22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 28 HAZİRAN 2009 / SAYI 1214 Anne ben Afrika’ya gidiyorum DENİZ YAVAŞOĞULLARI azlardan yapılmış elektriksiz, susuz kulübelerde, kendilerine özgü âdetleriyle birçok farklı kabilenin yaşadığı, siyahlabeyazın kelimenin tam anlamıyla birbirinden ayrıldığı bir ülke, Namibya. Suç oranı yüksek. Sağlık sistemi berbat. Aybike Budak’ı hiç tanımadığı bu ülkeye getiren tam da bu. O, Pfizer Dünya Sağlık Dostları Programı’na Türkiye’den katılan ilk gönüllü. Programın amacı gelişmekte olan ülkelerde sağlık altyapısının inşa edilmesine katkı sağlamak. Budak, bu programla Namibya’ya gitti. Orada “Catholic Health Services” ekibinde dünyanın dört bir yanından gelen gönüllülerle çalıştı. Afrika’ya çalışmaya gitme kararını ilk verdiğinde tıpkı reklamdaki gibi annesini arayıp “Anne ben Afrika’ya gidiyorum” dediğini anlatıyor. Ailesi ilk başta onu pek ciddiye almamış, ardından destek olmuş. Budak’ın altı ay boyunca orada yaşamadığı kalmamış, onunla bu macerasını ve Namibya’yı konuştuk... Namibya nasıl bir ülke ? Namibya’lılar orayı Afrika’nın rüya ülkesi olarak tanımlıyor. 1990’da kurulmuş, genç bir Cumhuriyet. Yüzölçümü Türkiye’den az daha büyük, ama nüfusu iki milyon! Birçok farklı kabile var. Kendileri için çok değerli olan sığırlarına benzemekten keyif alıp, Viktorya dönemi renkli elbiselerinin üzerine boynuz şeklinde şapka takan Herrerolar, dillerini şaklatarak, şaşırtacak hızda konuşan Damaralar, avcılıkta üstlerine olmayan Sun insanları diğer deyişle Bushmenler, teknolojiyi, modern dünyayı reddeden, şehre geleneksel takılarını satmak için inen kırmızı çamurla sıvanmış Himba kadınları... Zamanında kolonileştirdikleri ülkeye yerleşmiş, birçok iş kolunun başında olan Almanlar... Otoyol yapımından, damacana su satımına kadar birçok işe el atmış inanamayacağınız kadar çok sayıda Çinli... STK’larda çalışmak için dünyanın dört bir yanından gelmiş yabancılar da var. Hayat Namibya’da gerçekten enteresan; eğitimsizlik ve fakirlik nedeniyle kalifiye iş gücü bulunmuyor. Bakanlıklar, hastaneler, yardım kuruluşları birçok şey başka ülkelerin vatandaşları tarafından yapılıyor gibi. Peki oralılar Namibya için neden “Afrika’nın rüya ülkesi” diyorlar? Aybike Budak, Pfizer Dünya Sağlık Dostları Programı’na Türkiye’den katılan ilk gönüllü. Programla Namibya’ya giden Budak, orada yaşadığı ve gözlemlediği her şeyin ilginç birer anı olduğunu söylüyor. Doğal güzellikleriyle insanı cezbeden Namibya’da gündüzleri bile sokağa tek başına çıkmanın tehlikeli olduğunu anlatıyor. S Aybike Budak Himba kabilesinden bir kadın ve bebeğiyle... Çok güzel bir ülke. Turizm imkânları çok geniş ve giderek zenginleşiyor. Yaban hayatı, hayvan türleri açısından da çok zengin. Sosyal hayat nasıl? Başkentte ve birkaç küçük şehirde daha modern bir hayat hâkim. Windhoek’te filmleri sıklıkla değişmese de bir sinema, tiyatro ve birçok kültür merkezi var. Onun dışında hayvancılıkla geçinen zengin köylerin yanı sıra insanların hâlâ sazlardan yapılmış kulübelerde yaşadıkları elektriğin, suyun olmadığı çok fakir yerleşim birimlerine rastlamak da mümkün. Şehirlerde insanlar modern gece klüplerinde eğlenirken, kırsal alanda ucuz olduğu için kendi ürettikleri biraları içip, aralarında geliştirdikleri oyunları oynuyorlar. Çalışma sırasında nelere şahit oldunuz? AIDS olduğunu öğrenen insanlarla tanıştım, yaşadıkları toplumsal sorunları, psikolojik etkileri gözlemledim. 120 yataklı bir hastanenin tek bir doktorla işlediğini, birçok sağlık kuruluşunda teşhis ve tedavinin hemşireler tarafından yapıldığını, tamamen farklı bölümlerde tedavi edilmesi gereken tüberküloz hastalarının yatak yetersizliği nedeniyle diğer hastalarla hatta çocuklarla aynı koğuşları paylaştığını gördüm. Hastaların, ambulans olmadığı için kamyonetlerin arkasında taşındığına şahit oldum. Yoksulluk nedeniyle hayatlarını çok kötü koşullarda devam ettirmeye çalışan arkadaşlarım oldu. Mutsuz, hiç gülmeyen çocuklar gördüm. Bir Afrika ülkesi olan Namibya’da bile siyah insanların ırkçılık nedeniyle kimi zaman restorantlardan kovulduğuna, istediği bölgelerde ev kiralamayadıklarına şahit oldum! Neredeyse her gün çıkan tecavüz haberlerinde kadınların, çocukların hayatlarının trajik bir şekilde nasıl değiştiğine tanık oldum. Bu olaylara maruz kalan kişilerin hikâyelerini anlattıkları bir kitap, olayın ne denli ciddi boyutlarda olduğunu anlamamı sağladı. Pek güvenli bir ülke değil o zaman, sizin başınıza bir şey geldi mi? Çarşıda cüzdanım için takip edildim, evime girerken telefonum için bıçakla tehdit edildim. En korkuncu ise, bir akşam takside giderken diğer bir arabadaki sarhoş adam tarafından silahla tehdit edilip, uzun bir süre takip edilmemdi! Gündüzleri bile tek başına yürüyüşe çıkmak çok büyük risk. Her zaman demir parmaklıkların ve elektrikli tellerin arkasında yaşıyorsunuz. Bu bazen çok boğucu olabiliyor. İnsanlar zor koşullarda yaşadıklarından beyazları potansiyel zengin olarak algılıyor, en yakın arkadaşlarınız bile bundan çıkar sağlamaya çalışıyor. Sağlığınız konusunda da dikkatli olmalısınız. Bazı bölgelere giderken içme suyunuzu yanınızda taşımanız, sıtma ilaçlarını almayı ihmal etmemeniz gerek. Toplu taşımanın yokluğu, program nedeniyle araba kullanamamak gibi nedenlerle sürekli özel taksilerle seyahat yapma zorunluluğum vardı. Saatleri taksiciye önceden söylemek gerekiyor yoksa hiçbir zaman istediğiniz saatte istediğiniz yerde olamıyorsunuz. Taksici “Şimdi geliyorum” diyor, bu yarım saati buluyor. “Şimdi şimdi geliyorum” deyince biraz daha kısa sürüyor! Yani büyük bir zamanlama sorunu var! Evet! Doktor bulmak, randevu almak da çok meşakkatli mesela. Diyelim ki aldınız, saat 13:00’te olan randevunuza 16:00’da kabul ediliyorsunuz. Bankalarda uzun kuyruklar oluyor, uzun kâğıt bürokrasisi var. İlginç bir anınız oldu mu? Yaşadığım her şey benim için farklı birer anı. Nambiya kurak bir ülke, büyük bölümü de çöl olduğu için sebze, meyve pek yetişmiyor, temel besin maddesi et. Sen ne yedin derseniz, kudu, springbok, gemsbok gibi antilop türlerinin yanı sıra timsah, zebra, devekuşu da yedim! Hayvanlar o kadar hayatın içinde ki, Kudu aynı zamanda radyo kanalı, döviz bürosu, mağaza ve kokteyl ismi; birçok anının, fıkranın, karikatürün konusu olabiliyor. Bir daha böyle bir projeye katılmayı düşünür müsünüz? Orada yapılacak çok şey var. Bunları gördükten sonra, dönüşüm zor oldu. Pfizer Dünya Sağlık Dostları Programı’na ikinci kez katılma şansım yok, ama ilk fırsatta Namibya’ya tekrar gitmek istiyorum. G Beklentilerle oynamayı seviyorum... ALİ DENİZ USLU osé Maria Vieira Mendes 1976 Lizbon doğumlu. Üniversitede önce hukuk sonra da Portekiz ve Alman Edebiyatı eğitimi alan Mendes, 1998 yılında “Artistas Unidos” isimli tiyatro topluluğunun daveti üzerine, Kafka’nın yazdığı bir metinden yola çıkarak ilk monoloğunu kaleme aldı. 1999 yılında Ruhr Tiyatro Akademisi’ne katıldı. 2005 yılında “Casa da Imprensa” ödülüne lâyık görülen Mendes, “Tek Odalı Daire”, “Karım”, “Cimri ya da Son Parti” ve “Yaşayacağımız Yer Neresi” isimli oyunları ile tanınıyor. Yazar, “Karım” isimli oyununda farklı nesillerin çatışmasını anlatıyor. Oyundaki genç karakter içinde sıkışıp kaldığını düşündüğü bu rutinleri kırmak isterken ebeveynlerinin cümlelerini kullandığını fark edince trajedi başlıyor. Yazmaya Kafka sayesinde başlamışsınız. Sizde özel bir yeri olmalı? Kafka benim tiyatro için yazdığım ilk metnin “sorumlusu”. Kafka’nın sözcüklerini ya da başka bir deyişle düşüncelerini kullanarak kendi yazım üslubumla bir monolog yazdım. Temsil oldukça “başarılı” oldu. Sonra da Kafka’nın kaleme aldığı her şeyi okumaya çalıştım. “Karım” oyununuzda kuşak çatışmasını anlatıyorsunuz. Bu çatışma anlaşmazsızlık kadar rutinin egemenliğinden de doğuyor gibi. Buna katılıyor musunuz? Bu oyunu yazmaya başladım çünkü benim jenerasyonumdan genç bir kişiyle bu kişinin ebeveynlerinin jenerasyonuyla J arasındaki ilişkiyi anlamaya ihtiyacım vardı. Ebeveynlerimin jenerasyonu 50 yıllık bir diktatörlükten sonra bizim özgürlüğümüz uğruna savaşmış ve bu savaşta galip gelmişti. Onlar “iyi adamlardı”. Benim problemim de aslında şöyle bir şeydi: Eğer ebeveynlerim iyi adamlarsa, biz kötü adamlar mı oluyoruz? Bizim aramızdaki çatışma ne? Böyle bir çatışma var mı gerçekten? Sanırım sonunda aramızda bir çatışma olmadığı sonucuna vardım. Ya rutinin egemenliği? Tekrar fikri üzerinde durmak, bunun üzerine çalışmak istedim. Biraz da müzikal “çeşitleme / varyasyon” fikri üzerine... Bu benim için çoğunlukla biçimsel bir oyun gibiydi. Tabii ki okumalardan en belirgin olanı bir jenerasyonun kendinden önceki jenerasyonu tekrarlaması durumu. Bu da günün 24 saat, yılın 12 aydan ibaret olmasıyla, vs. ilgili (Ne sıkıcı!). Oyundaki genç karakter içinde sıkışıp kaldığını düşündüğü bu rutinleri kırmak istiyor. Babalarının cümlelerini tekrarlarken buluyor kendisini. Bu da çok acı verici. Bir şekilde, Harald Bloom’un da sözünü ettiği, edebiyatta geçen bir terimden, Etkinin Anksiyetesi’nden söz ediyorum burada. José Maria Vieira Mendes, Portekizli bir tiyatro metin yazarı. Oyunlarında kuşak çatışmasının çıkmazını anlatıyor... METAMORFOZ HALİ Oyun yazarken katı kalıplarınız var mı? Bazen bir gösteriye bir metinden değil de bir fikirden, bir kelimeden, bir başlıktan ya da bir kavramdan yola çıkarak başlıyoruz. Metin daha sonra kendiliğinden gelişiyor ya da bir metin bile olmayabiliyor ortada ya da bir kolaj gibi kalıyor veya başka bir şeye dönüşüyor. Oyuncular temsilin yaratıcıları, her şeyden onlar sorumlular. “Sembolik gerçekler” adı verilen şeyleri sorgulamaya çalışıyoruz. Her zaman değişime dönük, sürekli bir metamorfoz hali içinde olmaya ve önceden kestirilemeyecek “çeşitlemelerde” bulunmaya çalışıyoruz. Hayatı hep başkası gibi yaşamak zorunda bırakılmışız gibi bir his var üstümüzde. Bu da samimiyetsizlik ve eksik dürüstlükten doğan bir mesafe yaratıyor. Aile bireyleri, arkadaşlar ve hayatla çarpışma da bu noktada başlıyor. Bunu anlatarak, göstererek çözmek, üstesinden gelmek mümkün mü? Benim “kurumlara” güvenim yok denecek kadar az. Bununla kastettiğim şey, Vieria Mendes’in “Karım” oyunundan... artık sorgulamadığımız, “nizami” yaşama biçimleri. Neden aile benim kendimi en rahat hissettiğim yer olmalı? Ya babam bir moronsa ne olacak? Ya da annem bir fahişeyse? Eğer büyükannemi ve büyükbabamı veya kız kardeşimi sevmiyorsam ne olacak? Bir aileyi tanımlayan şey nedir? Baba, anne ve oğullar mı? Niçin? Biyolojide temel alındığı şekliyle tanımlayabiliriz o zaman. Benim problemim hayatla. Eylem hissi harekete geçmeyince anlam taşımıyor. Siz bunu karşınıza alarak işe başlıyorsunuz. Hareketi hareketsizlikle doğurmanın peşinde misiniz? Öyküyü eylemlerle doldurup seyircinin dikkatini başka yöne çekmek bir tercihtir. Benim yapmaya çalıştığım şeyse, insanlar sonuna kadar bizimle kalsınlar diye, orada bir yerlerde bir aksiyon olacakmış gibi yapıp aslında hiçbir aksiyon ortaya koymamak. Ama bu aynı zamanda seyirciyi bilerek yanlış yöne doğru yöneltmek. Beklentilerle oynamayı seviyorum. İnsanların ve seyircinin çok fazla beklentisi var. Bir tiyatroya seyirci olarak adımımızı attığımızda neredeyse olacak her şeyi biliyor gibiyiz. Ben tam da bununla oynuyorum. Kendimi sorgulamanın da bir yolu bu, “neden her zaman bir giriş, bir gelişme ve bir de sonuç olmak zorundadır” sorusuna da bir eleştiri. G C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle