22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 22 HAZİRAN 2008 / SAYI 1161 Beyazla siyah... Zülal Kalkandelen BD başkanlığı için yarışan Demokrat Partili Barack Obama, sonunda adaylık için gereken 2118 delegenin oyunu kazandı. Durum şudur: Hillary Clinton kaybetmiş, Obama Amerikan tarihinde ilk siyah başkan adayı olmayı başarmıştır. Demokrat Parti’deki güçlü Clinton etkisini kırarak kazandığı bu başarı, çok önemli sonuçlar doğuracaktır. On altı aydır devam eden bu yarışta, ilk günden beri Obama’nın kazanacağını tahmin ediyordum. Çünkü Obama’yı 2004’teki Demokratik Parti Kurultayı’nda yaptığı o tarihi konuşmadan bu yana dikkatle izliyorum. Daha önce Cumhuriyet’in Strateji ekine yazdığım bir makalede de belirttiğim gibi, o kurultayda, Jimmy Carter, Ted Kennedy, Bill ve Hillary Clinton, Al Gore, John Kerry, John Edwards gibi Demokratların en ileri gelenleri konuşmuş, ama en etkilisi Obama olmuştu. Herkes genç senatörü ayakta alkışlarken, salonda yanımda oturan İtalyan bir gazeteci ne düşündüğümü sorunca, “Geleceğin başkan adayı” demiştim. O, bu görüşümü fazla iyimser bulmuş, siyah bir politikacının ırkçılığı aşıp o noktaya kadar gelemeyeceğini savunmuştu. Sonuçta Obama, Washington’daki kurulu düzenin temsilcisi Clinton’a karşı bir değişim sembolü olarak ortaya çıktı ve izlediği bu akıllı strateji ile kendi partisindeki seçimi kazandı. A *** Fakat bundan sonra ne olacağı çok belirgin değil. Artık Obama’nın rakibi, 1982’den beri Kongre’de yer alan, çok deneyimli, 71 yaşında, beyaz bir Vietnam gazisi. Obama’nın değişim rüzgârı, bu defa da deneyime karşı güçlü esebilecek mi acaba? İkinci bir soru, Obama’nın, Amerika’daki ırkçılık sorununu ulusal düzeydeki bir seçimde nasıl göğüsleyeceği. Associated Press ile Yahoo News tarafından nisan ayında yapılan bir araştırmaya göre, halkın üçte birinden fazlası kendisini muhafazakâr olarak tanımlarken liberal olduğunu söyleyenlerin oranı dörtte birin hemen altında. Bu durumda, ılımlı olarak nitelendirilen geri kalan kesimin oyları seçim sonucunu belirleyecek. Obama, önseçim sürecinde beyaz yakalıların yoğunlukta olduğu batı eyaletlerinde ve hispaniklerin yaşadığı yerlerde fazla oy toplayamadı. Bu kesimlerde güçlü olduğu görülen Clinton’ın başkan yardımcısı olarak belirlenmesinin Obama’ya oy kazandırabileceği iddia ediliyor. Benim de katıldığım bir diğer görüşe göreyse, ülkedeki muhafazakârların adeta nefretini kazanmış bir isim olan Clinton’ın başkan yardımcılığı yanlış bir tercihtir. Obama’nın Güney Dakota’daki seçimden sonra yaptığı konuşmada Clinton’a övgü dolu sözler yağdırmasını, bir birliktelik işareti olarak yorumlayanlar var. Ama Obama’nın bunu, iki kampa ayrılan partideki bölünmenin önüne geçmeyi amaçlayarak yaptığı belli. Kısacası, Clinton başkan yardımcılığına gönüllü olsa da, Obama’nın işi epey zor. Bana göre, Barack Obama’nın 44. ABD Başkanı olabilmesi için Amerikan halkının şu gerçeğin ayırdına varması gerekiyor: Cumhuriyetçilerin adayı John McCain, Bush’un saldırgan dış politikasını, Irak’taki haksız savaşı, varlıklı kesime uygulanan vergi indirimlerini ve sosyal güvenlik sorununun piyasa koşullarına göre çözülmesini savunuyor. Obama ise diplomasiyi temel yöntem olarak gören barışçıl politikaların temsilcisi, neocon’ların “preemptive strike” olarak formüle ettikleri önleyici vuruş doktrinine, Irak’ta kalıcı üs kurulmasına ve sosyal güvenliğin özelleştirilmesine karşı, vergi indirimlerinin geliri az olanlar için uygulanmasından yana. İşte bu nedenle, John McCain, Bush’un politik ikiziyse, Obama da ikinci John F. Kennedy. İlginçtir; durum aslında beyazla siyah arasındaki fark kadar açık. G kzulal@yahoo.com İnsan ve yaratısı... Adnan Binyazar azar yazılarına eğlendirici öykücüklerle girmek, öteden beri, gazetelerin, okuru rahatlatıcı yöntemi sayılmıştır. Bu