02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 20 NİSAN 2008 / SAYI 1152 Cheney’yi “Gandhi gibi gösterecek” başkan adayı Zülal Kalkandelen O da kim? Kim o derece şahin olabilir ki, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney onun yanında Gandhi gibi kalsın! Amerikalı politikacı/yazar Pat Buchanan’a göre o kişi, Cumhuriyetçi Parti’den başkan adaylığını garantileyen John McCain. Buchanan, geçmişte Nixon, Ford, Reagan gibi başkanlara danışmanlık yapan çok tanınmış bir isim. Muhafazakâr kesimin önde gelenlerinden birisi böyle diyorsa, gerisini siz düşünün... *** George W. Bush’un Beyaz Saray’daki koltuğundan ayrılmasına az kaldı. Başkanlık seçimleri bu yıl 4 Kasım’da. Ama prosedüre göre, yeni başkan ve başkan yardımcısı, göreve 20 Ocak 2009 tarihinde yemin ederek başlayacak. O zamana kadar da milyonlarca insan, dört gözle Bush’un gidişini kutlamayı bekleyecek. Son aylarda Bush, her ne kadar şehit askerlerin arkasından ağlasa da, etrafa gülücük dağıtmaya çalışıp her gittiği yerde dans etse de, hiç kuşkusuz en sevilmeyen politikacılar arasında ilk sıralarda. O listede Bush’un hemen yanında yer alanlardan birisi de Cheney. Kapalı kapılar ardında Amerika’yı asıl yönetenin o olduğunu herkes biliyor artık. Fakat Cheney’in sevilmemekle ilgili bir sorunu yok, bu nedenle de Bush gibi umutsuzca şirin gözükmeye çalışmıyor. Hatta geçenlerde Türkiye’ye yaptığı ziyarette, kendisine bu konuda soru yönelten bir Amerikalı gazeteciye, “Eğer sevilmek isteseydim, televizyon muhabiri olurdum” şeklinde bir yanıt vermiş. Yani hem kendi halkı hem de dünyadaki diğer halklar tarafından sevilmediğini, hatta nefret edildiğini biliyor ve bu hiç umurunda değil… Böyle bir adamı Gandhi gibi gösterecek McCain’in başkan olması durumunda neler olur? İnsan düşününce bile ürperiyor. *** İşin ilginç tarafı, Amerikalı seçmenlerin çoğunluğu, John McCain hakkındaki gerçeklerin farkında değil. Amerikan medyasında çizilen McCain portresi, büyük ölçüde Cumhuriyetçi adayın savaş gazisi, deneyimli senatör ve güvenilir politikacı imajlarına dayanıyor. Öyleyse biz pek öne çıkarılmayanları sıralayalım: McCain, özellikle Irak, Rusya ve Çin konusunda, BushCheney politikalarına göre çok daha sertlik yanlısı. Irak’tan çekilmek gibi bir planı yok, bölgede kalmaktan yana. Bush’un “Ülkesine derinden bağlı bir lider” diye tanımladığı Putin’in gözlerine baktığında, sadece KGB harflerini gördüğünü söylüyor. Çin’in dünya liderliğine soyunmasından rahatsız. Bu ülkeyi, Amerika’nın çıkarlarına baş tehdit yaratacak bir güç olarak görüyor. Bush yönetiminin uyguladığı önleyici savaş (preemptive war) stratejisini şiddetle savunuyor. Öyle ki, İran’a saldırı konusu sorulduğunda, The Beach Boys grubunun ünlü şarkısı “Barbara Ann”i ses benzerliğini kullanarak “Bomb Iran” şeklinde söylüyor. McCain, son dönemde özellikle aşırı dinci sağ kesimle yakın temas içinde. Amerika’nın var oluş amacının İslam dinini yok etmek olduğuna inanan rahip Rod Parsley’i ruhani lideri olarak tanımlıyor. İşkenceye karşı olduğu izlenimini vermeye çalışıyor, ama bir yandan da CIA’nın uyguladığı basınçlı su ile sorgulama (waterboarding) olarak bilinen işkence tekniğinin yasaklanması için verilen yasa önerisine karşı oy kullanıyor. Ev için aldıkları banka kredilerini ödeyemez hale gelenlere ikinci bir iş bulup tatilden vazgeçmelerini öneriyor. Ardından kendisine ve eşine ait en az sekiz ev olduğu ortaya çıkıyor. Çok sayıda lobi grubundan kampanyasına büyük miktarlarda yardım kabul eden McCain, izlediği siyaseti “sağduyulu muhafazakârlık” olarak tanımlıyor. Sağduyu bunun neresinde? G [email protected] “Dördüncü kez okuyun!..” Adnan Binyazar illiam Faulkner 1949 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alınca, dünyanın önemli kentlerinin üniversitelerine çağrıldı. Bu kentler arasında Tokyo da vardı. Bir üniversite öğrencisi iki soru yöneltir Faulkner’a: “Sizin romanlarınızı üç kez okudum, bir şey anlamadım.” Faulkner: “Dördüncü kez okuyun!” İlk duyuşta, öğrencinin kavrayışsızlığına yönelik ironili bir yanıt sayılabilir bu. Kuşkusuz, bu yolda bir yorum Faulkner’ın yazarlık doğasına aykırı düşer. Bana kalırsa Faulkner ironi yapmıyor, okumaya ilişkin önemli bir uyarıda bulunuyor. Ya da, Faulkner’ın şöyle yanıtlar verdiğini varsayalım... Bir, “Ben, yazdıklarımın anlaşılmaz olduğu kanısında değilim; romanlarımı üç kez okuyup anlayamamış olmanızı nasıl okuduğunuzda aramalısınız...” İki, “İyi yazılmış eserler ilk okuyuşta kolayca kavranamaz.” Varsayımsal birinci yanıtında olduğu gibi, Faulkner’ın uzunca şeyler söyleyeceğini sanmıyorum. Ancak, öyle dediğini de varsaysak, kitaba ilişkin önemli bir gerçeği vurguladığı açık. Her insana karşı aynı yakınlık duyulmaz. Kitaba yönelmede de böyledir bu. İşlenen konu her okuyanın ilgisini çekmeyeceği gibi, yaratılan söylem de onu sarmalamayabilir. Ancak bunların hiçbiri, okuru haklı çıkarmaz. Başta zorluk yaratan iyi kitapların, her okunuşta yeni dünyalar açtığını deneyimlerimden biliyorum. On altı yaşlarımda Köy Enstitüsüne girince kendimi Romeo ve Juliet, Hamlet, Don Quijote gibi eserlerin arasında buldum. O günden bugüne, o kitaplar elimden düşmedi. Büyük yapıtlar sır dağıdır; uzaktan bakışta yalnızca William Faulkner. kütle görülür; yaklaştıkça esintiler okşar, su şırıltıları duyulur, kulaklarda nice dağ kuşunun çığırışı yankılanır... Kitapta da önce olay ilgiyi çeker. Olayın içerdiği duygu yoğunlukları, düşünsel irdelemeler, özgünlükler, söylem gücü.. kitabın derinliklerine inildikçe fark edilir. Bu boyutlarıyla ömür boyu kavranamayan kitaplar vardır. Bu tür kitaplar insanın önüne yeni dünyalar serer, okuyanı hayatın keşfine çıkarır. Gerçek yazar, görüneni aktarmaz, bilinenin bilinmezliğinde kahramanlar arar. Gerçekliği tartışılmaz bu kahramanlarda her okuyan kendinden izler bulur. John Steinback’in Fareler ve İnsanlar adlı romanındaki Lennie’yi getirelim gözümüzün önüne. Gövdesiyle, başıyla, eli ayağıyla bir dev! Beyni civcivinki kadar... Akıl eksikliği, gövdeye yüktür. Arkadaşı George bu yükü hafifletmeye kalksa da, sonunda onun var olmaktansa yok olması gerektiğine inanır. Yaşlı Adam ve Deniz (Hemingway), Yabancı (Albert Camus), Fareler ve İnsanlar ilkgençlik yıllarımın romanlarıdır. Okuma dünyamda, Don Quijote’yu beynimin gerdanlığı saydım; nereye gidersem yanımda götürdüm onu. “Gücümü güçsüzlüğümden alıyorum” sözünün İspanya ovalarının o yaratıcı şövalyesinin ağzından çıktığını belki onuncu okuyuşumda fark ettim. Gerçeklik bilincini böylesine derinlikli yansıtan başka bir söz var mıdır acaba?.. W Mezarlık kredisi için sayılı günler Enver Aysever stanbul’da mezarlık sayısı giderek azaldığı için belediye, kimsesiz, yoksul ölüleri ücretsiz bir hizmet sunarak başka kentlere gönderiyor, orada gömüyormuş. Bu haber ilk okuyuşta bir sosyal sorumluluk, bir kamu görevinin yerine getirilmesi gibi algılanabilir. Ancak haberin tamamı okunduğun da anlaşılıyor ki, eğer ısrarla İstanbul’da gömülmek istiyorsanız yedi buçuk milyara varan bir parayı ödemeniz halinde, kendi topraklarınızda ebedi uykunuza yatabilme olanağınız hâlâ var! Milliyetçilik/Ulusçuluk tartışmalarının kıyasıya sürdüğü bu süreçte kendi kentinde, bildiğin, tanıdığın topraklarda, suyunu içtiğin, havasını soluduğun, iyi kötü insanlarıyla tanış olduğun bu yerde kalabilme hakkının elinden alınıp gitmesi, kişiyi derinden yaralamalıdır... Küreselleşme öğretisinin salt bu dünyayı ele geçirmediği, öte dünyada da ırzımıza geçmekte olduğu somut biçimde ortaya çıkmıştır. Müslüman belediye başkanının, sizi kendi toprağınızda, güzel sesli bir imamın sesiyle gömme hizmeti sunamaması manidar değil mi? Eşitlik dini İslam’ın, belediye başkanı eliyle sizi eşitsiz bir uygulamaya mahkum ediyor gibi durmasının vebalini, bu başkan hangi sıfatla taşıyacaktır? Yeni bir din yorumuyla bu işten yırtmak olası mıdır? Ben kendi kentimde gömülmek istiyorum. Ömrümce bir başka kentte yaşamak istemedim. Bu türden bir düş, tasarım peşinde koşmadım. Okul yıllarında, yurtdışına çıkma olanağı geldiğinde kendimi yerden yere atarak, İstanbul’da kalmak istedim. ÖSYM sınavlarına direndim, başarısız olarak anılmayı, işsiz kalmayı, kariyer yoksunu bir adam olarak yaşam sürmeyi göze aldım da; yine de bu kenti terk etmedim. Peki şimdi neden bu koca kent benim ölüme yer bulamayacak hale geldi? Neden taksitli ömrümde, ödediğim bunca borcun yanına, bir de mezarlık kredisi eklemeliyim? Kaldı ki, ben mülkiyet kavramına karşı biri olarak, bu denli uzak vadeli yatırımların hesabını da bilmem. İ Ayrıca Allah geçinden versin, çoluğum çocuğum var, yine de eğer erken bir ölüm olursa benimki ve henüz taksitimi tamamlamadan göç edersem, bu girişimimden ötürü beni kentime gömecekler mi, yoksa ‘kusura bakma, henüz ödemelerin tamamlanmadı, tamamlanana dek seni uzak diyarlara bir gömelim, çoluğun çocuğun, eşin ya da hayırsever biri çıkar da borcunu öderse, çürümüş kemiklerini alır getirir, buralara gömeriz’ mi derler? Gerçi krediniz olasılıkla yaşam sigortası yaptırılarak kullandırılıyor. Yani banka, sizin borcu ödemeden ölmeniz durumunu da hesaba katarak, hakkın rahmetine kavuştuğunuz zaman zor durumda kalmamanız için bir sigorta şirketinden kalan borcu tahsil ediyor. Siz de mahşer de, sırat köprüsünden bu gerilimi yaşamadan geçiyorsunuz. Yapmanız gereken kredi kullanma bürokrasisi sırasında, bir de “yaşam sigortası” için borçlanmak. Şu hale bakın, mezarlık satın almak için kapitalist ve anlaşılan o ki ölümsüz sisteme ölmeyeceğinizi ya da efendi gibi öldükten sonra da borcunuzu ödeyeceğinizi garanti etmek zorundasınız. Hadi ben tüm bunları yaptım diyelim. Müslüman belediye başkanı deprem zamanı oturduğumuz evlerin yıkılmayacağını, geçtiğimiz viyadüklerin sağlam olduğunu, şimdilerde zırt pırt sorun çıkaran yeraltı tünelinin salt ruhsal sıkıntısı olanlar için değil, sağlıklı yurttaşlar için bile mezar olmayacağını garanti edebilecek mi? Yoksa başkanın elinde ‘İlahi takdir, elden ne gelir!’ türünde boktan bir açıklama metni mi olacak? Kaldı ki; diyelim depremde öldüm ve küresel ekonomiye eklemlenmiş bankacılık sistemi kanalıyla hâlâ yaşayan biri gibi muamele görüyorum ve borcumun arkasındayım; peki o banka, o sigorta şirketi, o belediye başkanı; ‘Ya bu herif diğerleri gibi değil, borcuna sadık, her türlü önlemi almış ve bu kentte adam gibi gömülmek istiyor’ diyerek, beni göçük altından çıkarıp, yıpranmış olan tipimi düzelterek, güzel bir törenle, o çok sevdiğim şehrimin topraklarına gömecekler mi? ‘Ben hiçbir millete, dine ait değilim. Ben İstanbul’um, İstanbulluyum’ dediğiniz zaman, hemen karşınızda birilerini bulacaksınız. ‘Vay seni gidi yeni küresel mahluk, sen de geldin demek bu oyuna ha! Devletleri kaldıralım, milletleri bitirelim, önce bireysel hayat ve ardından sömürü düzenine devam ha!’ diyecek ve siz, böyle düşünmediğinizi, aslında sadece bir yuva gereksiniminden, bir ana kucağından hareketle bu kenti sevdiğinizi, başka bir yerde kendinizi hayal edemediğinizi anlatmaya çalışacaksınız. Üstelik paskalya çöreğini çok sevdiğinizi, ezanların varlığıyla duygusal bir ilişkiniz olduğunu, Ermeni mezelerine bayıldığınızı, denizin kuru fasulyesi istavrite ihtiyacınız olduğunu anlatamadan damgayı çoktan yemiş olacaksınız. Buna karşın, hâlâ bu kentte sizin ölünüze bir yer olmayacak, birileri sizin geçmeye doyamadığınız, duvarlarına aşkla dokunduğunuz sokaklarınızı yıkıp, dökecek, eski konakları yok edecek ve artık sandalla açılmak şöyle dursun, kenarında çay içmenin bile olanaksız hale geldi Boğaz çalınmış olacak. Acaba benden zorla çalınmış İstanbul’da ölmek için bunca çabaya değer mi? Üstelik kızıma borç bırakarak ölürsem, öte yanda kabir azabı çekerim. Doğrusu sessizce gitmek belki... Ama olmuyor, olamıyor... Gönül İstanbul’da ölmek istiyor! G www.enveraysever.com (Öğrencinin Faulkner’a yönelttiği ikinci soru ile yazarın buna verdiği yanıt haftaya...) G [email protected] C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle