02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 22 HAZİRAN 2008 / SAYI 1161 Kaybedenlerin yönetmeni Sıradanmış gibi görünen hayatların, aslında öyle olmadığını görmek için iyi bir anlatıcıya ihtiyaç vardır. Ventura Pons da bunu beyaz perdede en başaranlardan. Son filmi “Barcelona” ile köklerine saygı duruşunda bulunan Katalan yönetmen, geçen hafta İstanbul’daydı. Sinemadan önce tiyatro yönetmeliği yapmışsınız. Film senaryoları yazıyordum ve tiyatroya girmem tamamen şans eseriydi. Yine de uzun süre çalıştım. Ancak kafamda hep sinema vardı. Sonra bir an geldi ve durup kendime “hayatına ne yapıyorsun böyle” diye sordum. Sinemaya yöneldim ama başlarda biraz zordu. Daha sonra kendi şirketimi kurdum ve o günden beri çok sıkı çalışıyorum. Kendi filmlerinizi yapmak, ekonomik açıdan sizi zorluyor mu? Hem finansal hem de artistik sorunlarla bir arada mücadele etmeyi nasıl başarıyorsunuz? Hayatta hiçbir şey kolay değildir. İstediğiniz şeyler için mücadele etmek güzeldir. Sinema belki bir sanat dalı ama aynı zamanda büyük bir endüstri. Özellikle Avrupa’da televizyonlardan ve diğer yatırımcılardan destek bulmak gün geçtikçe zorlaşıyor. Ancak bu işe ilk başladığım zaman ne televizyon ne de başka bir şeyin desteği söz konusu değildi. İlk olarak bir belgesel üzerinde çalıştım ve çekimleri beş günde bitti. Neredeyse hiç param yoktu, benim için bir alıştırma gibiydi. Ancak Cannes Film Festivali’ne seçildi. Bu yüzden her zaman fikir paradan önce gelir diyebiliyorum. Sizden bahsedilirken “en iyi Katalan yönetmen” ya da “İspanyol yönetmen” gibi vurgular yapılıyor. Bu tip üst kimlikleri ne kadar umursuyorsunuz? Hiç umursamıyorum. Filmlerimi Katalanca çekiyorum ve insanlar “Oh Katalanya küçük bir ülke değil mi” diyor. Hayır Katalanca, Avrupa’da en çok konuşulan dokuzuncu dil. Katalanlar da ülkesi olmayan en büyük toplum. Katalanca kullanıyorum çünkü Katalanım. İtalyanlar da İtalyanca kullanır. Politik olarak bu önemli bir şey ama benim için değil. Benim için önemli olan kültürel anlamda köklerime ait olan bir şeyler ortaya çıkarmak. Gençliğinizde Katalan toplumu üzerinde çok büyük baskı vardı. Bu durum hikâyelerinize yansıdı mı? Ben 1945’de doğdum, özerkliğimiz 1976’da kabul edildi. Hayatımın ilk 31 yılını diktatörlük altında yaşadım. Tabii ki birtakım farklar yaratıyor. Özgürlük için savaşmak zorundaydık. Hollywood’daki yapımlarda yer almamak konusunda kararlı mısınız? Evet. Bana üç filmimi yeniden çekmemi ve onlara satmamı teklif ettiler. Hiç olumlu yanıt vermedim. Benim jenerasyonum, sinemada gülmeyi Hollywood filmleriyle öğrendi. Çünkü 60’lar ve 70’lerde mükemmel filmler yaptılar. Ancak o günlerden beri yaptıkları işe yaramaz ve sırf kafa dağıtmaya yönelik. Birkaç defa Los Angeles Film Festivali’nde bulundum. Orada bulunanlar dünya üzerinde belki de filmlerle en az ilgilenen kitleydi. Avrupa’da kendimi son derece rahat hissediyorum. G Deniz Ülkütekin lüm ve yaşam hakkında yazmak, çizmek hatta konuşmak bile herkesin harcı değil. Kullanılan her kelime ince bir süzgeçten geçirilip, bu ucu çok keskin çizgide dolanmak için özenle seçiliyor. Oysa Katalan yönetmen Ventura Pons için bir tür mahremiyet arz eden konuları filmlerine taşımak hiç de zor değil. Çünkü kendine has anlatımı, hayatın içinden çıkan karakterleriyle birleştiğinde zaten ortaya sabun köpüğünden bir hikâye çıkmasını kimse beklemiyor. Anita Treni Kaçırmadı ve Ölmek ya da Ölmemek gibi filmlerin yönetmeni Pons, geçen hafta, bir söyleşi vermek için İstanbul’daydı. Kendisiyle söyleşi yapma fırsatı bulduğumuzda, filmlerinde yer verdiği bir başka önemli nokta, İspanya’da Franco öncesi ve sonrasında yaşanan değişim hakkında da konuştuk. İstanbul’da bulunmaktan memnun musunuz? İstanbul, harika bir kent. Buraya ilk gelişim değil. Birkaç yıl önce İstanbul Film Festivali’ndeki filmlerimin gösterimi için de gelmiştim. Ancak her gelişimde yeni bir şeyler keşfettiğimi söyleyebilirim. Ö Filmlerdeki karakterleriniz tipik kahramanlar değil. Daha çok kaybedenler. Yarattığınız bütün karakterlerin etrafında bir kaybetme hikâyesi olmasına dikkat ediyor musunuz? Hayır ama kazananlardansa kaybedenleri tercih ederim. Sokakta gördüğümüz insanların ya da yıllardır tanıdığım birilerinin hikâyesini anlatmak, kazananların hikâyesinden çok daha ilgi çekici. Bu da akıllara filmlerimde ne anlattığım sorusunu getiriyor. Filmlerim aşk, arkadaşlık ve ölümle alakalı. Hikâyeler değişiyor ama bu konulara hep bağlı kalıyorum. Gülmek, ağlamak, birini kucaklamak ya da kucaklamamak... Bizler, diğer insanlarla iletişimimizle var oluyoruz. Arkadaşlık hakkında konuşuyorum. Batı dünyasında yaratılan geleneklerden uzak yeni aile modeli de büyük ölçüde arkadaşlığa dayanıyor. Bizim kültürümüzde insanlar böyle şeyler hakkında pek konuşmuyor. Neden bu konuları işlediğimi bilmiyorum, sanırım bir psikoloğa gitmeliyim. Eskiden bir psikologla evliydim, ancak evliliğimiz süresince hiç “niye böyle filmler yapıyorum” diye sormadım. Şimdi kendisiyle çok iyi arkadaşız. Belki sırf hayatı böyle gördüğünüz için. Tabii ki. Bir filmi yaparken, birçok unsuru bir araya getiriyoruz. Bu noktada yalnız değiliz ve doğal olarak filmlerde de yaşadığımız toplumu yansıtıyoruz. Fotoğraf: Hıdır Durman Rio’nun sekizinci harikası Deniz Ülkütekin F İsa heykeli Rio’nun fakir halkını kucaklıyor... ernando Meirelles ve Katia Lund’un 2002 yapımı filmi City of God (Tanrı Kent), dünya çapında önemli başarı kazanmıştı. Bu doğal olarak beklenmedik diye nitelendirilebilecek bir başarıydı. Çünkü film, Rio de Janeiro’nun yoksul gecekondu mahalleleri favelalardaki yaşamdan bir kesit sunuyordu. Dolayısıyla yerel bir hikâyenin beyaz perdeye aktarılmasıydı. Konumuz, filmin bu hikâyeyi anlatmakta gösterdiği başarı değil. Ancak hızla favelanın uyuşturucu imparatoru haline gelen Li’ı Ze, Tanrı Kent’te barışın sürmesini tek başına sağlayan Barney, o ölünce Li’l Ze ile arasında savaş başlayan Ned ve tüm hikâyeyi göçünden seyrettiğimiz, kendini bu bataklığın içinden kurtarmaya çalışan Roket’in gerçek yaşamdaki ilham kaynakları, yıllardır Tanrı Kent’teler. Private Tours isimli bir turizm şirketi de Rio’yu ziyaret edecek turistlere, Tanrı Kenti ve ve diğer gecekondu mahallerelerini gezdiriyor. Uzun süredir devam eden bu hizmet, aynı zamanda turistlere uyuşturucu satıcılarıyla tanışma fırsatı da sağlıyor. Yaklaşık bir milyon yoksul insanın hayatını sürdürdüğü favelalarda yaşam koşulları son derece zorlu. Sırf imkânsızlıklar Sahildeki yüksek apartmanların arasından görülen Rio’nun gecekondu mahalleleri yani favelalar... değil kanunların deniz seviyesinden çok fazla yukarı çıkamaması da bunda rol oynuyor. Tanrı Kent gibi mahallelerde örgütlenen silahlı çetelerse uyuşturucu trafiğini kontrol etmek için sık sık birbirleriyle çatışmaya giriyorlar. Sao Paulo gazetesi Folha’nın bir muhabiri favelalara yapılan turlardan birine katılmış. Latin Amerika’daki en büyük gecekondu mahallesi olarak bilinen Rocinha’ya yapılan bu gezide dokuz yılını hapiste geçiren silahlı bir çete üyesiyle tanışma fırsatı bulmuş ve kendisinin hapisane anılarını dinlemiş. Çete üyesi görüşme sırasında, polisin olduğu kadar diğer çetelerin de kendilerini fazlasıyla tedirgin ettiğini belirtmiş. Aynı silahlı çeteden bir başka üyeyse çalışma şartlarını detaylı bir şekilde anlatmakta bir sakınca görmemiş. Kendisi günde on iki saat çalışarak doksan Avro haftalık kazanıyormuş. Yüzleri gözükmediği sürece, çete üyeleri için silahlarıyla fotoğraflarının çekilmesi de bir problem değil. Dört çekerli araçların, turistleri lüks otellerin önünden toplayıp favelalara götürmesi, Riolular için yeni bir görüntü değil. Uçsuz bucaksız Cobacabana sahilinden sıkılanlar için kent içindeki yaşamı görmek son derece iyi bir alternatif. Ancak Rio Turizm Şefi Rubem Medina, eğer hikâye doğruysa Folha’nın haberine konu olan turizm şirketinin lisansının kaybedeceğini söylüyor ve ekliyor: “Böyle bir turu düzenlemek çok gereksiz. Rio’da gezilebilecek çok daha güzel yerler var”. Kent polisini ilgilendiren konuysa turstlerin hayatının riske atılıp atılmadığı. Ancak şirketin sahibi Pedro Novak bu turları sadece kendilerinin düzenlemediğinin altını çiziyor. Sonraki sözleri de hiç uzlaşmaya yönelik değil. “Favelalarda silahlı çeteleri varlığı yetkililerin suçu. Bizi yargılamadan önce kendi pisliklerini temizlesinler.” G İstanbul’un çevresini saran gecekondu mahalleleri birçok insan tarafından gidilmesi riskli yerler olarak biliniyor. Bu mahallelere tur düzenleyen bir turizm şirketi, uçuk bir fikir gibi görülebilir. Ancak İstanbul’a benzer bir kent yapısı olan Rio de Janeiro’da turizm şirketleri yıllardır plajlardan sıkılan ziyaretçilerini kentin arka sokaklarına götürüyor ve silahlı çete üyeleriyle tanıştırıyor. Ölmek ya da Ölmemek Barcelona C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle