de tam bilmiyoruz, dinlemeye ihtiyacımız var. Ancak hastalıklı bir kimlik sorunumuz olduğu için İstanbul’u Avrupalıların gözünden anlamaya çalışıyoruz. Burnumuzun dibindekilere sırtımızı dönmüşüz. Oysa burnunun ucunu göremezsen, ileriyi görmenin de bir anlamı olmaz. Balkanlar’la, Ortadoğu’yla bambaşka ilişkilerimiz var. Kendinizden bir parça buluyorsunuz. Bunlar bize bir şey katacak, kendi kimliğimizi tamamlayacak. Biz turistik film yapmıyoruz. Buranın nasıl her şeye rağmen kozmopolit bir şehir olarak kaldığını anlatan bir film bu. Beni en çok bu heyecanlandırıyor. Film, “Acaba benim oturduğum evde daha önce kim yaşıyordu” diye sordursun istiyoruz. Hatırlayınca ya nostalji yapıyoruz, ya melankoliye kapılıyoruz. Yüzleşmiyoruz. Bu film unutmamak, toplumsal hafızayı tekrar canlandırmak üzerine. Bir şehir bunların aracı olabilir mi? İstanbul’a bunu yüklemek fazla değil mi? H. Karabey: Bence mümkün, fazla da değil. Türkiye gerçek rönesansını yüzleşebildikten sonra yaşayacak. Var olan, bize biçilen kimlik 87 yıldır idare etti, ancak artık yetmiyor. Yeni bir kimlik tanımlanması gerekiyor. Bu birilerinin adapte ettiği bir kimlik tanımlaması olmayacak, bu sefer biz tartışıyoruz. Benim tartışmamdan işte bu film çıktı. Bu tamamen bir özeleştiri. Doğru sorular sorarsak cevaplar zaten hep etrafımızda. Siz niye soru sormaya başladınız? H. Karabey: Ben bir Kürt işçi ailesinin çocuğuyum. Yani zaten “öteki”yim. Herkesi, diğerlerini anlamak için hep çaba harcıyorum, çünkü belki bir gün beni de onlar anlar diye umuyorum. Sorgulamak iyi bir şey, ancak keşke bizimki kadar mazoşist olmak zorunda olmasa. G C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle