26 Haziran 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 LOZAN 2 AĞUSTOS 2009 / SAYI 1219 BARCELONA yanında gelenlere bölgenin manzarasını da sunan şarap üreticileri geleneksel metotlara sadık kalıp globalleşmeden de uzak duruyor. Chasselas üzümlerinden elde edilen şarapların en önemli özelliği damakta pürüzsüz bir tat bırakması. Bu tadın oluşmasında üzümler kadar bağların eğimi ve gölün konumu da etkili oluyor. Yerel halk, göle düşen güneş ışınlarının yamaçlara yansımasını işin sırrı olarak özetliyor. Tabii asırlık taş binalardaki serin mahzenleri de unutmamak lazım. Lavaux, dünya şarap liginin de zirvesinde. Burada üretilen sekiz marka Fransız hükümeti tarafından verilen kalite belgesi AOC etiketi taşıyor. Üzüm bağları, bölgeye gelen turistleri etkilemekle kalmayıp UNESCO’nun da dikkatini çekmiş. 2007’de Dünya Mirası Listesi’ne alınan Lavaux bağları ve çevredeki köyler, Çin Seddi ya da Tac Mahal kadar tanınmasa da 800 yıllık geçmişe sahip. Asırlık binalarda sessiz sakin yaşayan ailelerin soyları, bölgedeki ilk şarap üreticisi Romalı askerlere dek uzanıyor. G [email protected] Şarap tadında bir yolculuk... REMZİ GÖKDAĞ enevre Gölü’ne yaklaşırken tren bir tünele giriyor. Ortam, ışıkları bir anda kararan sahneyi andırıyor. Sanki gizemli bir el, dekoru yeniliyor. Tünel çıkışında bambaşka bir manzara beliriyor. Rayların hemen dibinden başlayan yamaçta irili ufaklı binalar, karşıda Fransa, sağ tarafta yükselen dağlar ve ortasından geçtiğimiz zümrüt yeşili üzüm bağları... “Şarap Hattı” da deniliyor bu güzergâha. Tren ağır ağır ilerlerken, nereden geldiğini anlayamadığım bir sese kulak veriyorum: “İlk durakta in ve manzaranın içine karış. Dönüş biletini unut. Burada harcayacağın zamanın değerini daha sonra anlayacaksın!” Bu sesi dinleyip şarap ülkesinin kalbinde trenden iniyorum. İstasyonun Lozan olduğunu öğreniyorum. Az önce gördüğüm C manzaranın düş mü, yoksa gerçek mi olduğunu anlamam ise biraz zaman alacak. Hedefim az önce belirip kaybolan üzüm bağları. Cenevre Gölü kıyısından Montrö’ye doğru geri dönüyorum. Vevey’de dağlara sapan bir yol kıvrıla kıvrıla yükseliyor ve az önceki düşsel mekâna doğru devam ediyor. Birazdan, tren camından izlediğim üzüm bağları arasında buluyorum kendimi. Gökyüzünün parlak mavisi, beyaz bulutlarla süslü. Bulunduğum noktanın her açısı, kartpostal görünümündeki manzarayla kaplı. Gölün diğer kıyısında yükselen Savoie dağının lacivert gölgesi suya düşüyor. Doğanın büyüleyici güzelliği içinde tarihin armağanı köyler gizlenmiş. Bağların arasında kaybolan kırmızı çatılı taş evler birer üzüm salkımını andırıyor. Gördüklerimin hayal olmadığını Lavaux bağlarındaki üzümlerin kokusunu aldığımda anlıyorum. Chexbres köyü yakınlarında, bağların ortasında, yüksekçe bir yamaçta bulunan Le Baron Tavernier ile yolum kesiştiğinde, şarabın olduğu yerde lezzetli yiyeceklerin de olduğunu bir kez daha hatırlıyorum. Bu restoran, göldeki tatlısu levreğinin karadaki adresi olarak ün yapmış. Sunduğu lezzetlerin dışında en önemli özelliği manzarası. Üzüm salkımları bahçeye kadar uzanıyor. Masalardaki balık kokusuna Chasselas şarapları eşlik ediyor. Bağların arasında uzanan köyleri ve şarap evlerini de görmek mümkün. Burada üretilen şaraplar yerel halk tarafından tüketiliyor. Bir kısmı da diğer kentlere gönderilmek üzere saklanıyor. Üretilen tüm şarap markalarını köy meydanlarında tatmak mümkün. 270 şarap üreticisi, ürünlerini burada sergiliyor. Degüstasyonda sunulan şarabın yanında ikram edilen gevrek grisinileri, peynir çeşitlerini ve ev yemeklerini de unutmamak lazım. Kaliteli şarabı ve lezzetli mutfağının Herkes bikinili ve ateşli... IŞIK CANSU CANAYAK G STUTTGART Ankara’dan bir tren geldi... AHMET ARPAD K arşımızda, ırmağın öteki kıyısında hangarlar, depolar, dev vinçler, küçük yük gemileri. Daha ötelerde kentin yeşil yamaçları. Keskin bir tren düdüğü. İnsanlar irkiliyor. Mayıs sonunda Haydarpaşa’da gördüğüm “Tiyatro Treni” şimdi Neckar ırmağı kıyısında ağır ağır ilerliyor, seyircilerin önünde duruyor. Ankara’dan yola çıkan trenin İstanbul, Bükreş, Novi Sad, Zagreb ve Freiburg’da mola verdikten sonra son durağı Stuttgart oldu. Geçtiği her ülkede yerel tiyatrolar bu proje için hazırladıkları oyunları kendi dillerinde sundular. Tüm eserlerin ana teması kaçış, yabancılık, vatansızların, istismar edilenlerin, mültecilerin, sürülenlerin Avrupa özlemiydi. “OrientExpress” projesi Stuttgart Devlet Tiyatrosu ile Ankara Devlet Tiyatrosu’nun ortak bir çalışması. Bu dev proje Romanya, Sırbistan, Hırvatistan ve Slovenya devlet tiyatrolarının da katılımıyla gerçekleşti. Yirmi ülkeden kırk tiyatronun üye olduğu European Theatre Convention (ETC) da projeyi destekledi. Şölenin önemli oyunlarından, “80 gün, 80 gece” adlı eseri Stuttgart Devlet Tiyatrosu sahneledi. Oyunda, Romanya’da Bangladeşli ucuz işçilerin Alman piyasası için diktikleri oyuncak ayı Teddy ile yoldaşı Kaplan’ın öyküsü anlatılıyor. Alman sınırında ikisinin de taklit olduğu ortaya çıkınca, ülkeye kabul edilmiyorlar ve parçalama makinesinin önüne atılıyorlar. Seyran adındaki iyi peri, 80 gün, 80 gece içinde kendilerini seven birini bulurlarsa kurtulacaklarını söylüyor. Önce Devrimin tohumları... Bundan 56 yıl önce 26 Temmuz’da Kübalı birkaç isyancının Mancada Askeri Üssü’ne düzenlediği saldırıydı her şeyi başlatan. Küba devrimi bu isyanla birlikte filizlendi. 26 Temmuz her yıl “Ulusal İsyan Günü” olarak kutlanıyor. O gün askeri üsse saldıranların başındaki iki ismi ise tahmin etmek hiç zor değil. Bu yılki kutlamalara ev sahipliği yapan Holguin kentindeki göstericiler sokakları Fidel Castro ve Che’nin resimleriyle süslediler. Türkiye’ye, oradan da Balkan ülkeleri üzerinden İsviçre’ye uzanan maceralı yolculuk ne olursa olsun Almanya’ya girmek isteyen iki yoldaşın karlı Alp dağlarını kaçak geçmesiyle sona eriyor. Stuttgart Devlet Tiyatrosu’nun sunduğu “80 Gün, 80 Gece” inanılmaz bir tempoda oynanıyor. Oyuncular gibi neredeyse izleyici de nefes nefese kalıyor. Ankara Devlet Tiyatrosu’nun “ExPress”i ise bambaşka bir oyun. Melodramı andıran melankolik bir sunuş. Bavullarıyla bir vagona sıkışmış insanlar doğudan batıya yola çıkmışlar. Sahip oldukları her şeyi geride bırakmışlar. Yanlarına aldıkları bavulları sadece umut dolu. Kaderleri ortak. Korkarak gidiyorlar umuda. Batı yolunda kazananlar olacak, her şeyini yitirenler de. 2009 yılının Mayıs ayında Ankara’dan hareket eden “Tiyatro Treni” batıya uzanan yolculuğunda geçtiği ülkelerin tren istasyonlarına bir “kültür heyecanı” getirmişti. Orient Express’in son durağı olan Stuttgart’ta bütün eserler on iki günlük bir tiyatro şöleni kapsamında tekrar sahnelendi. Uzunluğu 200 metreye varan bu tren kimi zaman Anadolu’ya da çıkıyor, Ankara’dan Tatvan’a kadar yol boyunca değişik oyunlar sergiliyor. Stuttgart Devlet Tiyatrosu’nun bir Ankara ziyaretinde doğan “Tiyatro Treni” sanatsal işbirliğinde doğu ve batı kültürleri bir araya geldi, sanatın sınır tanımadığın kanıtlandı. Güneş batıyor. Bulutlar kızıla bürünmüş. Balkan müziği eşliğinde insanlar sohbet ediyor. İçkiler ellerde. Irmak kıyısında kocaman odunlar yanıyor. Sahneye fırlayan üç dansöz hemen eve gitmeyenlerin kanını kaynatıyor, coşanlar dans ediyor. Ilık bir Stuttgart akşamında her yaştan insan Orient Express’le keyiflenmiş. Keskin bir düdük sesi. Lokomotif ofluyor. Tren uzaklaşıyor, gözden kayboluyor... G www.ahmetarpad.de üzel adamlar ve kadınlar geçiyorlar Katalunya Meydanı’ndan. Kalabalık, gürültülü, her daim güneşli. Kulağa ne kadar da hoş geliyor kelimesi bile ‘Barcelona’nın, hani bazı kelimeler vardır ya, sadece kendileri tek başlarına yeterler göz süzmeye. Barcelona hakkikaten öyle de bir yer işte. Daha önce bir mart ayında gelmiştim buraya, soğuktu, griydi. Limanından meşhur akvaryumuna doğru yürürken şaşırmıştım biraz, sanki bu şehir kış da olsa her daim güneşli, pırıl pırıl olmalıydı... Ama yazın tam havasını bulmuştu Barcelona. Las Ramblas’ın çiçekçileri rengârenk açıyor, Katalanlar ancak turist olduğumuz için bizlerle İspanyolca konuşuyor, fena halde Fransızcayı andıran ama ucundan da olsa İspanyolca kalmış dilleriyle muhabbet ediyorlardı şehrin en eski kafelerinden Bazaar’da. Bir de şiir dinletisi sürüp gidiyordu kafede, onca hengâmenin arasında. Katalunya bölgesi, turistik anlamda İspanya’nın birincisi, ekonomik olarak ise en çok sanayileşmiş bölgelerinden. Art Nouveau’nun ve Katalunya’nın en önemli mimarlarından Antonio Gaudi’nın masalsı eli her yerine değmiş Barcelona’nın. Sinemada olsa Fellini olurdu sanki Gaudi, yazar olsa Gabriel Marquez. Büyülü bir gerçekçilikle yapmış belli çünkü Casa Calvet’i, Casa Mila’yı, bitiremeden önce öldüğü ve hâlâ bitmemiş olan Sagrada Familia’yı ama bence en çok da Güell Park’ını... Bütün Barcelona’nın önünüzde uzanıp gittiği, palmiyelerin arasında “Alt tarafı park yahu bu ama bu bu kadar mı özel olur, Alice Harikalar Diyarı’nda mıyım da şimdilik bilmiyorum” düşünceleri arasında Gaudi’nin o tek parça, upuzun bankında oturduğunuz o parktan bahsediyorum... Üstelik her yıl 23 Haziran’da, Festival de San Juan’ı, tabiri caizse yaza merhaba demeyi kutluyorlar Katalunyalılar. Hava kararır kararmaz başlayıp gün ağarana kadar, şehrin her yerinden kesintisiz olarak atılan havai fişekler ile gündüz kadar aydınlık olan şehirde aklınıza gelen herkes sarhoş ve mutlu bir şekilde düşüyor yollara, istikametleri deniz kenarı, en çok da şehrin orta yerindeki plaj Barceloneta... Yaza gelişi kutluyorlar, gökte havai fişekler, yerde kamp ateşleriyle... Herkes bikinili, ateşli, “Akdenizliyim, tutmayın beni” diye haykırıyor neredeyse... Sabah saat 5, hâlâ yüzenler var denizde, kumlarda kurumayı bekleyenler de... Yeni yeni sönüyor kamp ateşleri ve havada hâlâ havai fişeklerin tozu, kokusu... İspanya’nın her bölgesi ayrı birer ülke gibi diyoruz, bu doğru elbette ama benim gördüğüm kadarıyla değişmeyen bazı şeyler de var: Bu insanlar mutlular ülkelerinden, bir sorun, günahıyla sevabıyla başka hiçbir yerde yaşamak istemez hiçbir İspanyol... Kendilerine kültürel olarak en yakın olan Portekizliler’de ya da İtalyanlar’da da yoktur hiç gözleri. Onlar bilirler İspanyolluklarını damarlarında gürül gürül akan, bağıra çağıra yaşarlar hayatı, ama Madrid’de ama Barcelona’da... G [email protected] STOCKHOLM İsveç’in Kıbrıs’a bakışı OSMAN İKİZ İ sveç’in AB dönem başkanı olarak hedefi, atmosfere zehirli gaz salımını azaltacak bir programı kabul ettirmek. Ve aynı programı aralık ayında Kopenhag’da BM’in düzenlediği uluslararası iklim zirvesinden de geçirmek. Enerji sistemi ve ekonomik altyapıda ciddi değişiklikler gerekse de İsveç bunun mümkün olduğunu kendi deneyimiyle savunabiliyor. 1990’dan bu yana emisyon salımını yüzde 10 indirip, ekonomisini yüzde 50 büyütmüş olması diğer ülkeleri iknada İsveç’in elinde önemli bir koz. Enerjide yenilenebilir kaynaklara geçilmesi, bütün elektrikli aletlerin az enerji tüketecek şekilde yeniden üretilmesi de ekonomiye canlılık getirecek bir model. Eğer İrlanda sonbaharda Lizbon antlaşmasını kabul ederse, altı aylık geçici başkanlık uygulaması sona ereceğinden AB’nin son dönem başkanı İsveç olacak. Olof Palme’nin öldürülmesinden sonra uluslararası siyasi arenada silik bir profil çizen İsveç dönem başkanlığını değerlendirerek eski prestijini kazanma çabasında. Bu arada AB içinde Türkiye’nin üyeliğini destekleyenlerin başında gelen ve Sarkozy ile de sürtüşen İsveç’in, Kıbrıs konusunda cesur bir adım atması da şaşırtıcı olmayacak. İsveç’in, Kıbrıs’ta tıkanma olması halinde, iki devletli bir çözümden yana tavır alması beklenebilir. Dışişleri Bakanı Carl Bildt’in, Avrupa Parlamentosu’nda Rum ve Fransız milletvekillerine “Bugün yaşananlar 1974’ün sonucudur” demesi dikkat çekiciydi. Carl Bildt, Avrupalı diğer bazı bakanlar gibi Kıbrıs’ın tam üyeliğe alınmış olmasının hata olduğunu da kabul ediyor. Bakanlıkta önemli görevler üstlenmiş diplomatların yorumları da çoğu zaman resmi politikanın ipuçlarını verebiliyor. Örneğin Carl Bildt’in, İsveç’in yetiştirdiği en önemli diplomatlardan biri olarak söz ettiği Büyükelçi Henrik Liljegren, “Tallinn’den Türkiye’ye, Bir Diplomatın Anıları” adlı kitabında Kıbrıs konusunda dikkate değer yorumlarda bulunuyor. 1974’te Lefkoşa’da, 1982’den sonra da yedi yıl Ankara’da görev yapmış olan Henrik Liljegren, Rumların uzlaşmadan yana olduğuna inanmıyor. Kıbrıs davasını anlatmada ortak davranamayan Türklerin aksine Rumların bir bütün olarak hareket ettiğini, ancak gerçek yüzlerinin anlaşıldığını belirten Liljegren, şu değerlendirmede bulunuyor: “Rum tarafınca sergilenen tutumun, geçmişte adayı birleştirme çabalarının en koyu destekçilerine bile Rumların adadaki Türkleri ikinci sınıf vatandaş konumuna itme ve onlara değersiz bir azınlık gözüyle bakma hedefinden asla şaşmayacaklarını göstermiş olduğu kanısındayım. Rumların uzun dönemdeki amacı Kıbrıs Türklerinden ve Türk ordusundan kurtulmaktır.’’ Henrik Liljegren kırk yıla yakın gözlem ve deneyleri sonucunda şu sonuca varıyor: “Bugüne kadar yaşanan gelişmelerin ışığında, iki devletli bir çözümün ilgili bütün tarafların yararına olacağına inanıyorum.’’ Yıl sonuna kadar ne olacağını kestirmek kolay değil ama hedefe gitmeyi, sonuç almayı seven, zekâsını herkesin takdir ettiği Carl Bildt döneminde çözüme yaklaşılabilir. G [email protected] C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle