Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 PAZAR YAZILARI 21 HAZİRAN 2009 / SAYI 1213 Yozlaşmanın baş nedeni... ADNAN BİNYAZAR ietzsche, “Çocuklarını yetiştirmek için önce kendini yetiştir” diyor. Etkileşimsel bir edim olan eğitim, eğiticieğitilen ikilisi arasında gerçekleştirilen bir bilgi aktarımı ve davranış biçimlendirme eylemidir. Amacın gerçekleşmesi, öğretilenin de en az öğreten kadar istekli olmasını gerektirir. İkiliden birindeki eksiklik, eğitim kasnağını boşa döndürür. Eğitici önemli, ama onun donanımlı olması daha da önemli. Çocukta ya da yetişkinde öğrenme isteği uyandırılamazsa, öğretimsel etkileşim gerçekleşmez. Eğitimin amacına varmasında, çevre, aile yapısı, arkadaş ilişkileri, siyasal ortam, ekonomik koşullar, kültürel beslenme kaynakları... en az eğitici kadar belirleyicidir. Öğretmen adayı olarak altı arkadaşımla Diyarbakır’ın bir köyünde staj yapıyorduk. Birinci sınıfta Hüseyin adında zeki bir öğrenci vardı. Yoksulluğu giyiminden belliydi. Türkçeyi yeni yeni öğrenmesine karşın soruları doğru yanıtlıyordu. Köye, her hafta o zamanın “gezgin satıcısı” sayılan bir “çerçi” gelirdi. Eşeğinin üstüne attığı heybesinin içinde kadınların, genç kızların, özellikle de çocukların imreneceği cıncık boncuktan iğne ipliğe, şekerden bisküviye her şey vardı. Çerçi eşeğinin boynuna takılan çıngırağın sesini duyan çocukları sınıfta tutabilirsen tut! Onlara “Büyüyünce ne olmak istersin?” sorusunu biz de sorduk. Çocuklar, çevrelerinde gördükleri öğretmen, muhtar, bekçi olmak istiyorlardı. Hüseyin, “Ben çerçi olmak isterim,” dedi. Çünkü Hüseyin ancak çerçi olursa, ulaşamadığı şekeri, bisküviyi yiyebilecekti... Yaşadığı çevrenin dışında da çevreler olduğunu öğreterek çocuğun ufkunu genişletmek eğitimin işidir. Çocuğa ancak böylece tasarlama ve düşleme yetisi kazandırılır. Tasarlama yeteneğinden yoksun kişinin geleceği olmaz. Olsa da, o, başkalarının ona çizdiği gelecektir. Oysa iyi eğitilmiş kişi önüne hedefler koyar. O hedeften hedefler üreterek kendini geliştirme yolları arar. Öğrenciye eğitimin gerektirdiği koşullar sağlanmadıkça, toplumda iyi yurttaş diye tanımladığımız bireyin yetişmesi hayaldir. Ortada eğitim görmüş nice insan dolaşıyor. Ama kitlesel kalabalıktan başka bir şey değillerse, politikacının, tarikatçının aracı olmaktan başka işe yaramazlar. Günümüzde örneğine sıkça rastlanan böylelerinin topluma yarardan çok zararı dokunuyor. Çünkü çoğunluğunu bu tür kişilerin oluşturduğu bir düzende, yöneticileri kişilik kumaşları aynı olanlar seçip belirliyor. Toplumda tüm değerlerin altüst olup ayrışmalar yaşanmasının, insanın insana düşman kesilmesinin temel nedeni de bu. Bunca saldırganlık, vahşet, hırsızlık, arsızlık, yolsuzluk, ruhsal çöküntüler, kitlesel kıyım, toplumda katil ana babaların, sevgili parçalayanların, ana kurşunlayan çocukların türemesi; insanın giderek yozlaşmasının, yöneticilerin kendi dar kafalarına göre biçimledikleri eğitim uygulamalarının baş nedeni değil de nedir? Öyle değilse, yolsuzluğa adı karışan onca adam ortalarda dolaşıp baş tacı edilirken nasıl oluyor da yurtseverler, gazeteciler, bilim adamları hapislerde çürütülüyor?.. G binyazar@gmail.com Almancılar derken? DENİZ YAVAŞOĞULLARI “Burada yabancı, vatanımda Almancı” Cartel grubunun bir sözü; tek bir cümle Almanya’ya göç etmiş Türklerin durumunu anlatmaya yetiyor. Bu söz Beyond Belonging III Almancı! Tiyatro ve Film Festivali’nin manifestosunda da yer alıyordu. Festivalin küratörlerinden Tunçay Kulaoğlu ve Şermin Langhoff “Evet biz Almancıyız” diyorlar fakat onlara göre bu kavram çoktan dönüşüme uğradı. İ N stanbulBerlin kardeş şehir ilişkisinin 20. yıldönümü dolayısıyla hafta boyunca pek çok etkinlik düzenlendi. Beyond Belonging III Almancı! Tiyatro ve Film Festivali de bunlardan biriydi. Festival, “Almancı” kavramını gündeme getirdi, ama alışılageldiğinin tersine bir yaklaşımla... Almancı deyince aklıma karikatüristik bir “kişi profili” geliyor. Bunu; boynunda altın kolyesi, altında Adidas eşofmanı ve Mercedes’iyle yarı Türkçe yarı Almanca konuşan 50 yaşlarında bıyıklı bir adam olarak tarif etmem mümkün. Daha genç bir Almancı tarifi gerekiyorsa, o da genelde saçı sarı boyalı, kaslı, altın küpeli ve piercingli, “uzay yolu” dizisinin kostümlerini andıran kıyafetler giyen genç bir erkek olarak betimlenebilir. Almancıların hepsi erkek mi, değil tabii. Ancak kadın olarak aklıma belirgin bir tarif gelmiyor. “Peki neden aklımda bunlar canlanıyor, bunda neyin etkisi var” diye soruyorum kendime, cevabı bulmam çok da zor olmuyor; gurbet konulu Türk filmleri, dizilerde gördüğüm örnekler, bazı müzisyenler ve Akdeniz seyahatlerinde tanıştığım, karşılaştığım “Almancı”lar... BİZ DE ALMANCIYIZ... Beyond Belonging III Festivali’nin Film bölümünün küratörü Tunçay Kulaoğlu, Almancılık kavramının akıllarda, “köyden gelip, İstanbul’u görmeden Almanya’ya giden, orada uyum sağlayamayan, kazandığı parayla da burada hava atan” kişiler olarak yer ettiğini söylüyor. “Bu yafta, 40 yıl önce oraya giden işçilere yapıştırıldı. Ben bu birinci kuşakla gurur duyuyorum. Yaşadığınız koşullar ne kadar kötü olursa olsun, her şeyi bırakıp dilini bile bilmediğiniz bir yere gitmek kolay bir şey değil” diyor. Ta ki 510 yıl öncesine kadar bu göç olgusuna nereden bakarsak bakalım hep olumsuz şeylerle karşılaştığımızı söylüyor. Fatih Akın gibi uluslararası başarı elde eden isimler sayesinde bu imajın değişmeye başladığını, ama buna rağmen kafalardaki resimlerin değişmediğini belirtiyor. Kulaoğlu, “Biz Almancılık kavramını sahipleniyoruz” diyor “Bunu yaparken birinci kuşağa da bir anıt dikiyoruz, ‘evet Almancıyız’ diyoruz, ama onu yeniden tanımlıyoruz. Siyahiler Amerika’da yurttaşlık hakları için mücadele verdiklerinde ‘zenci’ kavramını sahiplendiler. Almanya’da göçmen Türkler için ‘Karabaş’ anlamına gelen ‘kanak’ kavramı kullanılıyordu, artık ‘evet, ben kanakenim’ de diyebiliyoruz. Bir dönüşüm söz konusu, sadece sinemada değil, değişik kültürel alanlarda da ciddi bir gelişme var ve Türkiye’dekilerin bundan haberi yok.” gitmiş Almanya’ya. Onun da hikâyesi benzer; ailesi Almanya’da kalmaya karar veriyor, komünist teyzesi ise darbe öncesinde Türkiye’den gitmek istiyor ve Şermin Langhoff’u da yanında Almanya’ya götürüyor. Langhoff, Almanya’ya ilk gittiğinde yaşadıklarını şöyle anlatıyor; “Hiç hoşuma gitmemişti. Edremit Akçay’da büyüdüm; ahşap Yunan evlerinde, fesleğen kokulu bahçelerde, deniz kenarında. Böyle bir ortamdan, birden Nürnberg’e, Hitler’in deyimiyle ‘Almanya’nın en Alman şehri’ne gittim. Kum taşı duvarlar, kaleler büyük odun kapılar...” Langhoff’un bu sıkıntılı alışma süreci kısa sürmüş. Almanya’daki hayatında da büyük zorluklara maruz kalmamış, ama yapısal bir faşizmin her zaman var olduğunu dile getiriyor. Bu noktada “Almanya’daki faşist olaylar arttı mı?” diye soruyorum, Langhoff “bitmiyor, ama arttı da diyemem. 9293 yıllarında bir ara alevlenmişti” diyor, o dönemler Türkiye’ye geri dönüşlerin de arttığını anlatıyor. Kulaoğlu ise “Doğu Almanya’daki bazı bölgelere yabancılar giremiyor. Bu Berlin’in doğusu için de geçerli. Oradaki bazı semtlere gece kesinlikle gitmem. Ancak artık her şey daha rafineleşti. Asıl tehlikelisi de bu; yüzünüze gülen ama aslında farklı düşünenlerin yaptığı rafine ırkçılık, çoğunluğun ırkçılığı. Sokakta bir dazlakla karşılaştığınızda en azından ne tarafta durduğunuzu biliyorsunuz” diyor. GÖÇ VE TİYATRO... Langhoff, sanatta da “Türkofobik” bir anlayışın hâkim olduğunu anlatıyor. Sanat evrensel olduğu halde orada Türklüğün bu evrenselliğe dahil olmadığını, hele de Avrupa’ya göç etmiş bir Türk’ün buna hiç dahil olmadığını söylüyor. “Ne kadar evrensel olsanız da Türk olduğunuzu anlatırken, ‘evet, Türküm, başka türlü bir Türküm’ deme ihtiyacı hissediyorsunuz. Ne kadar evrensel işler yapsanız da büyük galerilerde, yaptıklarınız yine etnik kimliğiniz üzerinden satılıyor. Biz bunları sorguladığımızda ise dibinin olmadığını görüyoruz” diyor. Langhoff göç ve benzeri durumların sanatı beslediğini kabul ediyor. Özellikle sinemada göç konularının çok işlendiğini, öncesindeyse bunun tiyatroya yansımasının olmadığını anlatıyor. Bu nedenle Almanya’da bu konuları tiyatroya taşımalarının çok büyük bir olay olduğunu söylüyor. Üstelik Alman tiyatrosunun dünyada çok büyük bir yeri olduğunu vurguluyor. Almanya’da sahneledikleri oyunların toplumun birçok farklı kesimini çektiğini ve çok beğenildiğini belirtiyor. Festivalin Türkiye’de de çok ilgi gördüğünü söylüyor ve bunun için çok teşekkür ediyor. Sanırım, “Almancı” deyince aklımıza artık büyük bir sanat camiası gelecek... G Şermin Langhoff ve Tunçay Kulaoğlu. Fotoğraf: Vedat Arık Kulaoğlu, Almanya’daki potansiyelin büyük olduğunu, televizyonlardaki spikerlerden tutun da, işadamlarına, oyunculara, futbolculara kadar çok fazla tanınan isim olduğunu anlatıyor. “Orada bu, gündelik yaşamın bir parçası görülüyor, ama Türkiye’de, Almanya göçmenlerinin sahip olduğu bu geniş yelpaze hâlâ gurbetçilik üzerinden okunuyor” diyor. Festivali yapma amaçları da neler yaptıklarını Türkiye’ye göstermek. Türkiye’deki Almancı imajını değişirmek. Kulaoğlu “Ben de Almancıyım, o da Almancı. Bu noktada nereden tuttuğunuz önemli, aslında yaptığımız kimliklerle oynamak” diyor. Almanya’da 23 yıldır yaptıkları sanatsal faaliyetlerden artık göç sonrası kültürel pratikler olarak bahsetmeye başladıklarını anlatıyor. “Çünkü ne yaparsak yapalım göçmen sineması, göçmen tiyatrosu diye adlandırılıyor ve o noktada hemen bir sosyal vaka haline geliyorsun” diyor “biz onu kırmak için göç sonrası dedik, göç deyince hâlâ toplumun dışında sayılıyorsunuz, oysaki oradaki üçüncü kuşak artık oranın bir parçası, dilleri Almanca”. Festivalin küratörü Şermin Langhoff ise yine de, kendilerine henüz “yeni Alman” diyemediklerini söylüyor. RAFİNE BİR IRKÇILIK Langhoff ve Kulaoğlu, küçük yaşta Almanya’ya gidenlerden. Tunçay Kulaoğlu Almanya’ya işçi olarak giden ailesinin yanına 12 yaşında taşınmış. 80 darbesinden sonra, Almanya’da ailelerin birleşmesini önlemek için vize yaşının yükseltileceğini öğrenince kanun çıkmadan gitmeye karar vermiş. Şermin Langhoff ise 8 yaşında Türkiye’de tanınan Almancılar artel, Türkiye’de tanınmış Almancıların başını çekenlerden. 90’larda tanınan grup, Türkiye’ye müziğiyle rap’i, hip hop’ı, sözleriyle ise Almanya’daki Türklerin dertlerini, maruz kaldıkları ırkçılığı öğretti. Tunçay Kulaoğlu, Cartel’in 9293 yıllarındaki Bern ve Zollingen’de yapılan ırkçı kundaklamalara Sibel Kekilli. bir tepki olarak ortaya çıktığını söylüyor. Rapçi Fuat ve Sultana da Türkiye’de rap’i devam ettiren “Almancılar”dan. C Tarkan (en solda) ve İsmail YK (üstte). Fatih Akın. C M Y B C MY B “Almancıların Türkiye’de en çok müzik alanında tanındıkları söylenebilir, sadece rap değil, pop müzik alanında da bilinen pek çok isim var; Tarkan, İsmail YK, Cankan ve daha birçok kişi... Almancı”ların sinema alanında isimlerini duyurmaları ise, Fatih Akın’la başladı. Akın’ın başarılarından sonra, Sibel Kekilli, Birol Ünel, İdil Üner, Mehmet Kurtuluş gibi oyuncular da daha çok tanındı. Tüm bunların dışında Türkiye’de “Almancı” figürünün yerleşmesinde pek çok dizi ve film karakterinin de etkisi oldu. Bunların başını da Bizimkiler dizisindeki “Almancı” karakter Davut çekiyor. G