22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 14 EYLÜL 2008 / SAYI 1173 Akılsızlığın küresel boyutları... Zülal Kalkandelen B Dünya nüfusunun beşte biri, günde 1 dolardan daha az parayla yaşıyor. Rusya’da her yıl 12 binden fazla kadın, aile içi şiddet nedeniyle yaşamını yitiriyor. BC Program Yapımcısı Jessica Williams, 2005 Saatte en az bir kişi kara mayınları yüzünden ölüyor. yılında “50 Facts That Should Change The World” Hindistan’da 44 milyon çocuk işçi var. (Dünyayı Değiştirmesi Gereken 50 Gerçek) adlı bir kitap David Beckham, LA Galaxy futbol takımı ile yaptığı yazmış ve büyük ilgi çekmişti. Kitabın gözden geçirilerek anlaşma nedeniyle dakikada 100 dolar kazanıyor. Amerika için yeniden düzenlenen 2007 baskısını okudum Her gün 1 milyon kişi yeni cep telefonu alıyor. son günlerde. Arabalar dakikada iki kişiyi öldürüyor. Kitapta sıralanan 50 maddenin hepsini bu yazıya Küresel ısınma nedeniyle yılda 150 bin insan ölüyor. sığdırmam olanaklı değil, ama en dikkat çekici olanlarını Kenya’da rüşvet ödemeleri, ortalama hanehalkı aşağıya listeledim. Williams’ın çalışması ortaya öyle bir bütçesinin üçte birini oluşturuyor. manzara çıkarıyor ki, fazla bir yoruma gerek kalmıyor... 150’den fazla ülkede işkence uygulanıyor. İktidar ve para hırsı insanoğlunun aklını başından Her gün dünya nüfusunun beşte biri 800 almış... Küresel kapitalizm ise almış başını gidiyor. milyon kadar insan aç kalıyor. Bilmem bu akılsızlık nereye varacak? Amerikalı siyahi erkeklerin hapse girme *** olasılığı üçte bir. Dünyadaki obezlerin üçte biri gelişmekte olan Dünya nüfusunun üçte biri savaşta. ülkelerde yaşıyor. Petrol rezervleri 2040 yılına kadar Londra’da Oxford Caddesi ile Regent tükenebilir. Caddesi’nin kesiştiği noktadan başlayan Sigara içenlerin yüzde 82’si gelişmekte beş millik alanın içinde 161 Starbucks var. olan ülkelerde yaşıyor. 2005’te idamların yüzde 94’ü İran, İngilizler, her yıl toplam 3 milyar parça Suudi Arabistan, Çin ve Amerika’da giysi satın alıyor (kişi başına ortalama 50 gerçekleştirildi. David parça) ve sonunda bunların büyük kısmı Avrupa Birliği’ndeki her bir inek Beckham kullanılmayıp atılıyor. için verilen günlük 2.50 dolarlık 30 milyon kadar Afrikalı’da AIDS sübvansiyon, Afrikalıların yüzde var. 75’inin yaşamak için bir günde Her yıl intihar nedeniyle ölenlerin harcadığı paradan daha fazla. sayısı, silahlı çatışmalarda ölenlerden daha fazla. Amerika’da her hafta ortalama 54 çocuk silah taşıdığı için okuldan atılıyor. Dünyada en az 300.000 kadar düşünce suçlusu var. Yılda iki milyon genç kız ve kadına sünnet uygulanıyor. Dünyadaki çeşitli çatışmalarda savaşan 300.000 çocuk asker var. İngiltere’de 2001 genel seçimlerinde yaklaşık 26 milyon insan oy kullandı. Pop Idol yarışmasının birinci sezonunda kullanılan oy sayısı ise, 32 milyondan daha fazlaydı. Her altı İngiliz gencinden birisi, reality şovlarının kendisine ün kazandırabileceğine inanıyor. 2005’te Amerika’nın askeri harcamaları 554 milyar dolar. Bu, Amerika’nın dünya barışını tehdit eden haydut ülkeler olarak gösterdiği 6 ülkenin (Küba, Kuzey Kore, İran, Sudan, Libya ve Suriye) toplam askeri harcamasının 29 katı. Dünyada 27 milyon köle var. Amerikalılar çöpe saatte 2.5 milyon plastik şişe atıyor. Bu, her üç haftada bir aya ulaşmak için yeterli uzunlukta şişe birikmesi anlamına geliyor. Her yıl 120 bin kadar kadın Batı Avrupa’ya satılıyor. Amerika’nın Birleşmiş Milletler’e 1 milyar dolardan fazla borcu var. Yoksulluk içinde yaşayan çocukların akıl hastalığına yakalanma olasılığı, varlıklı ailelerin çocuklarına göre üç kat daha fazla... G www.zulalkalkandelen / kzulal@yahoo.com Toplumsal aldatmaca Adnan Binyazar evlet kesesinden bolca harcamanın kokusu bir yerlerden çıkacaktı. Çıktı! Şu gazete haberi kanıtlıyor bunu: “AKP dağıtıyor, TKİ batıyor. Hükümetin 2003’ten beri dağıttığı kömürler Türkiye Kömür İşletmeleri’nin belini büktü. Yardımın parasını gecikmeli aldığı için borçlanma yoluna giden TKİ’nin finansman gideri yüzde 631 arttı.” Hükümetin görevi kurumları darlıklara sokmak yerine ferahlatmak iken, parasını Hazine’den zamanında alamayan TKİ borç içinde boğuluyor. TKİ borçtan boğula dursun, eline iki parça yiyecek, bir çuval kömür tutuşturulan yurttaş, Tayyip Erdoğan’a dualar yağdırarak ona kul köle oluyor. Ramazan sevap devşirme zamanıdır; fırsat bu fırsat, yardım dağıtımları hızlandırıldı, iftar çadırları açıldı. Daha çok da nüfusun yoğun olduğu, özellikle AKP oylarının yüksek çıktığı kentlerin kalabalık çevrelerinde... Köyde yaşayan ne yer ne içer, emeğinin değerini alır mı almaz mı, kimin umurunda! Yardım değildir bu, halkı köleliğe alıştırma gösterimidir. Gösterim sözcüğünü özellikle kullanıyorum. Halkın durumunda köklü değişiklik yaratmayan her devinim gösterime yönelik duygu sömürüsüdür. AKP, erzak ve kömür dağıtım operasyonlarıyla halkın yoksulluğundan, çaresizliğinden yararlanıyor. Bu, herkesin gözü önünde sergilenen toplumsal bir aldatmacadır. Oysa halkımız, emeğin kutsallığını vurgulayan “alın teri el emeği” gibi, bilgece söylenmiş erdemli bir deyim kazandırmıştır dilimize. On Emir’den Kuran’a bütün dinler, kimsenin emeğinden çalmamayı insan olmanın temel ilkesi saymış, düşünürler de, tarihi yorumlarken, insanı emeğin tartısından bu özelliğiyle geçirmişlerdir. Gel gör ki, bu yardımlar, oy avcılığı uğruna, onda saçı bitmedik yetimlerin hakkı olduğu düşünülmeden, başkalarının emeğinden çalınarak yapılıyor. AKP, böylece, muhtaç yurttaşları dilenciliğe, tembelliğe alıştırıyor. Yardımlara bel bağlayıp boş gezenleri de sahtekârlığa... Bunu yapan parti örgütü de olsa, bir başkasına el açmanın insanın içinde ne yaralar açtığını yaşayan bilir. Halkımız bunun bilincinde olsaydı, değil gösterimcilere oy vermek, acaba tır konvoylarının yakınından olsun geçer miydi?.. Töreye göre, yardım yaparken, bir elin verdiğini, öbür el görmemelidir. Mahallenin ortasına tır konvoyu sıralayanlar ise, tam tersine, bunu bir üşüşme gösterimine dönüştürerek, töresel bir ahlak ilkesini çiğnemiş oluyorlar. Anadolu halkının imece geleneğini irdelediğimizde, yardımın nasıl erdemli bir düşünceden doğduğunu görüyoruz. İmecede, eli iş tutanlar bir araya gelir; hastaların, yaşlıların, dulların, eşi askerde olanların tarlasını sürer, ekinini biçer, harmanını kaldırır, fındığını toplar. İnsanca yapılan toplumsal bir dayanışmanın yansımasıdır bu. Bunda ne oy kaygısı vardır, ne kimsenin çıkarı, ne de birtakım şirketleri destekleme planı... Tır yardımı alanları, iftar çadırı önünde dizilenleri getirin gözünüzün önüne; utançtan, ellerinde ne varsa onunla yüzlerini gizliyorlar. Oysa, utanması gereken halk değildir, ülkeyi çadır mantığıyla yönetmeye kalkan hükümettir. Daha da acısı, hükümetin, halkını devlete el açacak duruma düşürmesidir. G binyazar@gmail.com D Yalnızlar, çağ ve İstanbul! Enver Aysever arl Gustav Jung, anılarında insanların denetlemeleri olanaksız bir ruhsal süreci yaşadıklarından söz açar. Ya da bir kısmını denetleyebileceklerinden, dolayısıyla kişinin yaşamı hakkında tam bir fikir sahibi olmasının söz konusu olamayacağını dile getirir. Bir tür rastlantısallıktır önümüze konan. Hangi çağda, hangi ülkede, hangi ailede olacağımızı bilmeden, bir yazgının içinde buluruz kendimizi... Böyle düşününce, tüm olup bitenler bize hem çok şaşırtıcı ve kışkırtıcı gelecektir; hem de bir o kadar olağan. Yine Jung’un gözünden bakarsak; özel yaşamlarımız olduğunu sansak bile, esas olan üzerimize sinen çağın kokusudur. Biçimlenmemiz, kaçınılmaz olarak toplumsal koşullardan, düşünsel birikimden, doğanın değişen dengesinden etkilenerek olacaktır. Bir yandan direnmenin, özgürlüğün olanaksızlığını düşündürür bu durum; öte taraftansa, bir başka gereksinimi ortaya koyar; vicdani olanın bulunmasını, ahlakı! Yirminci yüzyıl boyunca bilginin kutsallaştırılması sürecine tanıklık ettik. İktidarı tanrının elinden almak için büyük savaş veren insanoğlu, şimdi bilginin tutsağı olmuş durumda. Buna akılcılık da diyebiliriz. Görünen o ki; kirli bilginin egemen olduğu bir tarihi süreci yaşarken, yerine daha önemli bir kavram koymamız gerekiyor; sezgi! Aklımıza, bilgimize ne denli güvenebiliriz? Haklı bir sorudur bu. Bir yandan; pek çok iletişim aracıyla bombalanan zihnimiz, öte yandan gereksinim duymadığı, onca kirli ve belki kasıtlı olarak yönlendirici olan veriyle meşgul. Her şeyin biçimi hakkında bir fikrimiz var, ancak öze dair tartışmak C gerekince sınıfta kalıyoruz. Üstelik bu çağın, tam da böyle bir düzen içinde olduğumuz için yarattığı, egemen kıldığı bir ahlakla karşı karşıyayız. Soru şu; bu söz konusu ahlak nedir ve biz bu ahlak hakkında nasıl bir tutum takınıyoruz? Enis Batur anlatmıştı; 100 yaşındaki Claude Levi Strauss’la bir söyleşide soruyorlar; “193040’lı yıllarda yazdığınız yazılar çerçevesinde bakarsanız, bugün dünyayı nasıl görüyorsunuz?” diye. Strauss yalın ve biraz hüzünlü bir yanıt veriyor; “Ben bugün hakkında fikir yürütemem. Benim bildiğim dünya 2 milyar nüfuslu, farklı sorunları olan bir yerdi.” Haklı... Benim bildiğim dünya nasıl bir yer peki? Ahlakını tam olarak bilmediğim bir çağda yaşıyorum. İyikötü dengesinin nasıl kurulduğunu, beni inşa eden değerlerin niçin anlamsızlaştığını kavrayamadığım bir çağ. Bedenimi yıpratıyorum. İçinde bulunduğum telaş çağında soluk almakta güçlük çekiyorum. Tedirginim. Güven duygum zedelenmiş. Dahası umudum kaybolmuş. Çevremdeki insanlar tanıdık gelmiyor. Kullandıkları dili bilmiyorum. Yapabileceklerimden fazlası isteniyor ve bunu beceremezsem eksikli, hastalıklıymış gibi algılanıyorum. Kimi zaman, geçici bir mutluluk edinsem de, çok görülüyor, elimden alınıyor… İnsanlığın hiçbir dönemi bu denli hızla değişim geçirmemiş gibi geliyor. Göğü delen, aya ayak basan insan; sürekli gözlenebilir, kolay denetlenebilir durumda. Olağanüstü araçlar geliştirip, hızla, kolay iletişim kuran insan; öte yandan yapayalnız, çıplak! Çocukluğumda; İstanbul’un mevsimleri vardı. İlkbahar olurdu. Dallarda çiçek açar, ince bir gömlekle dışarı çıkabileceğimiz ılık bir hava olurdu. Akşama doğru hafif esintide tüyler ürperten rüzgar, bir yandan da okşar gibi, uyarır, daha yaz akşamlarına vakit olduğunu sezdirirdi. Severdim. Neşeli sabahlara uyanırdık. Yazlar vardı. Güneş yüzünü haziran gibi iyice gösterirdi. Tenimiz hafiften kararır. Sokak çocuğu olmanın, top peşinde koşmanın mutluluğuyla; mahalledeki çeşmeye ağzımızı dayar, kana kana su içerdik. Güz gelirdi ardından. İstanbul en güzel giysilerine bürünürdü o zaman. Sevgilisine aşkla, şehvetle dokunan biri gibi, bedenin en gizil bölgelerine sızardı İstanbul’da güz yağmurları. Gök, aşkını, heyecanını kusardı... Çehresi değişen kent, kurşuni bir güzelliğe bürünür, seyrine doyulmazdı. Deniz; elleriyle verirdi lüferleri, palamutları... Aslında İstanbul, biraz da sonbahar demekti... Kışı vardı İstanbul’un... Kartopu oynanabilen, kardan adam yapılabilen... Evlerin bacalarında aile olmanın saadeti tüterdi sanki. Geniz yakan soğuk, giyilmiş bir hırkaydı... İstanbul, ahaliyi biraz hırçın kucaklardı. Mevsimleri bilmediğin bir kentte, insanlarını tanımadığın bir mahallede, bir büyük yalnızlığı tüketmek için yaşar mı insan? Bu çağda yaşamaya mecbur muyum? Jung, anlamsızlık bir hastalıktır, diyor. Ekliyor; dünya başımıza gelen bir olgudur ve bu büyük belirsizlik bizi tutsak eder. Acı çekeriz. Elimde, dilimde İstanbul vardı eskiden. Anlam... G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle