Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 STUTTGART 26 NİSAN 2009 / SAYI 1205 ZÜRİH partiden atması üzerine Himmler yalnız kalır. Müttefiklerin ülkeyi işgal etmesiyle sahte kimliğe bürünür, adını başçavuş Heinrich Hitzinger olarak değiştirir. Hiç kesmediği bıyığını tıraş eder, gözlüğünü çıkarır, sol gözüne bant takar ve doğum yeri Bavyera’ya dönmek için yola koyulur. Ancak 21 Mayıs 1945 günü, üstü başı yırtık, Lüneburg yakınlarında İngilizlere yakalanır. İki gün sonra Heinrich Himmler olduğu anlaşılınca, daha önceden dişinin arasına yerleştirilmiş siyanür kapsülünü ısırarak intihar eder. İngilizler Himmler’i Lüneburg yakınlarında defnederler. Bugün mezarının yeri bilinmiyor. “Doğa kanunu olacağına varmalı ve en uygun olanlar yaşamalıdır” diyen Heinrich Himmler üç kişilikli bir insandı. O bir ideolog, hırslı bir politikacı ve tehlikeli bir oportünistti. Birkaç ay önce çıkan dev eserinde araştırmacı Peter Longerich, Himmler’e tam 1040 sayfa ayırmış. G www.ahmetarpad.de Adolf Hitler’in soykırımcısı... AHMET ARPAD M ünih’te 1900’da doğar. Babası lise öğretmenidir. Kent burjuvazisine mensup, hali vakti yerinde Katolik bir ana babanın oğlu olarak iyi yetişir, hümanist bir eğitim alır. Ufaktefektir, çekingendir, pek arkadaşı yoktur. Birinci Dünya Savaşı’nda asker olup, cepheye gitmek ister, ancak yaşı elvermediği için düş kırıklığına uğrar. Katolik ve tutucu genç Heinrich Himmler 1922’de kendini birden Nasyonal sosyalistlerin arasında bulur. 1923’te Hitler’in Münih’teki darbe girişiminde yer alır. Başarılı olmayan bu darbeden kısa süre sonra partide hızlı adımlarla ilerler. 1925’te Nazilerin güvenlik örgütü SS’e katılır, üç yıl sonra da devlet terörü estiren örgütün başına getirilir. Himmler’in örgüte aldığı erkeklerin büyük çoğunluğu işsiz, yaşamla arası pek iyi olmayan, her türlü emri yerine getirmeye hazır insanlardır. 1930’lara girildiğinde Nasyonal sosyalistler topluma ağırlıklarını koymaya başlarlar. 5 Mart 1933’te aldığı yüzde 44 oyla başbakanlık koltuğuna oturan Hitler, 23 Mart’ta sosyalistler hariç diğer partilerin oyu ile çıkardığı yetki yasasıyla yasama, yürütme ve yargıyı tek elde toplar, Nazi diktatörlüğünü perçinler. Hemen ardından ideolojisini eleştiren herkesi sorgusuz sualsiz tutuklatmaya başlar. Sosyalistler, aydınlar, düşünürler, sendikacılar, yazarlar... Nazi karşıtı birçok kişi Himmler’in emriyle yok edilir. Sorumluluğundaki SS bünyesindeki Dirlewanger ve Kaminksi tugaylarının savaş sırasında en büyük soykırım suçu işlediği söylenir. Bu nedenle başta Yahudiler olmak üzere Aryan ırkından olmayan tüm azınlıkların soykırımından Hitler kadar Nazi Almanya’sının ikinci adamı Himmler de sorumludur. Führer soykırımın planlayıcısı, Himmler de uygulayıcısıdır! Hitler’e olan yakınlığı korku ile dalkavukluk arasında bir bağımlılıktır. 1943’te İçişleri Bakanı görevini de üstlenen Himmler’in emrindeki SS örgütü iki milyon üyeye ulaşır. Ancak savaşın sonuna doğru Himmler Almanya’nın zaferinden kuşku duymaya başlar. Nazi rejiminin hayatta kalmasını sağlamak için İngiltere ve Amerika ile barış görüşmeleri gerektiğini açık açık söyler. Savaşı yitireceğini fark eden Hitler’in onu Zürih’ten bahar manzaraları REMZİ GÖKDAĞ u yıl Zürih’e bahar erken gelmiş. Geçen yıla oranla güneş yüzünü göstermede biraz daha cömertmiş. Hatta önceki yıllarla kıyaslayanlar bunun bahar değil, yaz olduğunu söylüyor. Bunlar Zürih’te uzun yıllar yaşayanlardan duyduklarım... Kente kışı yaşamadan baharla merhaba diyen benim gibiler bu tartışmaları pek de önemsemiyor aslında. Sokaklara açılıp, parkları keşfetmek “Bahar mı geldi, yaz mı” sorusuna cevap aramaktan daha keyifli. Uzun bir kışı geride bırakan Zürihlilerin çoğu güneşin tadını Zürih Gölü’nün kıyılarında çıkarıyor. Havanın ısınmasını fırsat bilen birkaç kişi kendini şimdiden gölün serin sularına bıraktı. Kent merkezinden görünen Alplerin zirvesini örten kara inat, gölün etrafı rengârenk. Parklardaki ağaçlar çiçek açmış, insanlar da bu renk cümbüşüne ayak uydurmuş. Zarafet konusunda birbiriyle yarışan Zürihliler sanki resmi olmayan bir moda şovu sergiliyor. Şehir merkezindeki yeşil alanlar kadar restoran ve kafeteryalar da kalabalık. Avrupa mutfağının değişik tatlarını arayanlar kent merkezindeki restoranların kapısında kuyruk oluşturuyor. İsviçre’nin meşhur fondüsünü sunan restoranlarda ise yer bulmak neredeyse imkânsız. Fondü masalarından dar sokaklara yayılan peynir ve şarap kokusu birbirine karışıyor. Yemek yiyen ve parklarda güneşlenenlerin dışında kenti keşfetmeye çalışan turistlerin sayısı da az değil. Tarihi binaların etrafında ağır adımlarla yürüyen turistler bir yandan geçtikleri her sokağı görüntülüyor bir yandan da ellerindeki haritalarından yollarını bulmaya çalışıyor. Tramvay ve otobüslerin aksine nehirde sefer yapan teknelerde boş koltuk yok. Sıradan bir cumartesi günü kent merkezinde yoğunlaşan kalabalığı üç gruba ayırmak mümkün. Parklarda güneşin keyfini çıkaran ve kenti keşfeden turistlerin dışındaki üçüncü grubu haftalık alışverişlerini yapanlar oluşturuyor. Yasalar nedeniyle pazar günleri İsviçre’de restoran ve cafe dışındaki işyerleri kapalı. Havaalanı ve kent merkezindeki tren istasyonunda bulunan küçük dükkânlar hariç pazar günleri açık bir yer bulmak imkânsız. Hafta içi saat 21.00’de kapanan mağazalara yetişmek, çalışan her İsviçreli için mümkün değil. Cumartesi mahkâmlarının ortak hedefi kalabalık bir alışveriş merkezine dalıp dar koridorlar arasında süren amansız bir yarıştan sonra kasaya ulaşabilmek. Aslında buna “cumartesi kaosu” demek de mümkün. Raflara konan ürünler kısa sürede tükeniyor. Görevliler boşalan rafları dolduruyor, müşteriler de bu ürünleri sepetlerine almak için yarışıyor. Hedefine ulaşabilen hızla bir sonraki koridora geçiyor. Bu sırada seri hareket etmek ve hızlı refleks hayati önem taşıyor. Aksi halde gözü ketçapa kilitlenmiş üzerinize doğru gelen iri yarı birinin altında kalabilirsiniz. Yavaş hareket edip ürünlerin üzerindeki Almanca etiketleri tercüme etmeye çalışıyorsanız, panik halinde rafları boşaltan diğer müşterilere engel olabilirsiniz. Her fırsatta kurallarıyla övünen İsviçre’nin cumartesi günleri yaşanan alışveriş kaosuna çözüm üretememesi şaşırtıcı. İsviçreliler sokakta, trende, otobüste birbirlerine ne kadar mesafeliyse cumartesi günleri yarıştıkları alıveriş koridorlarında şaşırtıcı derecede yakın mesafeyi tercih ediyor. Bu durum yabancılar tarafından yadırgansa da farklı bir kültürle iç içe olmanın yollarını arayanlar için kaçırılmaz bir fırsat olabilir. G B WASHINGTON Dinleniyoruz... ELÇİN POYRAZLAR K orku ve kuşkunun krallığını yaşadığı zamanlardayız. Yabancılardan çekindiğimiz, arkadaşlarımızla sohbeti sınırlı tuttuğumuz ya da gizli gizli yaptığımız, telefon görüşmelerini dinleniyor endişesiyle kısa kestiğimiz bir dönem bu. İnsanın en temel haklarından biri olan özel yaşama saygının paramparça edildiği karanlık günler. Kendini özgürlüklerin beşiği olarak dünyaya satan ABD’de durum farklı mı? Aksine. Geçenlerde ABD’nin en büyük istihbarat örgütü Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) insanların telefonlarını dinleme ve internet iletişimlerini izleme konusunda yetkisini aştığı yönünde bir haber vardı. İsmini gizleyen bir yetkili, New York Times gazetesine NSA’nın ABD’de yaşayanların telefon ve elektronik posta mesajlarını “kapsamlı ve sistematik” bir biçimde ve yetkisini aşarak izlediğini anlatmış. ABD’nin eski başkanı George Bush döneminde olağan kabul edilen yasadışı dinlemelerden, anlaşılan yeni başkan Obama da kolay kolay vazgeçmeyecek. ABD’deki insan hakları ve sivil toplum örgütleri Obama’nın hükümetin yasadışı dinlemelerden ötürü dava edilmemesi ve dokunulmazlığının korunması yönündeki tutumunu sert bir dille eleştiriyor. Bu örgütler, teröristleri izleme amacıyla başlatılan bu programların siyasi muhalifleri susturmaya kadar gidebileceği uyarısında bulunuyor. ABD’nin bu konuda hangi ülkelere örnek olduğunu görmek için çok uzağa gitmeye gerek yok. Dünyanın en “çalışkan” komplo teorisyenlerinin yaşadığı Washington’da da durum farklı değil. Hatta burada siyasi komplolar günlük yaşama da sızmış. Oturduğumuz evin alt katında yalnız yaşayan komşum bunun için çarpıcı bir örnek. Başta bize pek sıcak davranan, bu ülkeye yeni gelen yabancılar olarak ufak tefek yardımlarını bizden esirgemeyen adam bir süredir yüzümüze bakmıyor. “Biz adamcağıza ne yaptık” diye düşünürken geçenlerde mesele aydınlandı. Meğer komşumuz onun mektuplarını çaldığımızı ve internet bağlantısını sabote ettiğimizi düşünüyormuş. Bu durum, mahalledeki başka komşulara gidip şikâyetlerini açıkça aktarmaya başlayınca ortaya çıktı. En gülünç iddiası da benim gazeteci olarak telefon dinlemelerini engellemek için özel bir aygıt kullandığım ve bu aygıtın da onun internet bağlantısını bozduğu yönünde. Bu kadar büyük bir saçmalık, kuşkuculuk ve güvensizlik ancak bu kente yakışır. Sekiz yıl boyunca Bush yönetiminin eliyle paranoyaklaşan bir toplumun iyileşmesi uzun zaman alacağa benzer. O zamana kadar mağdur olacakların sayısını düşünmek bile istemiyorum. G Clayson Menthor, 9 Eylül 2008 günü kilisenin dağıttığı fasulye ve pirinçlerden payına düşeni almak için oradaydı. 13 yaşındaki küçük Haitili çocuk, bu hafta Flaş Haber dalında Pulitzer ödülü kazanan Miami Herald muhabiri Patrick Farrell’ın kadrajı içinde olduğunu bilemezdi. Objektiflere yakalandığında kabı boştu. Acaba günün sonunda kendisi de bir ödül kazanmış mıydı? BRÜKSEL Belçika’daki bizim sokaklar ERDİNÇ UTKU S anki Anadolu’daki bir kasabaya geldiğinizi sanıp bir an Belçika’da yaşadığınızı unutabilirsiniz. Kasabından fırınına, turizm bürosundan tercümanına, dönercisinden kuyumcusuna, marketine, kahvehanesine, derneğine ve camiye kadar Türkiye’de bir alışveriş sokağında bulabileceğiniz her şey fazlasıyla var. Belçika’da kendi kendine yeten “küçük Türkiye’ler” yaratmışız. Anvers’te Brederodestraat, Gent’te Sleepstraat, Beringen’de Stationstraat, Liege’de Rue Saint Nicolas, Verviers’de Rue de Dison... Brüksel’de ise Chaussee De aecht/Haachtsesteenweg Caddesi bu kategoriye giriyor. Her caddenin öyküsü ayrı olsa da öznesinde hep Türkler var. Beringen madenindeki Stationstraat ile Brüksel’deki Chaussee De Haecht üzerinden anlatmaya çalışalım bizim sokakların hikâyesini... Madenin altın zamanlarında, 60’lı ve 70’li yıllarda, heterojen bir nüfus varmış Beringenmijn’de (BeringenMaden). Yunanlılar, Polonyalılar, İtalyanlar, İspanyollar, Türkler... Beringen Madeni’ne çalışmaya Belçika’nın dört bir yanından ve diğer ülkelerden gelenlere pek misafir muamelesi yapılmamış, çünkü zaten herkes başka bir yerden geliyormuş. 1960’larla birlikte Türklerin ağırlığı hissedilir olmuş. Madenin kapanmasıyla da her şey değişmiş. Belçikalı bir okul müdürünün dediğine göre “Türkler BeringenMijn’ı 20 yılda küçük Türkiye’ye çevirdiler.” Neredeyse tüm binaları satın alan Türkler dükkânları, fırınları, doktorları, dernekleri ve camileri ile kendi kendine yeten bir topluluk olmuş. Belçikalılar “Daha önce her şey madenindi, şimdi Türklerin kiracısıyım, kirayı bir Türk’e ödüyorum” diyorlar. Stationsstraat’ta 19901994 yıllarında inşaa edilen Belçika’nın tek çift minareli camisi Fatih Camii, heybetiyle yaklaşık 6500 Türk’ün yaşadığı Beringen’de Türklerin ağırlığını hissettiriyor. Madenci Türklerin anıları ise fotoğraflarda kaldı! Türk dostu Belediye Başkanı Bernard Clerfayt’ın “Belçika’daki Türklerin başkenti” olarak nitelendirdiği, çoğunluğu Emirdağlı yaklaşık 40 bin Türk’ün oturduğu Brüksel’deki Schaerbeek Belediyesi sınırları içinde Nasrettin Hoca ve eşeği de heykelleriyle Belçikalıları selamlıyor. Schaerbeek’te yer alan kilometrelerce uzunluktaki Chaussee De Haecht/Haachtsesteenweg Caddesi’nin şehir merkezine yakın üç km’lik bölümünün Türkiye’deki bir kasabadan farkı yok. Türklerin Belçika’ya geldiği 1960’larda cadde üzerinde yoksul Belçikalılar oturuyormuş. O yıllarda Arnavut Seydi’nin açtığı İstanbul Kahvesi, Türklerin buraya adım atmasını sağlamış. Vatanını bırakıp, para kazanmak için Belçika’ya gelen Türklerin buluşma noktası olmuş, İstanbul Kahvesi. Anadolu’da bir kasabanın günlük yaşamındaki tüm görüntülerin yaşandığı bu caddede torununu gezdiren nineye de rastlarsınız, alışveriş yapmaya gelmiş kadına da. Camide namazını kılmaya gelen insanları görebildiğiniz gibi, eğlenmeye gelen kişileri de görebilirsiniz. Son derece renkli olan Chaussee de Haecht’te dernek yaşamı da renkli. Milli Görüş’ten Atatürkçü Düşünce Derneği’ne, Emirdağlılar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nden Diyanet Vakfı’na kadar pek çok dernek var. İki de camisi var sokağın. Hafta sonları canlı müzik eşliğinde eğlenilen ya da lüks düğünlerin yapıldığı mekânlar Şahbaz, Bergama, İzmir ve Kasım Restorantları ise Chaussee De Haecht’in bir başka yüzünü yansıtıyorlar. Yaban ellerdeki bizim sokaklarda camilerin kıblesi Kâbe, insanlarımızın kıblesi ise hâlâ Türkiye! G erdincutku@binfikir.be C M Y B C MY B