22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 ATİNA 11 EKİM 2009 / SAYI 1229 Günahsız başbakanlar MURAT İLEM D oğruyu söylemek gerekirse ikisinin de bugüne kadar çetrefilli işleri ne duyuldu, ne de görüldü. Yıllardır ikisi de siyasetin içindeler. En genç oldukları, deyim yerindeyse en yemeye yutmaya müsait dönemlerinde harama el uzatmadılar. Birinin babası, diğerinin amcası Yunanistan’ın kaderini belirlemekte en ön saflarda yer alıp başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yaptılar. Tüm bu yılların içinde Yorgo Papandreu ve Kostas Karamanlis kem gözlerin odak noktasındaydı. Ne kadar namuslu olduklarını bilen çirkin yüzlü kapitalistler yanlarına yaklaşmaya cesaret edemedi. Siyasete temiz olarak başladılar, temiz olarak gururlarıyla sürdürmeye devam ediyorlar. Karamanlis 53, Papandreu ise 57 yaşında. Otuz yıla yakındır ne rüşvet yedikleri, ne malmülk karşılığı taviz verdikleri görüldü. Bu iki lideri bu noktada bir kenara bırakıp “geçelim çevrelerine” dediğimizde, sular kabarmaya(!) başlıyor. Yorgo ve Kosta’nın çevrelerinden pis mi, pis kokular yayılıyor. Bu çevreler yıllardır rüşvetin, yolsuzluğun, haksızlığın, adam kayırmacılığın içindeler. Partiyi ve milleti düşünmekten çok, kendi ceplerini doldurup etraflarındaki aynı karakterdeki akraba ve dostları zengin etme peşindeler. Deyim yerindeyse “yüzlerine tükürsen, çok şükür” diyecek yapıdalar. Son aylarda patlak veren, ancak ta 2004 olimpiyatları öncesi dağıtıldığı ortaya çıkan “Alman elektronik devi Siemens’in” rüşvetleri sadece bir örnek. Rüşveti veren belli, dağıtan belli, alan belli. Üstelik hemen hemen Yunanistan’daki tüm siyasi partilere büyüklüklerine göre dağıtılmış. Dağıtan “ben bavullar içinde milyonlarca Avro’yu götürdüm partilere teslim ettim” diyor. Partililer ise “Valla bize bir şey gelmedi” diyor. Bu paraların Yorgo ve Kosta’nın cebine girdiğine kesinlikle inanmıyorum. Olsaydı bugüne kadar, hele de kritik seçim öncesi bir dönemde muhakkak sızardı. Hesabı, kitabı, makbuzu olmayan bir para. Bavulla getirip vermişler, siz de alıp belki de paylaşmışsınız (hiç zannetmiyorum). Liderlerin haberi var mı? O tartışılır. Yorgo ve Kosta bu kişilerle hep mücadele içinde oldular. Özellikle iktidar olduğu dönemde Karamanlis bu kişilerle çok mücadele etti. Ancak siz 300 üyeli parlamentoda sadece iki milletvekili ile iktidarda kalabiliyorsanız ne yaparsınız? Dört büyük skandal ortaya çıkmış. Olaya karışan dört milletvekili ya da Bakan’ın ikisini bile atsanız, işiniz bitik. Bir tanesini bakanlıktan ve partiden istifaya zorlayıp işi kısmen becerdi Karamanlis. Geriye kalan bir milletvekili ile dünyayı kasıp kavuran ekonomik fırtınadan nasıl çıkacaktı ki? Çıkamayıp iktidarı bırakmak (erken seçimi kazanamayacağını biliyordu) durumunda kaldı. Yorgo Papandreu ise muhalefette kaldığı yaklaşık on yıllık süreçte hep etrafındaki hırsız ve uğursuzları temizlemekle uğraştı. İki genel seçimde bu adamları parti listelerinin karanlıklarına gömerek bu işi başardı. Ama bitmediler, bunu Yorgo’da biliyor. Zaman içinde onlar da bitecekler. Kosta bu adamlarla gururuyla mücadele etti, ama kaybetti. Lanet olsun deyip parti başkanlığını bile bıraktı. Yorgo’da gözünü dört açmalı. Yoksa onun da sonu Kosta gibi olur. Burası Yunanistan ve Yunan halkı koyun değildir. Önlerine sandık konulduğunda intikamları