26 Haziran 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 ATİNA 20 ARALIK 2009 / SAYI 1239 BRÜKSEL İki Türk diplomat ve düşündürdükleri MURAT İLEM azı diplomatlar vardır “pes yani” demeden geçemezsiniz. Bunları siz çeşitlendirip değerlendirirsiniz. Kimi torpille gelmiştir, havasından geçilmez. Kimi pasiftir, ne kokar ne bulaşır. Kimi aktiftir, her ortamda her alanda onu görüp gurur duyarsınız. Kimi “nasıl olsa üç ya da dört yıl kalıp, inşallah buradan başka bir dış göreve zıplayıp, emekliliğime bir adım daha yaklaşırım” düşüncesi içindedir. Tüm bu kategorilerdeki insanları bizler genelde “pes yani” diye değerlendiririz. Buradaki “pes yani” tanımı, olumlu ya da olumsuz olarak sizin düşüncenizin söz ya da yazıya dökümüdür. Bu yazıda 22 yıldan bu yana Atina’da Türk basınını temsil eden biri olarak son dönemde beni etkileyen ve gurur duymamı sağlayan iki diplomat portresi çizeceğim. Tabii şimdi bu iki portreyi çizdikten sonra söz konusu kişilerden “ne gereği vardı” şeklinde tepki alacağım. Belki aramız limoni B olacak, belki de bu diplomatlarla Atina’dan ayrılana kadar görüşmeyeceğiz. Ancak tüm bu olabilecekler benim bu yazıyı yazmamı önlemeyecek. İlk diplomatımız bir kadın. Ancak kadın olduğuna bakmayın, orta boyda kırk erkek diplomatı her alanda bir cebinden çıkarıp ötekine koyar. Üç yıldan fazla Atina’da görev yapıyor. Aslında bu Yunanistan’daki ikinci görevi. Kimseye üstten bakmaz. Girip çıkmadığı ortam yoktur. Her etkinliğin içinde olup, herkesin işine koşar. Halkla ilişkileri korkunç düzeydedir. Atina’daki tüm yabancı diplomatik misyon, yine burada yaşayan binlerce Rum (çoğu hâlâ Türk vatandaşı) onu tanır. Yunanlı, yabancı ve Türk gazeteciler, sanatçılar, görev alanındaki 15 hapishane ile burada yatan 250 tutuklu ve hükümlü dahil herkes bu kadın diplomata saygı duyup enerjisine hayran kalır. Onun etkinlikleri ile ilgili haftada en az bir ya da iki eposta alırım. Başta TürkYunan ilişkileri olmak üzere hemen her konuda bir etkinliğe imzasını atmazsa o hafta işi rast gitmez. İdil Biret dahil onlarca sanatçıyı Atina’ya getirmiş, kültürel anlamda aklınıza gelmeyecek girişimlerde bulunmuştur. Bizler çoğu zaman onun hızına yetişemeyiz. Eğer düzenlediği herhangi bir etkinliğini takip etmezsek, ilk gördüğünde şaka yollu da olsa illa sitem etmeden geçmez. Cin gibidir, içinde olduğu ortamda iki yüz kişi de olsa illa o kabalığı süzgecinden geçirip, kimin olup kimin olmadığını beyin defterine not eder. Enerjisi sürekli en üst düzeydedir. Son olarak İstanbullu Rumların önemli bir bölümünün oturduğu Paleo Faliro Belediye Başkanı Dionisis Hacidakis ile ortaklaşa düzenlediği “İstanbullu Üç Ressamdan KaliMerhaba!” isimli sergide karşılaştım. Yine cıva gibiydi. İstanbul’da yaşayan Ermeni ressam Verjin Şabçı, Atina’da yaşayan ve yine İstanbullu Rum olan Gefso ElmacıoğluPapadaki ve Nelli Gavroğlu’nun tuvallerine yansıyan güzellikler onun girişimleri ile sergilendi. Bu girişime maddi destek ise İstanbullu Rumlar arasında çok tanınan Hrisula Teoktistu, N & T Special Events sahibi Niki Çiropulu, Art in Arto Catering Firması sahibi Nikos Taktikos ve Aslanis Hazır Giyim’den Klio Etnopulos’dan gelmişti. Tabii bu isimleri bulan yine bizim kadın diplomatımız oldu. Yazının başından beri övgüyle söz ettiğim kadın diplomatımız Türkiye’nin AtinaPire Başkonsolosu Beyza Üntuna. Dışişleri Bakanlığımız Yunanistan’a bazen özen göstermeden diplomat tayin eder. Ancak ona Yunanistan’da ikinci defa görev vererek bir defa daha tam on ikiden vurmuş. Bir diğer isim şunun şurasında üç aydır Atina’da görev yapan, Türkiye’nin yeni Atina Büyükelçisi Hasan Göğüş. Kendisi ile hiç tanışmadım, bir kere uzaktan gördüm ve karşılıklı hiç konuşmadım. Ancak sefir ve sefire Göğüşler hakkında çok olumlu duyumlar alıyorum. Sanırım Türk Dışişleri bu tayin konusunda da on ikiden vurmuş. Tabii Büyükelçi Hasan Göğüş başka bir yazıma da konu olacak. İşte size iki Türk diplomat ve düşüdürdükleri. Atina’ya geldiğinizde bu iki insanla tanışırsanız, bana kesinlikle hak vereceksiniz. G [email protected] Lezzet haftası ve Atatürk yemeği ERDİNÇ UTKU ürkiye’yi ve Türk mutfağını Belçikalılara göbek dansı, mehter marşı ve sıradan yemeklerle tanıtarak zaten kafalarında var olan önyargıları ve algılamaları daha da kuvvetlendiriyoruz. Önyargıları bertaraf etme konusunda elimize geçen son fırsatı ise yeterince kullanamadık. Flaman bölgesinin her yıl düzenlediği “Lezzet Haftası”nda bu sene konuk ülke Türkiye’ydi. 12 Kasım’da başlayan ve 10 gün süren Lezzet Haftası boyunca Türkiye ve dünyadan ünlü aşçılar buluştu, Türk yemekleri ve çeşitli kültürel etkinlikler sergilendi. Leuven kentinin “lezzet başkenti” olduğu Lezzet Haftası’nda mahalle şenlikleri, Türk aşçılarla yemek atölyeleri, “eski dönemlerde yemek” konulu söyleşiler, farklı lezzetlerin denendiği sağlıklı yemek gezileri gibi çok yönlü faaliyetler yapıldı. Belçika Türk Dernekler BirliğiTurkse Unie hafta çerçevesinde Türk yemekleri fotoğraflarının bulunduğu pullar bastırdı. Genk’te altın döner ödülleri verildi. Toplumların ve mutfaklarının birbirini etkilemesinin en iyi şekilde sergilendiği etkinlik ise “Mayonezli Döner” sergisi ve kitabı oldu. Zaten Türkiye’nin Brüksel Büyükelçisi Murat Ersavcı, haftanın açılışında, toplumlar arası iletişimi geliştirmek açısından mutfak kültürünün iyi bir araç olacağını belirtmişti. Ancak acılı Gaziantep mutfağının damga vurduğu, altın döner yarışmasının düzenlendiği etkinlik yıllardır Avrupa’da “Türk mutfağı dönerden ibaret değildir” diye yırtınanları zor durumda bıraktı. Bunların imdadına ise Türk yemeklerine farklı lezzetler ekleyip modernize eden Londra Sofra restoranları ve Özer’in sahibi Hüseyin Özer yetişiyor. Issey Miyake’dan giyinen, Ferrarisi dururken yürümeyi tercih eden, ilkokul diploması olmadığı halde üniversitelerde dersler veren, kendini geliştirip polo oynayan, ata binen ve sanat tarihi dersleri alan Özer, Atatürk Türkiyesi’nin mutfak kültürünü yıllardır yurtdışında başarıyla temsil ediyor. Lezzet Haftası’na katılmayan ama bir iş gezim sırasında görüşme olanağı bulduğum Hüseyin Özer sohbetimiz sırasında bir ara yaptığı işi “ben Atatürk yemeği yapıyorum” diye tanımlayınca “nasıl yani?” diye sormadan edemedim. “Atatürk Osmanlı’dan modern bir Türkiye Cumhuriyeti çıkardı. Alfabesini, giysisini, yasalarını birçok şeyi değiştirdi. Ben de Osmanlı yemeği değil Atatürk yemeği yapıyorum” dedikten sonra başından geçen bir olayı anlattı. Öğretmenler Günü nedeniyle verdiği yemekte bir öğretmene “Nasıl yemekleri beğendiniz mi, lezzetli mi?” diye soran Özer, “Çok lezzetli, yediğim en lezzetli Türk yemeği” yanıtını almış. Ama öğretmen “Senin için Türk yemeği yapmıyor diyorlar” diye eklemiş. Özer de yanıtı kondurmuş: “Türk yemeğinin ta kendisini yapıyorum ben. Üstelik diyete uygun, modernleştirilmiş. O lafı söyleyenlere benzemiyor, size benziyor. Kravatlı, kendini geliştirmiş, modern... Atatürk yemeği! Ne kadar şanslıyım Atatürk yemeği yapıyorum.” Kendimizi Belçikalılara Hüseyin Özer’in yaptığı gibi “Atatürk Yemekleri” ile, Atatürk sanatıyla, kısacası Atatürk’ün Türk insanına öngördüğü çağdaş Anadolu insanı kimliğiyle tanıttığımızda arkadaşlarımızla gittiğimiz Türk restoranlarında yediğimiz içtiğimiz burnumuzdan gelmeyecek, ıkına sıkına “şey, aslında göbek dansı ve bu arabesk müzik Türk değil” benzeri açıklamalar yapmak zorunda kalmayacağız. G [email protected] T MALMÖ Yılbaşı hazırlığı ALİ HAYDAR NERGİS Y eni yılda bir yerlere gitme planım yokken, günlerdir eski defterlerimi karıştırıyorum, yaşamımdaki bazı ayrıntıların yerini değiştiriyorum, acelem var; çok uzak bir yolculuğa çıkacağım sanki. Arada aynalara takılıyor gözüm. Yıl boyunca, tıraş zamanları dışında aynaya bakmadığımı anımsıyorum, yüzüm bana yabancı sanki. Sokakta gürültü var. Kökünden kesilmiş üç metre, beş metre boyundaki çam ağaçlarını vinçlerle mahalle aralarına, büyük meydanlara yerleştirerek ışıklandırıyorlar. Evleri süslemek için, köşe başlarında, yeni kesilmiş çam fidanları satılıyor. Böylesine doğasever bir ülkede, insanların doğasındaki bu ikileme, bu çifte standarda akıl erdiremiyorum. Fazla kilolarım nedeniyle artık giyemediğim kazaklarımı, pantolonlarımı, gömleklerimi bir yardım kuruluşuna vermek üzere kenara ayırdım. Yer yokluğundan karton kutulara doldurup balkona koyduğum eski kitaplarımı götürüp şehir kütüphanesine bırakması için bir arkadaşıma telefon ettim. Kendim gitmek istemiyorum. Çünkü, gittiğimde, kütüphanenin içinden çok dışıyla ilgileniyorum. Kütüphanenin camlarla kaplı güney yüzü, sık ağaçlı büyük bir parka bakıyor. Soğukta, akşam saatlerinde sığınacak yer arayan kuşlar, ayırdına varmadan gelip camlara çarparak ölüyorlar. Parkın temizlik görevlileri, her sabah, gagaları kırılmış kuş ölülerini toplayıp çöp bidonlarına atıyorlar. Her gün binlerce kişinin ziyaret ettiği kütüphaneyi inşa ederken böyle bir ayrıntıyı akıl edememişler. Kitapları götürecek arkadaşımın zili çalmasıyla kendime geliyorum, kutuları arabaya dek götürmesine yardım ediyorum. Geri döndüğümde, camın kenarındaki, İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma fotoğraf albümüne takılıyor gözüm. Fotoğraflardaki yaşlılardan çoğu şimdiye ölmüşlerdir. O güleç yüzlü çocuklar, yaşıyorlarsa, şimdi altmış/ yetmiş yaşında olmalılar. Ressam arkadaşım Henrik’e telefon edip, fotoğraf albümünü de ona vermeliyim. Birden, kendi aile albümümde eksilen resimleri anımsıyorum; annem, babam, teyzem, dayılarım... Yollara kar serpiştiriyor. Yeni yıl hazırlıkları nedeniyle, camlar, vitrinler ışık seli. İnsanlar, alışveriş telaşında. Bir ambulansın acı sirenleri duyuluyor uzaktan. “Yine birileri intihar etmiştir”, diyorum kötümser bir tahminle. Noel yaklaşırken ve kış aylarında intihar edenlerin sayısı artıyor. İnsanlar, yalnızlıklarını, kimsesizliklerini en çok bu aylarda duyumsuyorlar. Yeni yıla doğru, ilk kez, bugüne dek yapamadığım bir şeyi yaptım. 20 yıllık adres ve telefon defterlerimi gözden geçirdim. Bir tanesi hariç, ölen, yiten arkadaşlarımın adreslerini, telefon numaralarını defterimden sildim. Bir tek Elif’e kıyamadım. Mektuplarını bir kez daha okuyup ayrı bir yere koydum. Kulağım sürekli telefonda. Yıllar önce bir trafik kazasında yitirdiğimiz Elif, sanki bir gün telefonda bana "alo!” diyecek. Hüzünlü gülümsemesiyle bir yerlerden çıkıp gelecek... Yeni yıl kutlamaları için aldığım zarflardan birine uzanıyor elim. Üzerine, “Avukat Elif Tuncer / Türk Hava Kurumu İşhanı / Kat 2 / Adana” diye yazsam, pulunu da yapıştırsam, sanki gidip bulacak Elif’i... Nice yıllara!.. G [email protected] TORONTO Kraliçeye evet, krala hayır UĞUR GÜNDOĞMUŞ ildiğiniz gibi, Kraliçe İkinci Elizabeth, aralarında Kanada’nın da bulunduğu 16 ülkenin resmi devlet başkanı. 1952 yılında tahta geçmesinden bu yana, Kanada’yı birçok kez ziyaret eden Kraliçe İkinci Elizabeth, her ziyaretinde “ikinci evine” geldiğini söylüyor. Araştırmalara göre, kraliçenin Kanada sevgisi karşılıksız değil. Geçen ay yapılan bir kamuoyu yoklaması, Kanadalıların yüzde 64’ünün kraliçeyi sevdiğini ve benimsediğini ortaya çıkarmış. Bu sevginin monarşiye olan bağlılıkla ilgisi yok elbet. Monarşi, Kanadalıların politik ve sosyal yaşamında hemen hemen hiçbir ağırlık taşımıyor. Başbakanın atadığı genel vali, kraliçenin Kanada’daki temsilcisi. Anayasaya göre, önemli ayrıcalık ve B yaptırımlara sahip olsa da, genel valinin temel görevi, hükümetin çıkardığı yasaları onaylamak. Bugüne kadar devlet işleyişinde herhangi bir sorun çıkmaması nedeniyle, kraliçenin ve onun temsilcisi genel valinin Kanadalılar için sembolik bir anlam taşıdığını söylemek yanlış olmaz. Ancak, Kraliçe İkinci Elizabeth ölum ya da sağlık nedeniyle tahttan ayrılırsa, oldukça ateşli tartışmaların yaşanacağı kesin. Çünkü, Kanadalıların sadece yüzde 23’ü, kraliçenin tahttan inmesinden sonra monarşinin devam etmesini istiyor. Büyük bir kesim, devlet başkanının Kanadalı olmasından yana. “Monarşi”yi terk edip, “cumhuriyet”e geçmek ise, hem federal hükümetin muhalefetle birlikte ortak karar almasını, hem de Kanada’yı oluşturan bütün eyaletlerin bu kararı onaylamasını gerektiriyor. Hiç kuşkusuz, böyle bir gelişmenin, Quebec eyaletindeki ayrılıkçı akımı alevlendirmesi çok büyük bir ihtimal. O nedenle, monarşiden vazgeçmek kolay bir çözüm değil Kanada için. Geleneklere göre, Kraliçe İkinci Elizabeth’ten sonra tahta çıkacak kişi Galler Prensi Charles. Geçen ay, eşi Camilla Parker Bowles ile Kanada’yı ziyaret eden Prens Charles, özellikle Toronto’da beklediği ilgiyi bulamadı. Prens Charles’la ilgili Torontolularla yapılan röportajlardaki ortak nokta, umursamazlık. Sanki şehirlerini ziyaret eden kişi bir süre sonra kralları olacak kişi değil de, Kanada’da turist olarak dolaşan sıradan bir devlet görevlisi. Aynı araştırmadaki rakamlar, sokaktaki Kanadalının Prens Charles hakkındaki görüşünü çok açık şekilde belgeliyor: Galler Prensi’ni kral olarak görmek isteyenlerin oranı sadece yüzde 22. Araştırmanın en ilginç yanı, Prens Charles ve Lady Diana’nın ilk çocukları Prens William’a verilen destek. [email protected] C M Y B C MY B Nüfusun yüzde 31’i Prens William’ı kral olarak görmekten memnun olacak. Yani, oğlu, babasından daha çok seviliyor. Galler Prensesi Diana’nın trajik bir trafik kazasında ölümünden sonra Prens Charles’ın Camilla Parker Bowles ile evlenmesi, öyle anlaşılıyor ki, Kanadalılar tarafindan pek hoş karşılanmamış. Prens Charles, Kanadalıların kendisine daha çok destek vermesi için ne yapar bilmiyorum. Ama ağzıyla kuş tutsa bile, Atlantik’in bu yakasında “Kraliçeye evet ama krala hayır” fikrinin önemli bir değişim göstermesi pek mümkün görünmüyor. Galiba herkes için en iyi çözüm, statükonun bir süre daha böyle devam etmesi. O nedenle, kraliçeye uzun ömürler dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden: Long live the Queen! G
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle