22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 AĞUSTOS 2008 / SAYI 1168 9 Küresel kapitalizm, emperyalizm ve... Zülal Kalkandelen eçen gün bir zamanlar dergilerden kesip bir kitabın içine koyduğum iki karikatür buldum. Birisi, Rus karikatürist Gennady Chegodayev’e ait. İki emekçi büyük bir kütüğü uçlarından tutarak omuzlamış. O kütüğün üzerine dört tane takım elbiseli adam (muhtemelen bürokrat) oturmuş ama onların da sırtına bir masa yüklenmiş. Masanın sahibi konumunda olan daha yüksek makamdaki iki kişi ise, emirler yağdıran tepedeki tek adamın masasını tutuyor. “En üsttekinin rahatça oturması için alttakilerin canı çıksın” misali tam bir kapitalist bürokrasi modeli... İkinci karikatür, Danuse Sedlackova adlı Çek sanatçının eseri. Bu defa siyah takım elbiseli, yaşlı ve zengin adam almış eline kırbacı, tarlada çalışan işçilere vuruyor. Ağızlarından burunlarından kan gelinceye kadar çalıştırıyor onları ki, bir yandan da altın liralar çuvala dolsun... Karikatürün altında Çek dilinde yazılmış bir yazı var: “Kapitalismus Ma Jeden Cil”. Türkçede, “kapitalizmin yalnızca tek bir amacı vardır” anlamına geliyor. *** G Sedlackova’nın karikatürü 1953 tarihli. Chegodayev’inkini tam bilemiyorum ama o da epey eski. Ne yazık ki, eski olmaları verdikleri mesajı eskitmiyor. Çünkü eleştirdikleri sömürü düzeni, tüm şiddetiyle, üstelik küreselleşerek devam ediyor. Kapitalizmin tek amacının kâr maksimizasyonu olduğunu biliyoruz. Ezme, yok etme, çiğneme, sömürme pahasına kâr! Bir de bu hırs, tüm dünyaya egemen olup emperyalizm ile el ele verince siz düşünün gerisini... *** Küresel kapitalizmin sonuçlarını gözle görmek zor değil. Hangi büyük kentte olursanız olun, gösterişli ana bulvarları geçip arka sokaklara daldığınızda tanık olursunuz o utanç verici ezilen/ezen, sömürülen/ sömüren ayrımına... Örneğin Paris’te cafcaflı Champs Elysées’de bir tur atıp sonra Cezayirlilerin ya da Arapların yaşadığı mahallelere giderseniz, dramatik bir fark görürsünüz. Oralarda yaşayan göçmenlerin maruz kaldıkları ayrımcılık, yıllar geçtikçe öyle derinleşti ki, sonunda isyan bayrağını kaldırdılar. Ama o berbat yaşam koşulları umurlarında bile olmayan Sarkozy gibiler, onları “haşarat” diye nitelemekte gecikmedi... Aynı şekilde New York’un milyon dolarlık dairelerinin bulunduğu Madison Avenue’den çıkıp, İspanyol Harlemi’ne uğrarsanız, bambaşka iki dünyayla karşılaşırsınız. Manhattan’ın yukarı kısmında ve Brooklyn’in kimi bölgelerinde yollar ve binalar bakımsızdır. Fakirliğin yansımalarını görürsünüz oralarda... İşin tuhaf yanı, zenginlikfakirlik uçurumu sergileyen bu mahallelerin birbirine metro ile ancak 10 dakika mesafede oluşudur. Bu yüzden, New York, Paris ya da Londra gibi Batılı kentlerin en zengin semtlerinde gezen turistlerin, “Ne uygar toplum!” diye iç geçirmelerini garip bir tebessümle karşılarım. Uygarlığın ölçütü, lüks mağazalar, ışıklı caddeler, pahalı restoranlar değildir. Uygarlık, insan aklında yatar. O akıl ki, eşitliği, emeğe saygıyı, sosyal adaleti, paylaşımı ve hakça düzeni savunur. Yanı başlarında yoksulluktan kırılanların yaşam savaşına duyarsız kalan insanların düzeni uygar olabilir mi? Kendi ülkelerinin sınırları içinde yarattıkları yıkımla yetinmeyip, emperyalizmin kılıcını fakir halkların üzerinde şaklatanlar uygar görülebilir mi? Elbette hayır... Çünkü onların tek bir amacı vardır: Her koşulda önlerine geleni sömürmek ve böylece karikatürdeki gibi o altın liraları çuvala doldurmak! Ama Chegodayev’in karikatürüne iyi bakmak lazım. Ya altta kütüğü omuzlayan emekçi dayanamayıp yıkılırsa ya da kütüğü şöyle bir silkelerse... G www.zulalkalkandelen.com / kzulal@yahoo.com Kitabın ışığını söndürenler... Adnan Binyazar azının başlığına bakıp, kitabın ışığı nasıl söndürülür, diye sormayın; tarih boyunca bilgi ışığına duyulan hınç hiçbir nesneye duyulmamıştır. Çünkü, kitap, insanı bulunduğu durumdan alır, insanlığıyla buluşturur. Bunu gerçekleştiren Homeros’tan Thomas More’a, Cervantes’e, Marx’a, Heinrich Heine’ye, Freud’a, Seghers’e, Brecht’e, Thomas Mann’a, Remarque’a... nice yazarın kitabı, iktidarı baskı aracı yapanlarca yasaklanmış, meydanlarda yakılmıştır. Yakma şenliğinde (!) kendi kitaplarının alevi yüzüne vuran Heine, “Bugün kitapların yakıldığı yerde yarın insanları da yakarlar” demiş. Çok geçmemiş, Alman faşizmi, başta Yahudiler, Çingeneler olmak üzere, kendi deyimleriyle “Ari ırkı”ndan saymadıkları milyonlarca insanı gaz odalarında canlı canlı yakmışlardır. Türkiye’de siyasal bir dalgalanma mı oldu; pusuda bekleyen faşist kafalılar anında ortaya çıkar. İlk işleri kuzu görmüş kurt gibi, yazarların, düşünen insanların üstüne saldırmaktır. Türkiye 196080 arası üç darbe yaşadı. 27 Mayıs’tan sonra, 1940’larda yayımlanmaya başlanan klasiklere yenileri katıldı. Okur, bu dönemde, özel yayınevlerinin de girişimiyle Marx’ı, Hegel’i, Engels’i, Lukacs’ı, Marx. Fischer’i, Rus sanat kuramcılarından Suçkov’u.. tanıdı. Ülkemizde aydınlıkçı günler uzun sürmüyor; 12 Mart öyle bir terör estirdi ki, çok kişi korkudan evinin bahçesine mezar eşip kitaplarını oraya gömdü. Bugünün ölü soyucuları kitabın bir değer olduğunu bilseler, kazmayı küreği kapıp bahçelere koşarlar. 12 Eylül, kitabı hayatın dışına attı. Ortalığı saran çağdışı din kitapları görmezden gelinirken, bilim ve sanat kitaplarının yazarları suçlanarak mahpushanelere atıldı. Ahmed Arif, istediği kadar “Öyle yıkma kendini,/Öyle mahzun, öyle garip.../Nerede olursan ol,/İçerde, dışarıda, derste, sırada,/Yürü üstüneüstüne,/Tükür yüzüne Brecht. celladın, /Fırsatçının, fesatçının, hayının.../Dayan kitap ile/Dayan iş ile./Tırnak ile, diş ile,/Umut ile, sevda ile, düş ile,/Dayan rüsva etme beni.” diye bağırsın; duyan olmadı. Şimdi mi? Şimdi, değerlinin yerini değersiz aldı. Eline kalem almayı yazarlık sananlar, okunmaya değmez ne varsa onu yazıyorlar. Böylece, gerici kafa, altmış yıldan bu yana önüne kara perdeler gerdiği kitabın ışığını söndürmeyi başardı. Bu da nerdeyse okurun kökünü kuruttu. Bir ülkede şöyle okunabilecek bir roman en çok bin adet basılır, 70 milyonluk Türkiye’de 26 kişiye bir kitap düşerse, o ülkeye “kitapsız Thomas More. ülke” adını yakıştıranlar haklı çıkmaz mı?.. Kitap düşünce, duygu üreten bir bilgi dinamosudur. Bu bilinçle, gelişmiş toplumlarda kitabın ışığı hiç sönmemiştir. Çünkü kuşaklar arası birikimleri, kitabın dışında hiçbir araç, nesnellikle birbirine aktaramaz. Aktarım kesikliği, anlaşma kopukluğuna yol açar ki, toplumsal yaşamda bundan tehlikelisi yoktur. Bu kopukluk, insanda düşünce kirlenmesi yaratır, onu kör düşüncelerin tutsağı kılar. Toplumsal dayanışmanın kaçınılmaz olduğu günler yaşıyoruz. Oysa, her kesimden akordu bozuk çalgı sesleri çıkıyor. Olaylar böyle geliştikçe, insanımız, nerdeyse çalgıyı akort edecek birinin çıkacağından umudunu kesecek... G binyazar@gmail.com Y Kapitalizmin İslamcı ortakları Enver Aysever Şeyh Bedrettin’i, müritleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’i kılıçtan geçiren Osmanlı’yı düşündükçe, bu coğrafyanın vahşet tarihine yeniden bakmak gerektiğini görüyorum. Erken sosyalist Bedrettin insanı merkeze koyan anlayışla, elbet iktidarın hoşuna gitmeyen, toplumcu, dayanışmacı bir tutum sergilemişti. Bugün özgürlük, çoğulculuk, demokratlık çizgisinde olduğunu söyleyen kimi akademisyen, düşünür liberal; Osmanlı’nın bir arada yaşama kültürü adına doğru bir tasarım olduğundan söz etmekteler. Bu gerçekten böyle mi? “Dünyada kutsallık yoktur. Kutsallık yalnız Tanrı’dadır. O’nun yarattığı her şey, her nimet insan içindir. Toprağın tek sahibi Tanrı’dır... toprak sahipleri ve zenginler aracılığı ile hiçbir kimse bu varlıklardan yoksun bırakılamaz” diye yazan Bedrettin’e, Osmanlı düşüncesinin nasıl bir sonu uygun gördüğü ortadadır. Bu toprağın iktidar genetiğinde bulunan sağcı kafanın değişmesi söz konusu olmadığına göre, her dönem ezenezilen denkleminin güçsüz tarafında duran için acılı bir yazgı kaçınılmazdır. Cumhuriyetle birlikte kendini daha güvenli bir ortama taşımayı umut eden Alevi yurttaşlar, her ne kadar bu iyi niyetli beklentilerinin karşılığını asla göremediyseler de, günün birinde filizlenecek eşitlikçi toplumun düşüyle bağlılıklarını sürdürüyorlar. Yeni bir öğreti arayışıyla kafası bulanan dünya insanları, dinci kapitalistler eliyle kolaylıkla tavlanabiliyor. Üstelik İslamiyetin ticareti olumlayan doğası, bizim gibi ülkeler için daha da kolay bir pazar ve sömürge olma olanağı sağlıyor. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında başlayan ve 12 Eylül’le doruk noktasına varan, sosyalist sürek avı, Anadolu’da kurulacak olan barışı temelden dinamitlemiştir. Bugün aldığı biçimiyle ABD’ci bir milliyetçilik, küresel kapitalizme eklenmiş bir Müslümanlık anlayışıyla daha ne kadar yol alınabilir? Kendi insanını sürekli korkutan, inancına, diline saygı göstermeyen sağcı kafalar; bugün kapitalizmin özgürlük tezi olan liberal anlayışla biçim değiştirmiş, yine insanını esir almaya koyulmuştur. Şeyh Bedrettin ve müritleri için darağaçları kuran kafa hep iktidardadır. Onun takipçilerinin ağzındaki özgürlük kavramı kanlı bir gelenekten beslenmektedir. Şimdilerde Sıvas katliamı yeniden tartışılırken, facianın hangi elden çıktığı yönünde büyük kavga yaşanmaktadır. Oysa kimin emri verdiği önemli değildir. Katillerden hangisinin daha iyi olduğunu seçmek zorunda kalan yurttaşlara devletin söyleyecek bir çift sözü olmalıdır. Her kim o canları ateşe verdiyse fark etmez. Bedrettin’i darağacına çeken kafanın devamıdır... Soğuk savaş döneminin sanal korkularla beslenen ortamı, elli yıl sonrasını tasarlayanlar tarafından özel olarak kurgulanmıştır. Dünyanın demokratik, özgülükçü diye bilinen tüm ülkelerinde solcular avlanmış, hele bizim gibi kutsalları baş tacı eden toplumlarda bu daha kolay olmuştur. Bugün küresel bir oyuncu olarak ortaya çıkan kapitalist cemaat lideri Fethullah Gülen; 1960’lı yıllarda ‘Komünizmle Mücadele Derneği’nin kurucuları arasında yer almıştı. O dernek ve öğretisinin yakın tarihimizde ne türden düşünsel, toplumsal, darbeci eylemlerin kökünü oluşturduğunu, bilmem söylemeye gerek var mı? İslamın kapitalizme yatkın yapısından hareketle gelişen ve dünyada karşılık bulan bu türden girişimler, tam da yeni biçimlenen kölelik zincirinin meşru organlarıdır. Farklı türden bir İslami yorumla, yenisömürgeci anlayışı baltalanacak olan ABD, bulduğu bu ortağı, aslında yıllarca özenli biçimde beslemiş, palazlandırmıştı. Fark edemeyenler utansın! İçinde bulunduğumuz süreç, sanılanın tersine ayrışmaların keskinleşmesiyle sonuçlanacaktır. Böyle günlerde susanlar, gelmekte olan bunalımın yaratıcısı ve giderek yerleşen Bedrettin karşıtı anlayışın suç ortağıdırlar. Nasıl ki Osmanlı Sünni bilginleri Bedrettin’in öldürülmesi için fetva verememiş, bir Şii olan İranlı Fahreddin’in ağzından çıkan “kanı helal, malı haram” komutuyla şeyhi Serez çarşısına astırmışlarsa, bugün de bizim insanımızı, yine onun güvendiği ellerce boğmaktadır küresel kapitalizm... Bugün “Durmak Yok Yola Devam” diyen başbakan, 7 Eylül 1994 tarihinde Karacaahmet Cemevi inşaatının yıkılması için belediyeyi seferber eden kişidir. Bu yolun devamı için gayret gösterenler kiminle işbirliği yaptıklarına dönüp bakmalıdırlar. Ancak herkesin bir yolu vardır. Kimileri de Pir Sultan’ın yolundan giderler... Kadılar, müftüler fetva yazarsa, İşte boynum, işte kement asarsa, İşte sinem, işte hançer keserse, Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan. G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle