Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 Mağara Adamı / TAYYAR ÖZKAN (www.tayyarozkan.com) 1 MART 2009 / SAYI 1197 Vahşi olan kim? DENİZ YAVAŞOĞULLARI stanbul’un 2010 kültür başkenti olma sürecinde yapılan şehir temizliğinin bir kısmı da sokak köpeklerine yönelik olmuş, köpekler belediyelere ait olduğu ortaya çıkan sivil arabalarla gizlice toplanıp, şehir dışındaki ıssız bölgelere, ormanlık alanlara bırakılmış, ölüme terkedilmişti. Bu işlem 2008 yılı boyunca devam ederken, İstanbul çevresindeki ormanlar köpek sürüleriyle doldu, ardından aynı dolaylı itlaf yöntemi Didim’de de uygulandı. Şimdi de bunun bir benzeri Çanakkale’de yaşanıyor, ancak bu defa İ köylülerden öğrenmiş. Bölgeye gittiğinde sadece altı atla karşılaşmış, iki gün sonra ise bu atların ikisinin öldüğünü fotoğraflarıyla belgelemiş. Sitare Şahin, “O atlar insan eliyle beslenmiş hayvanlar, bırakıldıkları yerde doğru dürüst ot yok, su yok. Bu basbayağı ölüme terk edilmeleri demek” diyor. Belediye görevlileriyle konuştuğunda atların bir kısmını dağlara, bir kısmını da Kaz Dağı’ndaki zeytin üreticilerine bıraktıkları söylenmiş. Şahin, atların sağlık kontrolü yapılmadan şehir dışına çıkarılmasının zaten yasak olduğunu söylüyor. Şimdi kayıp olan 88 atın hiçbirini bulamadıklarını anlatırken, işin peşini bırakmayacağını da vurguluyor. kurdun yanına, yardım istercesine gitmesi belki de olayın en acıklı kısmı. Diğer yandan yerde aynı şekilde ayağı bağlı bir kurt cesedinin daha bulunması, videoya çekilen vahşetin ilk olmadığını da kanıtlıyor. Muş valiliğinin basın müdürü Bülent Solmaz’ın açıklaması da bunu doğrular şekilde. Benzeri bir olayın geçen yıl da yaşandığını, yapan kişilerin bulunup cezalandırıldığını söyleyen Solmaz, bu olayın da üstüne gideceklerini vurguluyor... Ancak görüntülerin ne zaman çekildiği, olayın yeni mi eski mi olduğu tartışma konusu. Hayvan hakları aktivistleri arasında, bu görüntülerin üç yıl önceki bir olaya ait olduğunu söyleyenler ve yerel seçimler öncesi ortaya atılmasını provokasyon olarak değerlendirenler var. Aynı kişiler, tüm dünyada yankı bulan haberin, yabancı sitelere taşınmasını Türkiye’nin imajı açısından doğru bulmuyor. Ancak haber şimdiden yayıldı ve tüm dünyada tepki buldu. Bu tepkinin asıl sebebi hayvanların dinlerinin ve milliyetlerinin olmaması. Bu yüzden tüm dünya onlara sahip çıkıyor, çeşitli imza kampanyalarıyla cumhurbaşkanını ve diğer yetkilileri bir an önce hayvanlara yapılan şiddeti engelleyici önlem almaya çağırıyorlar. Eğer siz de bu olayı provokasyon olarak düşünmüyor ve protesto etmek istiyorsanız http://www.gopetition.com /online/25353.html adresindeki kampanyaya imza atabilirsiniz. Hayvan katillerine oy yok... Çanakkale’de işe yaramayan atlar dağlara bırakıldı. Muş’ta yaşanan vahşetin kurbanıysa bu defa bir kurttu. dağa bırakılanlar köpekler değil atlar... Çanakkale’de atların taşımacılık işinde kullanılması İl Trafik Komisyonu’nun kararıyla 1 Şubat’tan itibaren yasaklandı. Bunun üzerine belediye, at arabacılığıyla geçinenlere para ödeyip at ve arabaları topladı. Doğayı ve Hayvanları Koruma Derneği (DOHAYKO) Çanakkale Temsilcisi Sitare Şahin’e göre belediye işe yaramayan, sakat ve zayıf atları dağa bıraktı. Kararın çıktığı dönem, belediye yetkililerine atlara ne yapacaklarını sorduklarını anlatan Şahin, “Biz gereğini düşüneceğiz” yanıtını aldıklarını söylüyor. Atların dağlara bırakıldığını ise İhlas haber ajansında “http://www.iha.com.tr /haber/video/Guncel/3612VO11/Vahsetekahkaha!” linkinde yayımlanan bir video da, Muş’ta yaşanan bir vahşeti tüm gerçekliğiyle gözler önüne seriyor. Bu olayın kurbanı ise bir kurt! Muş’ta köylüler tarafından cep telefonu ile çekilen bu görüntüler ayaklarından bağlanmış bir kurdun köpekler tarafından parçalanmasını baştan sona veriyor. Görüntülere, izleyen köylülerin kahkahaları ve tezahüratları da eşlik ediyor... Dakikalarca devam eden görüntüde ağır yaralı kurdun kendisiyle aynı şekilde köpeklere parçalatılarak öldürülmüş yerde yatan başka bir Ne yazık ki 5199 sayılı hayvan koruma kanunu, değiştirilmediği sürece vahşet haberlerinin sona ermeyeceği ortada. Yine de hayvan hakları aktivistlerinin yaptıkları çalışmalar yaygınlaşıyor. Aktivistler şimdi de, “Hayvan katillerine oy yok” adlı bir kampanya altında birleştiler. Hayvan Hakları Federasyonu HAYTAP yerel seçimler öncesi, üzerlerinde “Onların oy hakları yok, ama bizim var” yazılı bir dizi afiş hazırladı. Bu konuda bir çalışmayı da Doğa Derneği yapıyor. Dernek, yaklaşan yerel seçimlerde doğayı en iyi koruyacak belediye başkanını belirlemek için bir liste hazırladı, maddeler arasında sokak hayvanlarını koruma konusunun dışında doğal alanları koruma, enerji ve su tasarrufu gibi başlıklara da değiniliyor. Özgürlük tüm canlılara! METE KIZIK Jean Paul Sartre “Özgürlüğe mahkumuz” diyor. Vahşi hayvanlar da özgürlüğe mahkum değil mi? Doğal ortamda aile yaşamını sürdürüyorlar. Gezmeyi, yiyecek aramayı, ilişki kurmayı, tırmanmayı, yüzmeyi, banyo yapmayı seviyorlar. Günde sekiz saat koşanları, hatta geceleri 30 kilometre yol yapanları var. Fil, arslan, kaplan, maymun, suaygırı, vahşi hayvanlar sınıfından Afrika ve Asya kökenli canlılar. En üst düzeyde koruma altındalar. Türleri tehlikede. Çünkü aşırı avlanma, yok olan doğal yaşam alanları, iklim değişikliği ve yiyeceklerinin azalması nedeniyle sayıları günden güne düşüyor. Oysa onların çeşitli gerekçelerle mahkum bir hayat yaşaması, özgürlüklerinin alınması etik değil. Hem de hayvan hakları ve koruma altındaki canlıların yaşatılması ilkesine uymuyor. Doğanın özgür canlıları dünya sirklerinde bir meta aracı olarak kullanılıyor. Sirklerin tarihi 400 yıla uzanıyor. Avrupa’nın çeşitli ülkelerine olduğu gibi yurdumuza da zaman zaman konuk sirk kumpanyaları geliyor. Çemberden atlamak zorunda bırakılan arslanlar, tabure üzerinde iki ayağı üzerine kalkan filler, amuda kalkan deniz arslanları hayranlıkla izleniyor. Alkışların adresi hayvan terbiyecisi mi, köle durumunda bırakılmış hayvanlar mı belli değil...Sirkler küçük izleyiciler için hayvanları tanımanın ve sevmenin yeri mi? Öyle mi gerçekten? Değil elbet, insanlar dünyayı paylaştığı diğer canlıları da düşünmeli. Bu canlıların artistik hareketleri için neler çektiklerini görmüyor, düşünmüyor, bilmiyoruz. Sahne arkasında neler yaşandığını, uğradıkları işkenceyi bilseydik belki ağlayacak, bu acımasız gösterinin konukları olmayacaktık. Berlin Hayvanat Bahçesi eski baş bakıcısı Karl Lock, “Fillerin amuda kalkması ve oturması anlatılmaz bir işkencedir. Bir süre sonra bu hayvan öldürülmek zorundadır. Çünkü omurgaları bozuluyor” diyor. Sirklerde çok uzun süre başantrenör olarak çalışan Elke de VriesBecker 2004 yılında bu mesleği vicdanının sesini dinleyip bırakırken bakın ne diyor: “Hayvanlara sirklerde gösteri yaptırılması yeni bir modern kölelik biçimidir. Hayvanlar usup bıkmadan sürekli olarak öğretilen hareketleri yapmak zorundadır. Ancak bu sanat gösterileri kendi özgür yaşamlarında asla yapmayacakları hareketlerdir. Bu nedenle vahşi hayvanların gösteri yapmaları yasaklanmalıdır.” Gerçekler böyle. Peki, hayvanları tanısın ve sevsin diye sirklere götürülen çocuklar yetişkin olduklarında ne düşünecek? Sirkler hayvanları sevme, güzel dakikalar geçirme yeri değil. Çünkü gösteri, insanların hayvan dünyasına zorbalığı aslında... Son yıllarda artan bilinç ve duyarlılık sonucu birçok ülkede bu alanda ileri adımlar atıldı. 90’lı yıllarda yoğunlaşan karşı sesler sayesinde Almanya, Estonya, Hırvatistan, Kosta Rika ve İsrail’deki sirklerde vahşi hayvanların bulundurulması tamamen yasaklandı. Çek Cumhuriyeti, Bulgaristan ve Macaristan eğlence çadırlarında yeni doğan hayvanların bulundurulmasını engelledi. İngiltere, ABD, Kanada, Brezilya gibi birçok ülkede yerel yönetimler, çeşitli sınırlamalar getirdi. Türkiyemiz ise cennet! Bir kısıtlama yok... Bu alandaki uluslararası anlaşmada imzası da yok. Özgürlük tüm canlılara!.. metekizik@cumhuriyet.com.tr PAZAR YAZILARI Bilinmeyene doğru... ADNAN BİNYAZAR tandford Üniversitesi’nden bir öğrenci grubu, kuantum elektron dalgalarını kullanarak dünyanın en küçük harflerini yazmayı başarmış. Bu harfler 0,3 nanometre boyunda. 1 nanometre ise, 1 milimetrenin milyonda biri. Varılan küçüklüğün boyutunu düşünün! Harfler, ince bir bakır tabakası üzerine kuantum elektron dalgaları yardımıyla oluşturulan titreşimlerle yazılıyor. Küçüğe varmanın öyküsü yıllar öncesine dayanıyor... Deneyler, Richard Meynman adlı bir fizikçinin, 1959’da, “ortalama bir kitabın bir sayfasını, normalin 25 binde biri büyüklüğünde yazılabilecek” duruma getirecek kişiye 1000 S C M Y B C MY B dolarlık bir ödül koymasıyla başlamış. Uzun süre kimse başaramıyor bunu. 1985 yılında Standford Üniversitesi öğrencileri büyük bir aşama gösteriyorsa da, ödülü 1990’da IBM kazanıyor. Özetinin özetini verdiğim haberin sonunda şöyle bir tümce var: “Aradan bir yıl sonra Standford Üniversitesi, IBM’den intikam almayı başardı.” Başarı saydıkları da, IBM’nin başardığına ulaşmış olmak... Kuşkusuz, başarıya götüren “intikam”lar, bilinmeyene ulaştıracak yolların başlangıcıdır. Haberin bilimsel ayrıntısı, benim üstesinden gelebileceğim bir konu olmadığından, doğal ki bu yazının kapsamı dışında kalacaktır. Ancak şu kadarını söyleyebilirim: Her büyüğün başlangıcı küçüğe dayanır. Bilimin hedefi, büyük olayların ya da kütlelerin özündeki küçüklüğe varmaktır. O ölçüde de büyük olanı küçültmeye... Çok uzaklara gitmeyelim; elli yıl önce oda büyüklüğündeki bilgisayarın bugün serçeparmak kadar küçültüldüğü anımsanırsa, kısa sürede nereden nereye gelindiği anlaşılacaktır. Yüzyıllar boyunca küçüğe varamayan insan, Yunan tanrı söylencelerinde olduğu gibi, büyüklüğün korkusu altında onlara tapınç yolları icat etmiştir. Bizde çok zekice söylenmiş kılı kırk yarmak, pösteki saymak, iğnenin deliğinden geçmek gibi deyimler, küçüğe ermenin düşünsel derinliğini anlatır. Devinen, yiyen içen, düşünen, duyan, yontma taştan en gelişmiş bilgisayara, gökte uçandan deniz diplerinde dolaşana, damarın içini gözetleyen minik aygıtlara; gereksindiği her aracı yapan, yaşamı oyuna çeviren insanın başlangıcı, gözle görülmeyecek denli küçük olan spermdir... Küçüklüğün boyutu ya da bilinmeyen boyutsuzluğu şundan bellidir ki, sperm “sperm” oluncaya değin kimbilir hangi aşamalardan geçiyor!.. Bilimsel çalışmanın kuralı bu; her usta, temele bir taş koyarak, birinin yaptığını başka biri tamamlayıp sonuca varacak; sonuçla da yetinmeyecek, düşünceden düşünce üreterek, sezgisiyle, yaratıcılığıyla, o sonuçtan hangi sonuçlara varılacağını da tasarlayacak... Sanatın kuralı da bu; ince eleyip sık dokumak... Bilim insanının gözü, beynindedir. Arşimet’in, gözümüzün önünde olan suyun kaldırma gücünü beyniyle görmesinin sonucudur, denizlerde koca koca gemilerin yüzmesi... Sir George Cayley, İkaros söylencesinden başlayıp Leonardo da Vinci’nin çizimlerinde uçma edimini görüp havadan ağır aygıtlara ilişkin ilk aerodinamik ilkeleri geliştirmeseydi, gökte uçmak kuşlara kalırdı. Bakalım kuantum elektronik dalgaları, küçüğü daha ne kadar küçültülecek... binyazar@gmail.com