Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 14 EYLÜL 2008 / SAYI 1173 Saint Petersburg’da “Beyaz Geceler” henüz bitmemiş. Sisler içindeki şehir, Neva’nın çevresinde gri köpüklü dalgaları andırıyor. Neva’nın ardında bodur, karanlık gövdesiyle Pedropavlosk Kalesi seçiliyor... Puşkin’in “Tunç Süvari”si, Dostoyevski’nin tavan araları, Gogol’ün bürokrasinin büyük karınca yuvası ve Gorki’nin ülkesini görmenin heyecanı “Rusya’nın Kaderi” olarak anılan Çar I. Petro’nun Kışlık Sarayı. Dünyalı olmak... Selçuk Erez mazon ırmağı üzerinde gezen bir gemide düzenlenmiş bir kongreye katılmıştım. Su kenarında alabildiğine uzamış ağaçlar vardı. Bu uzun ağaçların tohumlarından toplamış, getirmiş, balkonumdaki saksılara ekmiştim. Hemen baş göstermişlerdi. Kış gelince “Bu iklime herhalde dayanamazlar” diyerek kafalarına birer plastik torba geçirmiştim. Geçen gün ev işlerimde yardımcım Çiçek Hanım “Bunlar ne?” dedi; anlatınca da gülmeye başladı, “Ne Amazonu? Bunlar çitlembik ağacı.. Bak şu evin bahçesinde bunlardan iki tane var!” dedi. Çiçek Hanım sayesinde kafamda iki gerçek belirginleşti: Ağaçları tanımıyoruz. Bu biir. Fahir İz, Oxford Türkçeİngilizce Sözlüğü’nün önsözünde o zamanlar bir tarım ülkesi olduğumuz halde dilimizdeki ağaç adlarının İngilizcedekinden ne kadar az olduğunu hayıflanarak vurgulamamış mıydı? Ertesi gün gidip bir ağaç kitabı edindim ve bahçede keşfe çıktım: Çitlembik dediğimiz ağacın bahçedeki tipi, Bulgaristan’dan Hindistan’a uzanan bir coğrafyada bulunurmuş. Kuzey Amerika’da yaygın bir türü de varmış. Demek ki Brezilya’ya ta buralardan gitmiş. Bahçede iki Amerikalı, Manolya (grandiflora), Indian Bean (Catalpa bignonoides)ve bir de Hindistan göçmeni ağaç, Pride of Indıa (Koelreuteria paniculata) buldum. Çiçek Hanım sayesinde ikinci bir gerçeği daha kavramış oldum: Dünyasallaşma meğerse yüzyıllar önce başlamış: İnsanlar bir kıtadan diğerine bazen bilerek, bazen de farkına varmadan ağaç tohumları ve olmadık şeyler taşımışlar... Televizyonda Luisiana’nın derelerinde yaşayan bir tür ufak ıstakozun şimdi Nil nehrinde yakalanmakta olduğunu görmemiş miydik? A hemen kanınıza giriyor. Şiirin ve romanın kenti Selma Sancı us klasiklerini okuduğum günlerden kalan merakla Puşkin’in “Tunç Süvari”sini, Dostoyevski’nin nemli ve soğuk tavan aralarını, Gogol’ün bürokrasinin büyük karınca yuvasını, hayatın arka sokaklarının yazarı Gorki’nin ülkesini görmek için yola koyulduğumda bu yazarlarla yüz yüze gelecekmişim gibi karşı konulmaz bir heyecan kapladı içimi. Rusya’yı çok iyi tanıdığını iddia eden gezgine pek inanmamalı. Eski tamamen yitmemiş, yeni tamamen gelmemiş, yani ülke hem Doğu, hem Batı, başka bir deyişle, bütün dünya. Sakin, sessiz, uyum içinde, sokaklarında koşturan insanların olmadığı küçük Avrupa kentleri, özellikle Pazar günleri ölü, soğuk ve iticidirler. Rusya’nın güzelliği ise gerçek oluşunda. Kadınların yüksek topuklarının sesleri kaldırımları çınlatıyor. Sokaklarda, metrolardaki bu sürekli devinim ve hareketlilik karşısında bizim geçmişimizde kadınların ortak yaşama katılmaları yasaklı olmasaydı, acaba bugünkü düzeyimiz ne Puşkin, Petersburg için “Ey kent, hayranım sana” diyordu. olurdu diye düşünmekten kendimi alamadım. Moskova’dan trenle Petersburg’a giderken altı kubbeli, üç katlı sarı okulun, üniformaları sarı yakalı yeşil kaput, saat süren yol boyunca çam şapkaları da geyik kürkünden olan öğrencilerine, çevrede bu ormanlarından, kül rengi renklerden dolayı çijik (küçük kuş), ve pijik (geyik yavrusu) lakabı çirkin istasyonlardan, sağır takılmış ve zamanla Rusça seslerle uyumlu, sevimli, kafiyeli bir taşra kasabalardan geçtik. Yeşillikler tekerleme doğmuş. Günümüze kadar gelen tekerlemenin Türkçesi içindeki küçük bahçeli yazlık evlerin ‘ÇijikPijik neredeymiş, Fontanka’da votka içmiş, bir kadeh içmiş, iki (Daça), güneşte parlayan konik, saç kadeh içmiş, sarhoş olmuş başı dönmüş.’ Kuşun küçük kaidesine çatılarını seyrettik. Gogol, 1829 kışında bu bozuk para atılıyor. Para nehre düşmezse iyi şansa inanılıyor.” yolculuğu Vasilyevska’dan (Ukrayna), Neva’da, Güzel Sanatlar Akademisi’nden geçerken, Gogol’ün kapalı kızakla (Kibitka) üç haftada yapar. ömür boyu memur kalma korkusunun cüretiyle, tiyatrocu olmak için At değişimi için hanlarda mola vererek, kar buraya başvurusu geldi aklıma. Gogol 1861’de yağmurlu bir sabah yığınları arasında kayıp giderken, uçsuz en güzel giysisini giyer, diş ağrısı yüzünden yanağını bir mendille bucaksız kurşun rengindeki ovalar birbirini sarar. Prens Gagarin’in insanlar üzerinde fazla deneyimli olduğunu, kovalarken, yol sanki hiç bitmeyecekmiş böylece bu görüntüye önem vermeyeceğini düşünür. Vaktiyle Nejin gibi gelir. Sonunda bir akşam birdenbire Lisesi’nin sahnesindeki başarısı bu cesaretini kamçılamıştır. Petersburg’un ışıkları görünür. Gogol Petersburg’a ilk defa gelen bu uzun burunlu genç, bir taraftan kızaktan iner, bu buz, taş ve ışıktan oluşan Puşkin’e olan hayranlığı yüzünden onunla tanışabilmek için yanıp serabı hayranlıkla seyreder. Nikolay Gogol, tutuşmaktadır. Şairi tanıyanların istekleri ile Edebiyat Gazetesi’nde Isak Katedrali şehrin kalbinde yükseliyor... Gogol’un anıt mezarı (altta)... “Noel Gecesi”nde kenti şöyle anlatacaktır: Puşkin’in şiiri üzerine bir makale yayımlar, “Senin deha “Tanrım bu ne bol ışık. Adım başı beliren ürünlerinin sahifelerini çevirirken, dizelerin gürleyip alevlerle yüksek anıtlar. Yapıların duvarlara yansıyan dev gölgelerinin heybeti. derin, esrarlı, bu abartılı ihtişam, bir zamanlar kristal üzerime saldırınca, damarlarıma kutsal bir korku yayılıyor, Nalların tıkırtısı. Zangır zangır sarsılan köprüler. Uçar gibi koşan avizelerin ışıltısında çiftlerin uçuşunu, tül tül kıyafetler, göğsü ruhum sonsuzluğu içimde keşfettikçe dehşetle ürperiyor!” saltanat arabaları. Patenlerin altında ıslık çalan kar.” nişan dolu sımsıkı üniformaları içinde mazurka oynayanları, satırları ile hayranlığını açıklar. Sonunda gürültülü bir 1880’de Dostoyevski’nin Puşkin anıtının açılışına katılmak üzere, gülüşler, selamlar ve ağır valsleri getiriyor akla. Hatta, irice davette, birkaç nezaket sözcüğü, gülümseme, bir el yola çıktığı Petersburg tren istasyonunu, taşradan iş, alışveriş, bir elmasla sabitlenmiş bir kravat, kapalı ipek bir sıkışması ile Puşkin’le tanıştırılır. Önceden defalarca gezmek için gelenlerle, çoğunluğunu Uzakdoğulu ve İspanyol şemsiye, göz alıcı biçimde parlayan ayakkabılar ve kendi kendine prova edip hazırlandığı gibi turistlerin oluşturduğu kaynaşan, gürültülü ve kalabalık doldurmuş. kulaklıkları fok derisi bir şapka ile ağır ağır kırmızı gerçekleşmez tanışma. Tarihi istasyondan bindiğimiz otobüsle devasa cüsseleriyle heykeller, halı kaplı giriş merdivenlerini çıkan iki siluet bu Son olarak gördüğümüz yazlık sarayın yapılar, çok geniş meydanlar ve altın kuleleriyle parlayan kiliseleri atmosferi tamamlıyor. Tarih de, roman da, gerçek bahçesi, iki yanına yeşillikler ekilmiş patikalarla hızla geçerken, sırasıyla toprak köleliği, yaşlı fantastik derebeyleri, de, hayal de birbirine karışıyor. Petro’nun bu yapısını kuzey denizine kadar uzanıyor. Çar, Danzig’den görkemi ve sanatı seven çarlar, Neva Bulvarı’nda Mançurya görmeden Rus edebiyatını ayrıntılarıyla anlamak güç. amberbarisler, İsveç’ten elma ağaçları, sedirler getirtmiş, şapkasıyla beliren kalabalıklar ve çok bacalı fabrikaların dumanlarını şadırvanlar, şelaleler, fıskiyeler kurdurmuş. Kıvrık kesmesi görünümünde eski başkentin tarihi canlandı gözümde. EDEBİYAT TUTKUYA DÖNÜŞÜYOR bukleleri, kırmızı kolsuz ceketleriyle beyefendiler ve Büyük Petro’nun anıtı, bu heybetli simge, merkezdeki Senato gösterişli elbiseli hanımefendiler, şırıltılı kanallar meydanında yükselmese, kentin nerede başlayıp nerede bittiğini Sayısız grevlerin, devletçe yürütülen üzerinde dönen köpüklere, damlaların döküldüğü kestirmek pek kolay değil. Bu karanlık kuzeyin ortasında, provokasyonların, baskıcı atmosferin insan ruhunda mavimsi duman yumaklarına bakınarak bu kuytu günbatımının saatler sürdüğü yerde, zamanın kendisinin bile sırayla oluşturduğu bu kasvetli fonda, felsefe oturumlarında, patikalarda gezinmiş. Yaşlı, ıssız bahçelerde bir dondurucu geceye, bir gündüz parıltılarına atıldığı yerde, dalgalar tartışma yapılan dumanlı odalarda, sosyalistlerin gizli havuzların, kanalların etrafındaki altın kaplamalı üstüne bir şehir kurmaktan çekinmeyen, Avrupa’ya bir pencere toplantılarında, meyhanelerde, asırlık sorulara yanıtlar sayısız heykel ve şehirdeki anıtlar, savaşta açma inadı yüzünden yığınla insanın ölümünü hiçe sayan, bataklıktan aranırken, Rusya’nın asırlardır alışık olduğu devasa bombalardan korunmak için Neva’ya atılmış, bir şehir yaratan bu dik bakışlı tunç kahramanın ağır kütlesini gövdesi yörüngesinden çıkarken, ülkenin baş olabildiğince uzağa, Urallar’a, ormana taşınmış. seyrederken Puşkin’in ünlü “Tunç Süvari” adlı uzun şiirindeki, döndürücü dinamiğiyle, insan tutkularının dinamiği, Bizde sanata yeterince değer vermemenin nelere kelimeler taş üzerinde nal sesleri gibi çınladı zihnimde. Puşkin, şehrin iki yüz yıllık tarihinden beslenen mal olduğu dönüşte İstanbul’a yaklaşırken 1827’de karlı, soğuk bir kasım gecesi bir kaputa sarınıp, dörtnala edebiyatçıların eserlerinde iç içe geçer. düzensizliğin yarattığı hengâme, kambur üstüne tunç atıyla şehri ezen, Petro’nun dehşetli heykeli karşısında durur. Doğaya yayılmış kenti, sayısız kanal bölüyor. kambur yapılarla daha net görülüyor. Yüzyıllar boyu Sabahın ilk ışıklarına kadar seyreder, sonradan bilinen eseri Ogenin’i Bunlardan biri olan Fontanka’nın üzerindeki köprüde resimden, müzikten, edebiyattan, tiyatrodan kısaca bu gecenin ilhamıyla yazacaktır. küçük bir kuş heykelciği parlıyor. Rehberimiz Ebru sanattan uzak olmuş bir insan malzemesinin neyi ne Beyaz geceler henüz bitmemiş. Gecenin ileri saatlerinde, sisler Mete bu orman kuşunun öyküsünü anlattı altından kadar yapıp, neyi ne kadar yapamayacağının en içindeki şehir, yükselen yapılarıyla Neva’nın çevresinde gri köpüklü geçerken; “Burada devlet memuru yetiştiren yeşil somut kanıtıydı bu manzara. G R C M Y B C MY B Kıtadan kıtaya en çok bir gün içinde uçulabiliyorsa, internet, televizyon gibi bir yerde olanı biteni hemen binlerce kilometre uzağa ileten nesneler bulunmuşsa, bilgi, para, emek iletişimi bu boyutlara varmışsa dünyasallaşmayı nasıl önleriz? Önleyemeyiz! Peki ne yapacağız? Dünyasallaşmanın yararlı yönlerinden çimlenecek, mendebur yönlerinden de korunmasını bileceğiz! Bunu becerebiliyor muyuz? Hayır! Çünkü biz yeryüzünün dört bir yanından esip gelen rüzgârlara sırtımızı dönüyor, bağrımızı sadece Arap yarımadasından gelen kum fırtınalarına açıyoruz: Şu yarımadanın körfezinden merkezine kadar beraber resim çektirmedikleri devlet büyüğü mü kaldı? En haşır neşir oldukları bunlar değil mi? Çocuklarının adları bile değme Arap adlarından seçilmedi mi? Bunlar yeryüzünün dörtte üçünün denizler, okyanuslar, dörtte birinin de Arabistan’dan oluştuğunu sanıyorlar... Artık yeter! Biz dünyasallaşmadan yararlanabilmek için aklımızı ve bağrımızı başka rüzgârlara da açmalıyız: Ben çocuklarımın Güney Asya’dan esen Muson rüzgârıyla serinlemelerini, Fransız Mistral’i ile uçurtma uçurmalarını, Norveçlilerin şiirlerinde, şarkılarında sözü geçen Sonnavind estiğinde mutlanmalarını ve de Maksim Gorki’nin “Fırtına Habercisinin Türküsü” şiirindeki o nefis rüzgâr tanımlamalarını da bilmelerini istiyorum: “Öfkesinde gökgürültüsünün, o duyarlı şeytan, çoktan duymuştur sesini yorgunluğun. Ve bulutların güneşi gizleyemeyeceğini, hiçbir zaman gizleyemeyeceğini bilmektedir... Gözüpek fırtına habercisidir bu... Ve haykırıyor zaferin paygamberi: Varsın daha güçlü, daha güçlü patlasın fırtına!”* G *Ne güzel çevirmişsiniz Sayın Behramoğlu! Ba l tk d e ni zi dalgaları andırıyor. Neva’nın ardında bodur, karanlık gövdesiyle Pedropavlosk Kalesi seçiliyor. Dört katlı sarayın beyaz şeritleri keskin biçimde ışıldıyor. Görkemli saray, yükselen kulesiyle peri masallarından bir şato. Ağır mobilyalar yorucu. Uğultulu parkeler, tavanların desenini yansıtıyor. Yüksek tavanlardan altın motiflli dev avizeler salınıyor. Duvarlar ışık, duvar değil. Dört bir yanda mermer sütunlar yükseliyor, bu sütunların tepesini antik Yunan heykelleri taçlandırıyor. Dünyaca ünlü ressamlara ait tablolar Avrupa’dan alınmış. Erguvani kıyafetli uşaklar, put gibi duran nöbetçiler. Geniş, sessiz, şatafatlı odalar. Baştan başa altına bulanmış bu şatafat, Bo t n ik r f e zi