Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 MALMÖ 1 KASIM 2009 / SAYI 1232 İsveç’ten bir tutam demokrasi örneği ALİ HAYDAR NERGİS İ sveç’e vizeli olarak geldikten sonra oturma izni işlemleri için pasaport polisine çağırmışlardı. Polis kadındı. Öyle, sorgulayacak gibi bir hali yoktu. Giderken iki vesikalık fotoğrafımı da birlikte götürmemi istemişlerdi. Bu davranış hoşuma gitmişti. Demek ki, sırtımı duvara yaslayıp, yüzümde flaş patlatmayacaklardı. Sorgulama boyunca parmak izlerim de alınmadı. Dışarı çıktıktan sonra, çevirmenime, “Ne demokratik bir ülke burası. Baksana parmak izlerimi dahi almadılar” dedim. Çevirmenim güldü, “Dur bakalım, o kadar acele etme” dedi, “zamanla anlarsın her şeyi.” Zamanla anladım ki, parmak izlerimi almaları için iki elimi mürekkepli ıstampaya basmaları gerekmiyormuş; imzalamam için elime tutuşturdukları özel geçirimli kâğıt parmak izlerimi de alıyormuş. Sorgu, odanın bir köşesine yerleştirilmiş kameraya kaydediliyormuş; ayrıca yüzümde flaş patlatılmasına gerek yokmuş. Bizimkilerin gözlerinizin içine sokarak yaptıkları şeyi, bunlar çaktırmadan, sessizce hallediyormuş; aradaki tek fark buymuş... Sonraki yıllarda, belalı insanların kol gezdiği bir mahallede bakkal dükkânı açmıştım. Çok geçmeden beni de yokladılar. Gece içeri girip, yükte hafif, pahada ağır ne varsa toplayıp götürdüler. Sabahleyin polis çağırdığımda, üç araba dolusu geldiler. Yanlarında polis köpekleri de vardı. Rafları, tezgâh altlarını, dolapları köpeklere didik didik arattılar. Bu sıkça başvurulan bir yöntemdi. Hırsızlık ihbarı için gelmişken bir taşla iki kuş vurarak, dükkân sahibinin uyuşturucu işiyle uğraşıp uğraşmadığını da kontrol ediyorlardı. Bizim zamanımızda kolaydı, şimdilerde ülkesinde evlendiği kadını ya da erkeği İsveç’e getirmek isteyenlerin işi çok zor. İkiüç yıllık bekleme süresi boyunca çiftleri dört beş kez polis sorgusundan geçiriyor, evlilikleri gerçek mi, sahte mi anlamaya çalışıyorlar. Ayrı ayrı yapılan görüşmelerde, eşlere, “Dün akşam hangi yemeği yediniz? Eşinin pijaması hangi renkte? Madem evlisiniz, şimdiye dek neden çocuk yapmadınız?” gibi tuhaf sorular soruyorlar. Şaşırıp birbiriyle örtüşmeyen yanıtlar verdiklerinde ise pirincin taşını ayıklamaları kolay olmuyor. Yaşamımızdaki “kameralı manyetik alanlar” ise her geçen gün daha da genişliyor. Apartmanların giriş kapıları, çamaşırhaneler, araba garajları, manyetik düğmelerle açılıp kapanıyor. Çamaşırhaneye günde kaç kez girip çıktığınız, içerde ne kadar kaldığınız, araba garajını en son ne zaman terk ettiğiniz, çıktıktan sonra hangi yöne doğru gittiğiniz bilgisayar ve kamera kayıtlarına geçiyor. Bütün sağlık, okul, vergi bilgileriniz birbiriyle bağlantılı bilgisayarlara işleniyor. Güvenlik birimleri, istediklerinde bu bilgilerin tümüne aynı anda ulaşabiliyor. Araba verginizi ne zaman yatırmışsınız; nerelerden, ne kadar alışveriş yapmışsınız, neler almışsınız; dişçiye en son ne zaman gitmişsiniz, ağzınızın içinde kaç diş var, bulup çıkarıyorlar. Denetimler sadece günlük yaşamla ilgili değil. Dünyanın bu “en demokratik ülkesinde” politik düşüncelerinizinden dolayı da denetleniyorsunuz. Ülkede politik düşüncelerinden dolayı insanların fişlenmesi 1969 yılında anayasada yapılan bir değişikle yasaklanmasına karşın, İsveç güvenlik polisinin (Säpo), yakın tarihlere dek, yönetim karşıtlarını, komünistleri, eşcinsellleri ve çevrecileri fişlediği ortaya çıktı. Konuyu araştırmak amacıyla oluşturulan komisyon, Säpo’nun görüş ve davranışlarından dolayı en az 500 bin kişiyi fişlediğini saptadı. Sol Parti ve Komünist Parti’nin fişlenen 5 üyesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava açtı. Mahkeme, İsveç’in Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı davrandığına karar verdi. Fişlenenlerin, 5 ila 7 bin Avro arasında değişen tazminat istemleri de kabul edildi. Mahkeme kararının ardından Säpo’nun arşivlerinin açılması ve fişlenenlere tazminat ödenmesi için açılan imza kampanyasına 350 bin kişi katıldı. İşte size İsveç’ten bir tutam “demokrasi” örneği... G alinergis@yahoo.se ZÜRİH BRÜKSEL Bu filmi en iyi Polanski çeker REMZİ GÖKDAĞ Barışı arayan gözler Pakistanlı kadınlar isteklerini başka türlü böylesine net ifade edemezdi herhalde. Şiddetin sona ermesini ve barış istiyorlar. İslami terörün kentlerde ve köylerde yarattığı terör ve Afganistan sınırındaki karışıklıksa tüm hızıyla sürüyor. AB’li kadınlar ÇİMEN TURUNÇ BATURALP B’li kadınlar fena bastırıyorlar. Hani şu Türkiye ilerleme raporunu hazırlayan Avrupa Komisyonu var ya, işte onun başkan yardımcısı İsveçli Margo Wallström veryansın ediyor; “kadınlar için hem siyasette, hem de iş hayatında kota şart, şart, şart!” AB’nin kota uygulayan ülkelerinde kadın siyasetçi oranının yüksek olması Walström’ün haklılığını kanıtlıyor. AB’li kadın diplomatlar da şikâyetçi; “Bu iş böyle gitmez. Meselenin halli gerek!” AB parlamentosundaki kadın milletvekili oranı yüzde 35. Kadınlar bu oranı beğenmiyorlar. Ama onları asıl kızdıran AB kurumlarının tepesindeki yaldızlı tahtların tümünde kravatlıların oturuyor olması. Lizbon Antlaşması yürürlüğe girince ortaya çıkacak iki liderlik pozisyonundan en az birine “bir kadının” getirilmesi için yürütülen kampanyanın sesi her gün biraz daha yükseliyor. Avrupa Konseyi’nin başkanı veya Dışilişkiler ve Güvenlik Yüksek Temsilcisinin kadın siyasetçiler arasından seçilmesi isteniyor. Zira cinsiyet eşitliğinin her alanda sağlanabilmesi AB’nin temel ilkelerinden biri. Geçtiğimiz hafta açıklanan Avrupa Komisyonu’nun ilerleme raporu, AB gözünde Türkiye’nin ne kadar ilerleyemediğini gösteren her yılki tatsızlıkta bir tablo çıkardı ortaya. Devlet büyüklerimizin “ılımlı” diye değerlendirdikleri raporda Türkiye’de her dört kadından birinin yani yaklaşık 6 milyon kadının cinsel ve fiziksel şiddete uğradığı yazıyordu. Elimde rapor, aklımda AB’li kadınlar, 6 milyon rakamının acısını üst üste koyup bir lokmada yutmaya çalışırken, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu belirdi ekranda. Nüfusu A Y önettiği filmler gibi kendi hayatı da gerilimi yüksek bir senaryoyu andırıyor. Çocukluk yıllarında Yahudi soykırımından kurtulmayı başardı ama yıllar sonra 9 aylık hamile eşinin vahşi bir şekilde öldürülmesine engel olamadı. Mesleğinin zirvesine doğru yükselirken küçük bir kıza yaptığı cinsel tacizle yaşamı bir kez daha değişti. Adaletin pençesinden kaçıp geçmişin izlerini unutmaya çalıştı. Bunu 32 yıl başarabildi. Fransa’ya yerleşti. Kendi halinde bir yaşam sürdürmeye çalışıyordu. Her şey çıktığı bir gezi sonunda altüst oluverdi. Hayatının son dönemecinde başına gelenleri kendisi dahil kimse tahmin edememişti. Yönetmen Roman Polanski’nin tutuklanmasıyla başlayan gelişmeler bir filme ilham kaynağı olabilir. Film muhtemelen Zürih Havaalanı’nda başlar. Sonraki sahneleri de tahmin etmek zor değil. Zürih Film Festivali kapsamında kendisine verilecek ödülü almak için İsviçre’ye gelen Roman Polanski geçen ay tutuklanıp hapse gönderildi. Kırmızı halı, alkış ve kameraları hayal eden yönetmeni İsviçre polisi havaalanında kelepçeyle karşıladı. Tutuklamaya neden olan olay 32 yıl önce ABD’nin Los Angeles kentinde yaşanmıştı. Polanski, 13 yaşında bir kıza modellik vaadiyle cinsel tacizde bulunmuştu. Bugün 45 yaşında üç çocuk annesi olan mağdur Samantha Geimer daha sonra davasından vazgeçtiğini söylese de Polanski’nin mahkum olmasına engel olamadı. Mahkeme kararını önceden haber alan Polanski, 1977 yılında bir daha dönmemek üzere ABD’yi terk edip Fransa’ya yerleşti. Rosemary’nin Bebeği, Chinatown ve Piyanist gibi filmlerin ünlü yönetmenini hapse gönderen İsviçre’nin bu kararı bir anda ortalığı karıştırdı. Woody Allen, David Lynch ve Martin Scorsese gibi adı efsaneleşen yönetmenler meslektaşlarının tutuklanmasını protesto eden dilekçelere imza attı. Polanski’nin serbest kalmasını isteyenler film dünyasının ünlü isimleriyle sınırlı değildi. Polonya ve Fransa vatandaşı olan Roman Polanski için bu iki ülke hemen devreye girdi. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, diplomatik baskılarla uğraşırken Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy sahneye çıktı ve İsviçre’yi küçümseyen laflar edip ABD’nin adli sistemine ağır eleştiriler yöneltti. Bütün bu karmaşa içinde tarafsızlığını her fırsatta dile getirmeyi beceri sayan İsviçre, kimseyi kızdırmamak adına yine sessiz kalmayı tercih etti. Tartışmaların diğer tarafı olan çocuk hakları örgütleri de gelişmelere karşı tepkili. Onlara göre kişinin ünü davayı etkilememeli ve suçunu hafifletmemeli. Gelişmeleri mahkemeye intikal etmiş bir olay olarak düşünenlerin yanı sıra komplo teorilerine alet edenler de var. Onlara göre Polanski aslında bir günah keçisi. ABD’nin asıl amacı İsviçre’deki bankalarda gizli hesabı bulunan 50 binin üzerindeki Amerikan vatandaşına gözdağı vermek. Birkaç ay önce İsviçre’yi köşeye sıkıştıran ABD, isimlerin açıklanması konusunda ülkenin dev bankası UBS’den güvence almıştı. Yurtdışında gizli hesabı bulunan Amerikalılar da Polanski olayını yakından takip ediyor. Acaba bu yaşananlar, “Amerikan adaletinin kolu uzun, sizi bulur ve cezanızı verir” kavramını dünyaya duyurma çabası olabilir mi? Polanski’yi yargılamak isteyen ABD, gelişmeleri yakından izliyor. İsviçre baskılara daha ne kadar dayanır tahmin etmek zor. Geçenlerde İsviçreli yetkililer Polanski’nin şiddetli bunalım tanısıyla hastaneye sevk edilmesine izin vermişti. Yakında yüklü bir tazminatla serbest kalması sürpriz olmayacak. G remgok@gmail.com 300 bin civarında olan Gazzeli kadınlar için “kadınları ve çocukları korumak bizim yükümlülüğümüzdür” diyordu Davutoğlu. İnanamadım. AB raporu elinden henüz geçmiş bir dışişleri bakanının bu sözlerine gerçekten inanamadım. Bu durumda dayak yiyen 6 milyona yakın Türk kadınını korumak da AB’nin yükümlülüğü oluyordu anlaşılan. Türkiye’de nüfusun yarısını doğrudan etkileyen, “kadın” ile ilgili son derece üzücü ve utanç verici durumun onca açılım arasında niye hâlâ bir “açılım” haline gelemediğine isyan etmeyi gerektiren saptamalar sır değil. AB raporu da her yıl olduğu gibi avaz avaz: “Türkiye, tüm AB ve OECD ülkeleri içinde kadınların eğitime erişim oranının en düşük olduğu ülke. Her dört kadından biri fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalıyor. Sivil toplum kuruluşları ile hükümet arasında cinsiyetle ilgili konularda etkili diyalog yok. Aile içi şiddet, namus cinayetleri, erken ve zorla evlilik hâlâ ciddi sorunlar. Kadınların yüzde 39’u fiziksel şiddet, yüzde 15’i cinsel istismar kurbanı olduklarını söylüyor. Kadın hakları ve eşitlik konuları ile ilgili yasal çerçeve genelde uygun olduğu halde, kadın hakları ve cinsiyet eşitliği konusunda, hem kadınlar hem de erkekler için bilinç düzeyinin arttırılması ve daha fazla eğitim gerekiyor. Yasal çerçeveyi hayata geçirmek, ekonomik katılım, fırsat eşitliği, siyasi yetkilendirme ve eğitime erişimde kadın ve erkek arasındaki farkın azalması için büyük çabalar gerekiyor.” Bir yandan kadın kuruluşları, bir yandan AB, bir yandan da şiddet mağdurları çığlık çığlığa... Ama belli ki Gazze’deki 300 bin kadının çığlığı, evin içindeki 6 milyonunkinden daha iyi duyuluyor. G cimenbaturalp@skynet.be STOCKHOLM İktidar, efsaneler ve manipülasyon OSMAN İKİZ 20032006 yıllarında gündemden düşmeyen konu İsveç’e sığınan apatik çocuklardı. Apatik çocukları olan ailelere sığınma hakkı verilmesi için imzalar toplanıyor ama hükümet baskılara direniyordu. Sonunda 600 dolayında aile sınırdışı edildi. Hükümet sınırdışı kararını ailelerin sığınma hakkı alabilmek için çocuklarını ilaç vererek hasta ettikleri yolundaki, psikolog, psikiyatr ve sosyal hizmet görevlilerinin raporuna dayandırdı. 11 yaşındaki Mariana bu çocuklardan biriydi. Çocuk bezi kullanmaya başlamıştı. Temizlenmeyi beceremiyordu. Ailesiyle sınırdışı edilip Berlin Havaalanı’na bırakıldığında Alman polisi şaşkına döndü. Hemen ambulans çağırıp Mariana’yı hastaneye gönderdiler. Şaşırmalarının nedeni Mariana’nın durumundan ziyade nasıl olup da İsveç gibi bir ülkeden sınırdışı edilmiş olduğuydu. Daha sonra gazeteci Gellert Tamas’a şöyle diyeceklerdi: “Hepimiz şok olduk. İsveç gibi bir ülkenin bu durumdaki bir çocuğu sınırdışı etmesini anlayamadık.” Bu satırlar iki hafta önce çıkan ve İsveç’i sarsan “De ApatiskaOm Makt, Myter och Manipulation” (Apatiklerİktidar, Efsaneler ve Manipülasyon hakkında) adlı kitaptan. Gazeteci Gellert Tamas 630 sayfalık kitapta, 20032006 arasında apatik çocukların sınırdışı edilmelerinin perde arkasında neler döndüğünü belgelere dayanarak anlatıyor. Kitapta belgelerle anlatılan apatik çocukların ve ailelerin maruz kaldıkları tüyler ürpetici durumlar, iktidarın hekimleri, resmi görevlileri, polisi ve basını manipüle edişi, ama onların da manipüle edilmeye hazır oluşları Shakespeare trajedilerini hatırlatıyor. Gellert Tamas’ın belgelelerle kanıtladığı olayın özeti şöyle: Sosyal demokrat Başbakan Göran Persson’a göre bu ailelere sığınma hakkı verilirse yabancı karşıtı partinin eline koz verilmiş olacaktı. İsveç’te daha fazla yabancı istemeyen ama henüz yabancı karşıtı partiyi destekleme çizgisine gelmemiş seçmeni kaybetmemek için başbakan sığınmacıların sınırdışı edilmelerine karar verdi. Karar alındıktan sonra kılıfı zaten kolaydı. Psikologlar, psikiyatrlar kanıt olmadığı halde çocukların aileleri tarafından zehirlendikleri yolunda raporlar yazdılar. Hükümetin atadığı görevli, basını, polisi seferber etti. Sorumlular bulunmuştu; İsveç’te kalabilmek için çocuklarını ilaçla zehirleyecek, hasta edecek kadar gaddarlaşan anneler, babalar. Kamuoyu bu şekilde manipüle edilerek apatik çocuklar sınırdışı edildi. 1930’ların ortasından 1957’ye kadar on binlerce kişinin kısırlaştırılmış olduğu on yıl önce ortaya çıkmıştı. Hümanizması efsaneleşmiş İsveç’in yüzünü kızartan bu insanlık dışı olay için devlet özür dilemiş, kurbanların yakınlarına tazminat ödemişti. Özür dileyenlerin başında da Göran Persson geliyordu. Peki, apatik çocuklar nasıl oldu da bu hümanist başbakanın döneminde sınırdışı edildi? Yanıt Gellert Tamas’ın kitabında: İktidar yalan ve manipülasyon demek. Hümanizm de efsane. G osman.ikiz@tele2.se C M Y B C MY B