kesinlikle biz Türkler gibi olmaz. Adamı sandığa gömerler. G ilem@ath.forthnet.gr MALMÖ ZÜRİH Ekonomik bunalım, İsveçlileri dine ve alkole yöneltti ALİ HAYDAR NERGİS Ve teknoloji doğayı baştan yarattı REMZİ GÖKDAĞ ürih’i Zürih yapan özelliklerin başında bankaları gelir. Doğası, mimarisi, tarihi dokusu ve aksamayan temposunu da unutmamak lazım. Gizli köşelerinde farklı sürprizlerle turistleri her zaman şaşırtmayı başaran Zürih’in değişik bir özelliğiyle geçenlerde tanıştım. Zürih Hayvanat Bahçesi’ni sonunda ziyaret ettim. Aslında amacım hayvanat bahçesindeki farklı hayvan türlerini görmek değildi. Parkın sınırları içinde yer alan Madagaskar tropik ormanında dolaşmak istiyordum. Ormandan çıktığımda Zürih’in bir inancımı daha yerle bir ettiğini fark ettim. İnsan eliyle hazırlanan bu ormanı gördükten sonra teknolojinin doğayı yok ettiği yönündeki düşüncelerimi tekrar gözden geçirdim. Çünkü burada teknolojinin doğayı sıfırdan yarattığına tanık oldum. İki ülke düşünün. Biri Avrupa’nın ortasında, diğeri Afrika’nın doğu kıyılarına bakan Hint Okyanusu’nda. Birkaç yıl öncesine kadar hiçbir benzerliği olmayan İsviçre ve Madagaskar artık ekolojik ortaklık yapıyor. Zürih’e gelip kentin şık mağazalarında soluğu almak isteyenlere ya da klasik kent gezilerine katılacak turistlere artık bu ilginç mekânı görmelerini tavsiye ediyorum. Zürih’teki yağmur ormanının dar patikalarında yürümeden buradan ayrılmayın. Teknolojinin sıfırdan yarattığı bu ortamı gezerken Avrupa’nın merkezinde bir yağmur ormanı görmenin ayrıcalığını hissedeceksiniz. Dünyanın hiçbir yerinde tadamayacağınız bir deneyim yaşayacaksınız. Zürih’in doğal şartlarında böylesine dev bir tropikal ormanın yaşaması olanaksız. Burada teknoloji devreye giriyor. Önce ormanın dış dünyayla hava teması kesiliyor. Madagaskar iklimine benzer bir ekolojik ortam yaratılıyor. Ormandaki özel havalandırma sistemi, Y abancıların yoğun olarak yaşadıkları Malmö’de, son yıllarda tam bir inanç karmaşası yaşanıyor. Irak’tan, İran’dan gelen Sünnilerin, Şiilerin, Pakistanlı Ahmedilerin,Türkiyeli Türklerin, Kürtlerin; Arnavutların, Boşnakların ayrı ayrı camileri var. Dünyada “İslamın birliğini” savunan Müslüman kardeşler, camilerinde bir araya gelemiyor. İş hanlarının izbe giriş katlarını, eski araba garajlarını camiye çevirmişler; çoğunda tabela, cam, çerçeve bile yok... Kiliselere gidip gelenlerin sayısında da bir “bereket” gözleniyor. Camilerle kiliseler arasında bir rekabet var sanki. Şehir merkezindeki Musevi kilisesinde; Rosengård’da, su deposunun yanında yeni inşa edilen Polonyalılara ait Katolik kilisesinde pazar günleri iğne atsan yere düşmüyor. Eskiden, sadece pazar günleri çan sesi duyardık; şimdi günde birkaç kez çalınıyor. Umutsuz, işsizlikten, ekonomik sıkıntılardan bunalan çareyi dinde arıyor. Eskiden, tatil günlerinde, sabahın köründe Yahova Şahitleri çalardı kapımızı. Şimdi onlara diğer gruplar da eklendi. Çoğu üniversiteli, tertemiz giysili, sempatik gençler, ellerinde İncil’le dolaşıyorlar. Ayaküstü sohbetlerinde, günlük sorunları, dünyanın gelmişini, geçmişini İncil’den ayetlerle açıklamaya çalışıyorlar. Geçtiğimiz hafta, İsveç’te yapılan kilise seçimleri bu inanç karmaşasının gölgesinde geçti. Sabahın erken saatlerinde kilise önlerinde biriken kalabalıklar, genel seçimleri aratmayan bir çabayla partilerine oy kazandırmaya çalıştılar. İsveç’teki yaklaşık 3 bin 500 kiliseyi yönetecek 50 bin kişiyi belirlemek amacıyla yapılan seçimlerden büyük partiler kârlı çıktı. Ancak, ırkçı ve dinci eğilimli küçük partiler de azımsanmayacak oranlarda oy aldılar. Hırıstiyan Demokratlarla, yabancı düşmanı İsveç Demokratları’nın oylarında dikkat çekici bir sıçrama gözlendi. İsveç Demokratları, ülke genelinde oylarını yüzde yüz arttırarak Kilise Genel Meclisi’ndeki temsilci sayısını dörtten yediye çıkardı. Seçim sonuçları, ister istemez, “İşsizlik ve ekonomik krizden bunalan İsveçliler yavaş yavaş dine mi yöneliyor?” sorusunu akıllara getirdi. Ancak, tam bu günlerde açıklanan İsveç Halk Sağlığı Enstitiüsü’nün (FHİ) “alkol raporu” akla başka soruları da getirdi: Son yıllarda, İsveçliler, sadece dine değil, alkole de yönelmişlerdi... İsveç Türk İşçi Dernekleri Federasyonu’nun internet sitesinde de yayımlanan alkol raporuna göre, İsveç’te, özellikle gençler arasındaki alkol tüketimi tehlikeli boyutlara ulaştı. Son dört yıl içinde 2529 yaş grubundaki gençler arasında alkol tüketenlerin sayısı iki katına çıktı. Gençler arasında, 2004 yılında yüzde 7 olan alkol tüketim oranı geçtiğimiz yıl yüzde 13’e yükseldi. Liseye giden her dört kız ve erkek öğrenciden biri sigara kullanıyor... Tam bu satırları yazarken uzaktaki Sankt Petri Kilise’nin çanları uzun uzun çalıyor yine! Malmö, ilginç bir kent... Bir yanda camiler, ezan sesi; diğer yanda kiliseler, çan sesleri! Bizim gibi, cami ile kilise arasında kalanların ise vay haline! G alinergis@yahoo.se Z Zoraki yüzme... Bu görüntünün ortaya çıkmasını sağlayan, Filipinler’i sekiz gün içinde vuran ikinci büyük tayfundu. Elektrik direklerini ve büyük ağaçları yıkacak şiddetteki rüzgârların yol açtığı sel, yıkıcı hasarlar yaratırken, fotoğraftaki annenin çocuğunu belki de ilk defa suda yüzdürmesine de olanak tanıdı... ısıyı 2030 derecede sabitliyor, nem oranı yüzde 80’in üstünde tutuluyor ve her gün 80 tonluk yapay yağmur yağdırılıyor. Son derece hassas olan bu ortamın dışardaki havayla karışmaması için de ışığa aşırı duyarlı bir yalıtım sistemiyle kent ortamından izole ediliyor. Ormanda yaşayan on yedi bin bitki türü ve yüzün üzerinde hayvanın nakli ise bir başka “küçük” ayrıntı. Madagaskar’dan özel gemilerle taşınan bitkiler ve ağaç fidanları önce Hollanda’da kurulan bir serada bekletiliyor. Bitkilerin toprağa alışması sağlanıyor. 12 metreye kadar uzayan ağaçlar tek tek Zürih’e taşınıyor. Ormanın altyapısı hazırlandıktan sonra sıra Madagaskar’daki hayvanların buraya dahil edilmesine geliyor. Lemurlar, dev kaplumbağalar, maymunlar, uçan tilkiler, kuşlar, böcekler... Ormanda olması gereken ne kadar hayvan türü varsa Zürih’e getiriliyor. 2003 yılında bu çabalar mutlu sonla noktalanıyor. 12 yıllık uğraştan ve 50 milyon dolarlık harcamadan sonra Madagaskar’dakinin bire bir kopyası olan Masaola yağmur ormanı kapılarını ziyaretçilere açıyor. Yılda 300 bin kişinin ziyaret ettiği park kendi geliriyle ihtiyaçlarını karşılayabiliyor. Park yönetimi, Madagaskar’ın tehdit altındaki ekolojik sisteminin korunabilmesi için her yıl 10 bin dolarlık bağışta bulunuyor. Ormanın dar patikalarında biraz merak biraz da şaşkınlıkla yürürken aynı meraklı bakışlarla bizleri izleyen hayvanlarla göz göze geliyoruz. Tercihlerini yapabilseler hangi ortamı seçerler? Doğdukları toprakları mı, yoksa yaşadıkları bu ormanı mı? Ormandan çıkarken de sorular peşimizi bırakmıyor. Bunca emek, milyonlarca franklık harcamayla Avrupa’nın ortasında yağmur ormanı yaratmak yerine tehdit altındaki gerçek yağmur ormanlarını korumak daha faydalı bir girişim olmaz mıydı? G remgok@gmail.com STOCKHOLM Polis soyguncuları seyretti OSMAN İKİZ damlar öyle bir soygun yaptılar ki, soygunculuk tarihine geçtiler bile. Soygunu lodos yemiş kefal balığı şaşkınlığında seyreden polis, para çuvallarıyla havalanan helikopteri sadece seyretti. Avrupa Kıymetli Kâğıt Nakliyecileri Birliği’nin başkanı helikopterli soygundan sonra “İsveç Polisi görevini yapamıyor” diye isyan etti. Meğer İsveç, nakit para nakilleri sırasında gerçekleştirilen A soygunlarda Avrupa birincisiymiş. İstatistiklere göre geçen yıl 58, önceki yıl da 41 büyük soygun yapılmış. 2006’da da soyguncular boş durmayarak tam 49 soygun gerçekleştirmişler. Yani, ortalama haftada bir soygunla oldukça istikrarlı bir tablo çıkıyor ortaya. Avrupalılar da hemen kızıyorlar. Biraz farklı açıdan bakmayı beceremiyorlar... Her şeyden önce soygun olayları istikrarlı. Dolayısıyla bunun faturasını kim ödüyorsa, yıllık bütçesini, soygunları hesaba katarak ayarlama olanağını elde ediyor. Kapitalist ekonominin bankalarında, finans kurumlarında, borsasında, konut piyasasında bile böyle istikrar olmadığını görüyoruz. Yarın ne olacağını bile doğru dürüst kestiremiyorlar. Oysa soyguncuların haftada bir vuracakları istatistiklerden belli. Avrupalılar, İsveç Polisine haksızlık ediyorlar. Onların ne kadar hümanist olduklarından haberleri olmasa gerek. Polis silahına sarılıp helikoptere ateş etmiyorsa, kazara biri ölür diye endişe duyduğu içindir. İsveç Polisi, biraz protokol memuru gibi davranıyor diye kızmanın ne âlemi var. Emniyet müdürüne niçin öyle davrandıklarını sorunca, “Onlar çok tehlikeli adamlar” diye başladı açıklamaya. Soyguncuları melek gibi gösterecek değildi ya... İsveç gazeteleri de çok zalim davrandılar. “Beceriksizler” falan deyip polisle alay ettiler. Şunun için: Soyguncular sabaha karşı bir helikopteri “ödünç!” olarak aşırdılar. Polise ait iki helikopterin arkalarından kendilerini izlememesi için de bomba süsü verilmiş bir paket bıraktılar. Sonra da havalanıp nakit para deposunun camlı çatısına indiler. Soyguncular camı kırıp içeriye girdiler ve 20 dakika içinde çuvallara doldurdukları paralarla, tekrar helikoptere binip sırra kadem bastılar. Alarm üzerine olay yerine gelen polis de son 10 dakikayı seyretti. İçerde çalışanların hayatını tehlikeye atmamak için tabii. Soyguncular daha sonra helikopteri bir ormanlık bölgeye bırakıp yok oldular. Efendim İsveçli gazeteciler, polisin bomba korkusuyla iki helikopteri havalandırmamalarını dillerine doladılar. Güya liseli bir öğrenci bile pakette bomba olmadığını anlarmış falan... Zavallı polis. Saatinde işinin başında olur. Kendisine çok iyi bakması öğretildiğinden, yemeğini, kahve istirahatini hiç aksatmaz, üstelik cuma akşamları, sarhoşları toplayıp evine ya da hastaneye götürür. Haftada bir soygun olurmuş da, failler hiç yakalanamazmış falan filan. Şunların taktıkları şeye bakın Allah aşkına... İşte, Sırp polisinin ihbarı üzerine birkaç sabıkalıyı yakalayıverdiler. G osman.ikiz@tele2.se C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle