Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 27 ARALIK 2009 / SAYI 1240 Bu şiddet hepimizin ürünü Türkiye’nin dört yanından toplumsal şiddet haberleri yükseliyor. Hatta toplumsal birliğimizin “şiddet”e dayandığı bir zamanda yaşadığımızı söylemek yanlış olmaz. Bütün bunlar artık başka bir siyaset oluşturulması gerektiğinin de göstergesi. Çözüm içinse önce durup samimiyetle düşünmek gerekiyor. Sonra da dinlemeyi bilmek... ESRA AÇIKGÖZ 1. Sayfanın devamı tutum ve deneyimleri konusunda da araştırmalar yürütüyor. Söz şimdi onda: Son günlerde yaşanan olaylarda toplumsal şiddetin iyice açığa çıktığını görüyoruz. Sizce artık bireylere kendini ifade etme, “iletişim” yolu olarak sadece şiddet mi kaldı? Melek Göregenli: Şiddet, bireysel ya da toplumsal gruplar düzeyinde her zaman ve her yerde, belirli koşullar oluştuğunda neredeyse tarih dışı bir olgu olarak, “kendini ifade etme”nin bir aracı olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlar ya da gruplar, engellendiklerinde, kendilerini başka türlü, normatif yollarla ifade edemediklerinde, bunu bilemediklerinde, bazen bilseler de beceremediklerinde, şiddet kullanmak istenen amaca ulaşmayı sağladığında ve benzeri nedenlerde şiddete başvururlar. Sosyal bilimlerin bilgisi, şiddetin öğrenildiğini gösteriyor; şiddetin, kullanana güç sağladığını, her düzeyde kontrol algısını arttırdığını hatta eğer toplumsal değer ve normlar bu yönde oluşmuşsa statü ve prestij kazandırdığını... Şiddet, kişisel hayatlarımızda “söz”ün, toplumun hayatında da “politika”nın yerine geçtiğinde, hepimizin, güçlü olana bir şekilde teslim olmamıza yol açan bir tür iradesizliğe, hareketsizliğe, en hafifinden sözümüzün ya da politik edimlerimizin “boşuna” olduğuna ilişkin bir algısal çaresizlik içine düşmemize yol açıyor. Bütün bu yaşananlar şiddetin meşrulaştırılmasını da sağlıyor. Peki şiddet artıyor algısı, şiddetin meşrulaştırılmasında nasıl bir rol oynuyor? Şiddetin giderek yaygınlaştığı, azaldığı, çoğaldığı gibi niceliksel yaklaşımların da, işin özünden uzaklaşmamıza; şiddete neden olan yapısal öğeleri gözden kaçırmamıza neden olabileceğini düşünüyorum. Toplumumuzda her düzeyde şiddetin yaygın ve meşru olmasının değil, olmamasının şaşırtıcı ve ilginç olabileceğini sanıyorum. Zaman zaman “cinnet” olarak adlandırılan halin, kimsenin kimseyi aslında sevmediği, anlamaya niyeti olmadığı, çoğumuzun verili konumunu korumak için toplumsal adaletsizliklere gözlerini yumduğu bu coğrafyada hâlâ istisnai olmasını, güç ve korkuyla terbiye edilmiş, şiddetle iyi eğitilmiş olmamıza bağlıyorum. İ nsan hakları örgütleri temsilcileri tırmanan gerilim konusunda toplumun tüm kesimlerini sağduyulu hareket etmeye çağırıyor. Ne komiktir ki siyasiler de! Oysa bu oyunu zaten onlar başlatmadı mı? Ve bu oyun aslında çok uzun zamandır oynanmıyor mu? Toplumsal birliğin harcını “şiddet”le karan onlar değil miydi? İzmir Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Psikoloji Bölümü öğretim üyesi Melek Göregenli için yanıt “evet”. Politik psikoloji, çevre psikolojisi ve kültürler arası psikoloji üzerine çalışıyor Göregenli. Şiddet ve işkenceye ilişkin toplumun algı, Melek Göregenli. BAŞKA BİR SİYASET GEREK Peki şiddeti, meşru olmamasını şaşırtıcı bulmanızı sağlayacak kadar kanıksatan ne? Her düzeyde iktidarlar, kendi şiddetlerini ancak, aşağıdakiler arasında şiddet yaygın, sıradan ve meşru olduğunda haklılaştırabilirler. Hiçbir zulüm etkin destek ya da sessiz seyirciler olmaksızın gerçekleştirilemez. Şiddet, annenin çocuğuna, babanın eşine, çocuğuna, ustanın çırağına, komutanın askere, öğretmenin öğrenciye, sonuç olarak güçlü olanın güçsüz olana, onu kontrol etmek ve hizaya getirmek için uyguladığı sıradan bir günlük faaliyete dönüştüğünde, kimse polisin eylemcileri hizaya getirmek için gözlerine biber gazı sıkmasını isyan etmeye değer bir mağduriyet olarak algılamaz. Hatta her türden mağduriyet, hak edilmiş ya da en azından beceriksizlik sonucu yaşanan kaçınılmaz bir sonuç olarak mağdurun sorumluluğuna atfedilir ve mağdur değersizleştirilerek, fail aklanır. Travesti, ısrarla tercih olduğuna inanarak içimizi rahatlattığımız bir var olma biçimi yüzünden öldürülmüştür; egemen erkeklik ideolojisinin, homofobinin hiç suçu yoktur. İşkence ya azalmıştır ya da zaten hep münferittir. Neden başkalarının çocukları tiner çekip sokaklarda insanların önünü kesip dehşet saçar? Neden bazıları dağlara çıkar ve ortalama altı yıl içinde ölmeyi göze alır? Bir adam neden cinnet geçirip en yakınındakilere, belki de en sevdiklerine kıyar? Neden onlar da biz değil, neden başkalarının çocukları da bizimkiler değil? Dünyanın adil bir yer olduğuna inanmamız gerekiyor ki bütün bu kötülükler, uzağımıza fırlattığımız başka hayatların meyveleri olabilsin; şiddet ancak onu hak edenin yaşadığı, eğitimsiz, yoksul, hatta doğuluların ya da bir avuç teröristin başımıza açtığı dert olabilsin. Dolapdere’deki bu insanları bir araya getiren duygu, öfke. Toplum olmayı “şiddet”le başarıyorlar. Yani toplumdaki şiddet bir yandan güvenlik güçlerinin uyguladığı şiddeti ve hükümetin buna göz yummasını önemsizleştirirken, diğer yandan da güvenlik güçlerinin şiddeti ve hükümetin suskunluğu toplumsal şiddeti arttırıyor... Hükümetin, öncekilerden daha fazla, güvenlik güçlerinin halka uyguladığı şiddete göz yumduğunu düşünmüyorum. Devlet kurumları, hükümetler, bu ülkede her zaman ya doğrudan şiddet kullanarak iktidar oldular ya da daha “normal” dönemlerde şiddet hep iktidarın en önemli yönetme aracı oldu. Yaygın medya da bunu meşrulaştırmada önemli rol oynadı. Bence bu hükümetin farkı, “demokratikleşme” iddialarının söylemsel düzeyde bile, güvenlik güçlerinin şiddet kullanması söz konusu olduğunda ne denli tartışmalı olduğunun görülmesidir. Bir yandan kardeşlik, demokratikleşme, siyasetin diğer şiddete dayanan egemenlik biçimlerine üstünlüğünü savunup, bir yandan iktidarın şiddeti her düzeyde alttakilerin kontrol edilmesinde etkin bir araç olarak kullanması, siyasetin şiddetin yerine geçmesi için aslında “başka bir siyaset” gerektiğini, bunun bir niyet meselesi olmadığını gösteriyor. Peki toplumsal şiddetle başa çıkmanın, gerçek bir toplumsallık oluşturmanın yolu ne? Başka bir hayatın, gerek hayatlarımızda, gerekse ülkemizin bugünü ve geleceğinde mümkün olduğunu savunmaya ve hayata geçirmeye çalışmaktan başka yolumuz yok. Bu hayatın siyasi bilgisini oluşturmak için, birbirimizin hayatlarını görmeye karar vermeye ihtiyacımız var öncelikle. Akıl vermeye, üstten bakmaya, doğrunun tek ve bizimkisi olduğunu düşünmekten vazgeçmeye belki de samimiyetle bir durup düşünmeye... Ancak bundan sonra şimdiye kadar hiç olmayan bir şey yapmak şiddete değil, söze, siyasete dayalı bir toplumsal söz birliği oluşturmanın adımlarını atabiliriz. G Cam kırıldı, şiddet dağıldı A nkara Üniversitesi Gazetecilik bölümünde ders veren, yazar Levent Cantek’e göre de aslında şiddet hep vardı, sadece hayatın ya da onun deyimiyle “medya”nın tam üzerinde, İstanbul’da değildi. “Bırakın insan hakları raporlarını, gazetelerden rahatlıkla izlenebilecek bir şiddet birikimi, özellikle linç girişimleri zaten vardı” diyor, “Taşrada ve küçük şehirlerde yaşananlar çok da göze batmıyordu sanki. Sıradan insanlar çıldırdıklarında, intihar ettiklerinde, öldürdüklerinde haber olabilirler ya, küçük şehirler de bu linç girişimleriyle görünebiliyor ancak. Başka türlü yoklar, bir isimden fazlası değiller. Ancak çatışma, İstanbul’a geldiğinde daha çok endişeleniyoruz. Çünkü hayat medya üzerinden, medya da İstanbul üzerinden gelişiyor”. Haksız da sayılmaz. Akşam sofraya kurulup gözümüzü televizyona diktiğimizde haberlerden şiddeti görmek, ölenler olduğunu duymak ağzımızdaki ekmeğin tadını bozmuyordu. Şiddet bizden uzakta, cam arkasındaydı... Derken, cam kırıldı ve şimdi hepimiz o şiddetin içindeyiz. Bu şiddetin yaratıcılarına ya da onu meşrulaştıranlara gelince... Cantek anlatıyor: “Televizyonlarda yumruklarını sallayarak konuşan, karşıtlarını yaftalayan, ‘hainleri’, ‘dönekleri’ birer ikişer sıralayan adamların ‘rating oyunları’ her yerde aynı biçimde alımlanmıyor. Öylesine bir noktadan konuşuyorlar ki sanki bir uçurumun kenarındalar. İç ve dış düşmanları açığa çıkartan tutanakların, raporların, yeminlerin, örgütlerin, erkeklerin, güçlülerin diliyle konuşuyorlar ama hep mağdur ve azınlık oldukları vehmi yaratıyorlar”. Cantek’e göre, şiddet meselesine önce bu dile bakarak başlamalı. Sözünü ettiği, “ne söylendiğine değil kim söylüyor”a dayalı kapatıcı, iddiacı bir dil. “Medyanın gösteri mantığına eklenen, kamusal bir meseleyi bütün iddiasına rağmen konuşmayan, sosyopsikolojik garezlerle hatipliğe dayanan” bir dil olması da cabası. “Bu insanlarla konuşul(a)maz sadece seyredilir” diyor Cantek, “çünkü hep ‘haklıdırlar’. Oysa tek yol medyanın ve iç siyasetin rekabetçi diline eklenmeden karşılıklı konuşmaktan geçiyor”. Cantek’in tespiti sert: “Bizi bir arada tutan öfke ve şiddettir diyebiliriz rahatlıkla”. Ona göre kilit noktalardan biri, kanun koruyucunun şiddeti üretenlere nasıl davrandığı. Bunun için bizi biraz eskilere götürüyor: “Tan Matbaası’nı tahrip edenler göstermelik bile olsa tutuklanmadılar, öğrenciler amfilerden hocalardan izin alınarak dışarı çıkarıldı. Azınlıkların evleri ve işyerleri tahrip edilirken karışmayan, ‘Bugün polis değil Türküm’ diyenler neden suçlanmadılar... Otuz yıldır süren, on binlerce insanın öldüğü bir savaş öfkeyi ve rövanşizm arzusunu, etnik ayrımcılığı, Türk ve Kürt milliyetçiliğini belirliyor”. LEVENT CANTEK: Şiddet hep vardı ama taşradaydı. Onun bugüne dair çizdiği tablo biraz karanlık: Bir yanda işsizlik, eğitimsizlik, yarın ne olacağını bilememek diğer yanda her türlü arzuyu kışkırtan kapitalist aura. Gerisini ondan dinleyelim: “Bu kalabalık, ister istemez öfkeli, antientelektüelisttir, kanunların zenginler ve güçlülerden yana olduğunu düşünür. İçinde bulundukları durumun sorumlusu ‘yabancılardır’, ‘zengin muhitlerde oturanlardır’, ‘azınlıklardır’... Taşra kökenli genç erkeklerin Polat Alemdar gibi giyinmeleri elbette tesadüf değil, bir kanun koyucu olarak onun giyim kuşamını hayatlarına uyarlıyorlar. 67 Eylül olaylarındaki işçi sendikalarının örgütlü olarak yıkım ve linç girişimlerinde fail olarak yer almasını düşünün. Vicdanen rahatsızlık duymadılar, zaten serbest bırakıldılar. Sabahattin Ali’yi katlettiğini söyleyen adam ‘milli hislerinin galeyana geldiğini’ söylemişti. Bugün çok mu farklı bir hayat yaşıyoruz? Bizim insanımız temiz bir mekânda yere çöp atmaz ama herkesin çöpünü attığı kirloz bir yerde çöp kutusunu da aramaz”. ŞİDDETLE, İMAN TAZELEMEK MURAT PAKER: Linç bir “sürügüruh” eylemidir. Cantek’in dedikleri üç yıl önce sık yaşanan linç olaylarını hatırlatıyor bize; hani şu, “belli hassasiyetleri olan sokaktaki vatandaşlar”ın uyguladıkları toplumsal şiddeti. Tehlike geçmedi. Birikim dergisinde 2006’da çıkan yazısında, linç eyleminin en temel özelliğinin bir “sürügüruh” eylemi olduğunu söylüyordu psikoterapist Murat Paker. “Dolayısıyla” diyordu, “sosyal psikolojik açıdan bahsedilmesi gereken ilk mekanizma, bu eyleme katılan kişilerin anonimleşmesi ve eylemin sonuçlarına dair sorumluluğun dağılmasıdır... Bu anonimleşme mekanizması, diğer zamanlarda kullanılan kişisel denetim ve sınırlandırma kapasitesini devre dışı bırakır. Tek başınayken birilerine saldırmak istese bile şu ya da bu nedenle kendisine hâkim olabilen insanların, bir sürü içinde bu denetimlerden/yasaklardan azade bir tarzda davranma ihtimalleri çok yüksektir. Tek başınayken hiçbir saldırganlık sergilemeyen ve sergilemeyecek olan biri, sürü dinamiği içinde en kıyıcı davranışlarda bulunduktan sonra tekrar yasakları gözettiği rutin yaşantısına geri dönebilir”. Bu şiddet olaylarının yaşattığı duygular belli; birlik, aitlik ve iktidar olma. “Bu pekiştirmeler” diyordu Paker, “taşınan kimliğe dair bir tehdit algılandığında veya kimliğe dair ciddi kuşkular hissedildiğinde özellikle işlevseldir. Bu anlamda sürü davranışı iman tazeler. Ancak bu tür bir iman tazelemenin bedeli psikolojik işlevselliğin ciddi bir şekilde gerilemesi ve ilkel/ham ihtiyaçların dizginsiz bir tarzda önplana geçmesidir”. Birkaç haftadır, ellerinde silahları, satırlarıyla insanların üzerine yürüyenler, dükkânları, arabaları ateşe veren kalabalıklar düşünüldüğünde Paker’in sözünü ettiği “dizginsizlik” daha iyi somutlaşıyor. G C M Y B C MY B