öykücükler, eğlendirirken ahlak dersi de vermelidir. Anlatılanların çoğu ya belli kişilerin başından geçmiştir ya da kurgulanan olaylar bellekte kalıcı düşüncelerle beslenmiştir. Nice kişi de, kurgusuyla, düşüncesiyle uydurduğu öyküyü Nasrettin Hoca, Bektaşi, İncili Çavuş, Bekri Mustafa, Şair Eşref, Neyzen Tevfik, Temel... fıkralarında olduğu gibi, onlardan birine mal eder. İslam ülkelerinde, ders verici öykülerin çoğu, Abbasi Hükümdarı Harun Reşit’in başından geçirilir. Harun Reşit, okunmamış olmasını büyük bir eksiklik saydığım dört bin sayfalık Binbir Gece Masalları’nın da başkişisidir. İçinden çıkılamayan sorunların çözümünde hep ona başvurulur, esir pazarlarında satılığa çıkarılan güzeller ilk ona sunulur, saray dışında rastlanan ilginç olaylar ona duyurulmadan edilemez. Harun Reşit bunlarla da yetinmeyip, kıyafet değiştirerek halkın arasına karışır, kentte olup biteni kendi gözüyle de görür. Görmese de, laf uçurmakta yetenekli telekulakları (!) haberi ona iletmekte gecikmezler. Bugünkü yazımda pazar geleneğine ben de uyacağım. Bir gün, marifetleriyle görende şaşkınlık yaratan bir adam gelir Bağdat’a. Marifeti, kırk adım uzakta duvara sapladığı çuvaldızın gözünden kırk iğneyi bir bir geçirmektir. Adamı Harun Reşit’in huzuruna çıkarırlar. Hükümdar, yanında vezirleri, gösteri yerine gider. Olayı izleyip göstericiye aferin dedikten sonra kararını bildirir: “Bu adama kırk altın verin, sırtına da kırk değnek vurun!” Bu karar karşısında herkes donup kalmıştır. Başvezir öne çıkarak “Hükümdarım, çok merak ediyoruz; kırk altın tamam da bu kırk değnek cezası niye?..” diye sorar. Harun Reşit duraksamadan, “Kırk altın, kimsenin üstesinden gelemeyeceği becerisinden dolayı; kırk değnek de, yeteneğini insana ve topluma bir yarar sağlamayan bir işe harcadığından...” der. İnsanı hayvandan ayıran, düşünebilme, gülebilme, oyun oynayabilme; en önemlisi de araç yapabilme yeteneğidir. İnsan, bu gücüyle gelişip, dünyayı kendine göre biçimlemiştir. Ne var ki, özellikle çağımızda, araç yapmakta gösterdiği yeteneği, onu kullanmakta gösteremiyor. Öyle ki, her an bir yıkıma sürüklendiğinin farkında olmayacak kadar duyarsız; felaket çanları çalarken, kulağına kurşun akıtılmışçasına sağır! Oysa, artık iyice belli ki, dünyanın dengesi, insanın, yaptığı aracı bilinçli kullanmasına bağlı. Yumruk kadar bir atom kütlesiyle, koca bir kasabanın yerle bir edilebileceği gibi, aynı kasabanın ışık sorunun da çözülebileceği bilinmelidir. Giyim uygarlığının kaçınılmaz aracı olan iğne, ikiüç gramlık bir metal parçasıdır. Batırılırsa, gözü kör eder, yerinde kullanılırsa, dokuyu saran habis hücreleri yerinden söker... Metalle bomba yapmak varken, para delisi büyük çıkar şebekeleri bunu görmek bile istemiyorlar! Televizyon ile bilgisayar 20. yüzyılın iki önemli buluşudur. Gel gör ki, birinin aldatıcı reklamların, birinin çöplük malı bilgilerin aracı olduğu kimsenin umurunda değil! G binyazar@gmail.com P Postal kokusu özleyen kadınlar (!) Enver Aysever K uzguncuk’ta denize sıfır bir meyhanede İstanbul’a, dostluğa, aşka, özgürlüğe kadeh kaldırıyorduk kadınlı, erkekli tüm içkiciler. Masalardan taşan kahkahalar, mırıldanılan şarkılar gün batımına eşlik ediyordu. Hafif esrikleşmiş bir kadın, sevgilisinin koluna girmiş, biraz hüzünlü bir şarkı mırıldanıyordu. Gençten bir başka kadın yaşam dolu bakışlarla süzüyordu karşısındakini... Orta yaşlı bir çift evlilik yıldönümlerini kutluyordu; masalardan gelen tebrikler, şakalaşmalar eşliğinde... Birbirimizi tanımıyorduk... Bu kentte, bu ülkede yaşama talihine sahiptik ama... Postal kokusu özleyen kadınlarla aynı havayı solumak canımı sıkıyordu (!) Tanıdığım ilk postal sevdalısı kadın anneannemdi. Osmanlı’nın son dönemlerinde dünyaya gelmiş, gençliğini Ermeni, Yahudi dostlarla geçirmiş; İstanbul işgali sırasında, o çok sevdiği dostlarının şaşırtıcı ‘Yaşa Venizelos’ çığlıklarıyla yaşadığı coğrafyaya yabancılaşmış bir kadındı. Tek kanallı yıllarda, televizyon İstiklal Marşı’yla kapanırken; ‘Şimdi kimsenin aklına Fatiha okumak gelmez şu adama’ der, Mustafa Kemal için dua ederdi. Hem Allah’ı vardı, hem peygamberi, hem de Mustafa Kemal’i... Kemalist miydi? Sanmam! Siyasal İslamcı mıydı? Sanmam! Ilımlı bir İslam arayışında ya da büyük bir Ortadoğu özleminde miydi? Sanmam! Ama Erbakan’ın yüzünü görünce ekranda söylenir, canı sıkılırdı! Yobazlardan korkardı! Ülkenin rejiminin tehlike altında olduğunu sezerdi! Kadayıfın altının kızarıp, kızarmayacağı konusunda bir fikri vardı elbet! Başını da bağlamazdı doğru dürüst... Dışarı çıkarken bir örtü sarıverirdi ama... Alışkanlıktan öte geçmezdi bu yaptığı... Postal kokusu özleyen bir kadındı anlayacağınız (!) İkinci postalcı annemdi. Hastalıklı çocukluk yıllarının ardından meslek lisesine girmeyi başarmıştı. 19 Mayıs’larda genç kızların keyifle katıldığı gösterilerde yer almıştı. Mini etek giymiş, kısa kollularla başı dik biçimde yürüyüşe katılmıştı. Emlak Bankası’na emek vermişti yıllar yılı. Mesai arkadaşlarıyla omuz omuza çalışmıştı. Biri diğerini cinsel bir varlık gibi algılamayı aklından bile geçirmemişti. Kadınlı, erkekli dostluklar yaşanmış; aileler kaynaşmış, yazgılar birleşmişti. Yazları kısacık tatillerde mayo da giymişti, bikini de! Ne kem gözler vardı Florya Plajı’nda ne de bu türden kaygılar... Özel günlerde iki kadeh içkiyle eşlik etmişti eşine! Mustafa Kemal’i sever, cumhuriyet kadını olmakla övünürdü hep... Bu ülke ona ne doğru dürüst bir gelir; ne ev, ne araba, ne de lüks bir yaşam sunmuştu! Ama bir gerekçeyle yurtdışına çıktığında, yabancıların hayret dolu bakışlarını görmüş, şaşkın sorularını işitmişti. Bir İslam ülkesi sanıyorlardı Türkiye’yi ve onlar için kapalı, tutsak kadınlar ülkesiydi burası... Özgür bir kadın, şaşırtmıştı Avrupalı ahaliyi... Ama şimdi korkuyordu annem... Özgürlüğün yitmesinden endişeliydi... Anlayacağınız acil postal kokusuna gereksinimi vardı (!) İlkokul öğretmenim de bir postalseverdi! Hayranlık duyduğum bu hanım; bize özgür düşünmekten, kitaplardan, bilimden söz ederdi. Katı, disiplinli bir yanı vardı. Anladık ki, bunun adı çalışkanlıkmış! Cumhuriyetin öğretmen okulundan yetişmişti. Hurafelerle uğraşmaya zamanı yoktu. Çok çalışmak gerekliydi, doğru, dürüst, aydınlanmış çocuklar yetiştirme telaşındaydı. Yıllar sonra karşılaştığımda, ömrünü adadığı okuluna imam kılıklı bir müdür atanmasından dertliydi. İstifasını vermişti sonunda. Artık o okul onun değildi. Bahçesine elleriyle diktiği ağaçların bile boynu bükük kalmıştı. Avuçlarının arasından kayıp giden cumhuriyet okulunun ardından iki damla gözyaşı dökmemek için zor tutuyordu kendini... Endişeliydi... Kendi için, kızı için, öğrencileri için... Belli ki postal kokusu özlemi çekmekteydi (!) Şöyle baktım oturduğum masaya... Kız kardeşim de postal kokusu için çıldırıyor, eşim de! İkisi de üniversite bitirmiş, şimdi çalışıyor, üretiyorlar. Klasik müzik dinliyorlar, edebiyattan hoşlanıyorlar, evlerinde kütüphaneleri var, çocuklarını iyi yetiştirmek istiyorlar... İkisi de eşlerine boyun eğmiyor... Gazete okuyorlar, yabancı dil biliyorlar, dünyayla iletişimleri var! Küresel şirketlerin şımarık yöneticileriyle boğuşuyorlar, asla diz çökmüyorlar... Tek kusurları postalsız yapamıyorlar (!) Tüm bu kadınlar, tatsız tuzsuz Kemalist rejimin ürünü! Demokrat olmayı beceremiyorlar, çünkü başları açık... AKP’ye oy vermiyorlar; şeyhlere, şıhlara kanmıyorlar... Ekranlardan, köşelerinden onlara saldıran yazarlara direnebiliyorlar... Allah’ın günü darbeci oldukları suçlamasına karşın; özgür, eşitlikçi bir dünya düşlemeye devam ediyorlar... Yok canım, postalcı bunlar! G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle