17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 Leyla Navaro: Farkındalık ilişkilerimizi iyileştirebilir 13 NİSAN 2008 / SAYI 1151 Sadun Aren’in miki örneği... Ataol Behramoğlu adun Aren’i ilk kez 1960 başlarında Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki bir açık oturumun katılımcıları arasında görmüştüm. Çiçeği burnunda bir üniversite öğrencisi olarak izlediğim açık oturumda bu genç profesör bende pek de fazla iz bırakmamıştı. Kahramanım, oturumun katılımcılarından Aziz Nesin’di. Onu da ilk görüşümdü. Her zamanki gibi Türkiye’nin durumunun konuşulduğu oturumda, Aziz Nesin’in sözlerine, “Türkiye’nin durumu efca; yani fecinin fecisi” diye başladığını daha öncelerde de yazdım. Henüz Türkiye İşçi Partisi üyesi olmadığıma göre, tarih tam olarak 1960 ya da en çok 1961 olmalı. (Türkiye İşçi Partisi Şubat 1961’de kurulmuş. Benim üyeliğim ise 1962’dedir.) Sadun Hoca ne zaman TİP üyesi oldu, bilmiyorum. Fakat partinin Kızılay Meydanı yakınlarında, Gazi Mustafa Kemal Paşa Bulvarı’ndaki il merkezinde onu çok sık görüyorduk. Daha doğrusu, il merkezinin lokaline gidiş nedenlerimizden biri de Sadun Hoca’nın biz partili gençlere verdiği dersleri izlemek, onunla söyleşme olanağı bulmaktı. Bu “olanak” sözcüğü, sözün gelişidir. Sadun Aren her zaman orada ve her zaman bizden biriydi. Yakışıklı, esmer yüzü; delikanlı duruşu, sıcak gülüşüyle. Pek sık ve belli ki büyük lezzet alarak içtiği sigaraların da etkisiyle, azıcık pürüzlü, fakat kendisine yakışan bas bariton sesiyle, sakince, bilgece, ama hiç sıkmadan, anlattıklarını anekdotlarla da süsleyerek konuşurdu. O artık bizim Sadun Hoca’mızdı ve onu biraz da hayranlık duyduğumuz bir film artistini izler gibi dinlerdik... İlişkilerimizin heykeltıraşı mıyız? Deniz Yavaşoğulları imi zaman yakın ilişkilerimizde durum öyle bir hal alır ki, iki taraf da suçu karşısındakine yükler. Sevgi devam etse de ilişkiyi devam ettirmek zorlaşır. Bu noktada ilişkiyi kurtaracak tek şey belki de özeleştiri yapabilmek ve kendini dışardan görebilmektir. Konuyla ilgili daha geniş bilgi, “İlişkilerimizin heykeltıraşı mıyız?” konulu seminerinde, ilişkiler içinde nasıl varolduğumuzu, yakın ilişkilerimizdeki sorunların ne kadarına katılıp nasıl bir rol oynadığımızla ilgili ip uçları veren Leyla Navaro’dan… İlişkide olduğumuz kişileri gerçekten biz mi yaratıyoruz, onları neye göre şekillendiriyoruz? Arkadaşlarımızı, eşlerimizi seçerken bazı bilinçaltı etmenler devreye giriyor. Mesela ailemizden gelen ilişki tarzlarını yaşadığımız ilişkiye taşıyabiliyoruz, bu istesek de istemesek de olabiliyor. Bir süre sonra bir bakıyoruz ki anne ve babamızın ilişkisinin aynısını yaşar hale gelmişiz. Kişi istemediği halde ilişkisini neden o hale getiriyor? Bu noktada çoğunlukla farkında olmadığımız, bilinçaltı tetiklemeleri devreye giriyor. Peki bu durum arkadaşlık ve aşk ilişkilerinde nasıl farklılıklar gösteriyor? Arkadaş ilişkilerinde daha farklı tabii, çünkü hepimizin farklı farklı yüzleri var ve her yüzümüz için farklı arkadaşımız olabilir. Örneğin, bir arkadaşımızla eğleniriz, bir diğer arkadaşımızla ciddi konular konuşuruz, kimisiyle sinemaya gideriz... Bu yüzden arkadaşlık seçimi daha kolay, ama eş seçiminde hepsini bir kişiden bekliyoruz ve bu seçimde de bilinçaltı etmenlerin rolü çok büyük. İlişkide olduğumuz insanları seçerken onlarda kafamızda yarattığımız kişiyi mi arıyoruz aslında? Evet, aynen öyle. Kafamızda istediğimiz kişiye en yakın olanı seçiyoruz, sonrasında ise onu kafamızda yarattığımız kişiyle aynı hale getirmeye çalışıyoruz. O, bu şekilde bir insan olmasa bile biz onu öyle görmeye çalışıyoruz. S K O zaman, onun belirli bir kesimine odaklanıyoruz ve kişide o noktalara dair gördüğümüz özellikleri pekiştiriyoruz. Kimi zaman onu başka zamanda, sosyal bir alanda gördüğümüzde ise değişik ve bizi şaşırtan yönlerini fark edebiliyoruz. Bazen o kişilere olumsuz özellikler de yükleyebiliyoruz, bunun sebebi nedir? Kendi içimizde bir çatışma yaşamamız zordur ve bunu karşı tarafa atmak her şeyi kolaylaştırır. Kadınlar kızgınlığı taşıyamazlar, bu yüzden karşı taraf ikisi için kızar. Kadınsa kendinde kızgınlık yok da sadece karşı tarafta varmış gibi algılar. Kendinde görmek istemediği şeyi karşı tarafa atar. Öteki bunu üstlenince ise ilişkide taraflar iki uç kişilik haline gelirler. Birisi sanki hep kızandır, diğeri ise kızdıran. Soğumanın sebebi, zamanla insanların ihtiyaçlarının değişmesiyle beraber, kafasında yarattığı kişinin de değişime uğraması mı? Tabii, o da bir neden. Karşı tarafa giydirdiğimiz kıyafeti artık kişinin taşıyamıyor olması da buna bir etken. Karşı tarafı özne olmaktan çıkarıp, nesne haline getiriyoruz. Mesela devamlı âşık olup birinin peşinden koşan ve elde edince duyguları biten insanlara çok rastlarız. Bunun sebebi de aynı. O, aslında kafasında yarattığı kişinin peşinden koşmuş ve onunla yakınlaştığında ise aradığını bulamadığını anlamıştır. Yakın ilişkilerimizi nasıl şekillendirdiğimizi görebilmek bize ne açıdan fayda sağlar, ilişkilerimizi daha iyi bir hale getirir mi? Tabii ki. İlk olarak bilinç kazandırır ve farkındalık sağlar. Bilinçaltının otomatik olarak nesiller arası getirmiş olduğu tarzlar ise terapiyle değiştirilebilir. Başkalarıyla ilişkilerini gözlemlediğimizde, karşımızdakinin farklı yönlerini görebileceğimizi dile getirdiniz. Bu noktada ona yüklediğimiz olumsuz özellikleri değiştirmemiz de mümkün mü? Kişinin kendinde beğenmediği bir özelliği görmesi ve onunla yüzleşmesi daha zordur. Diyelim ki cimrilik. Kendimizde cimriliği kabul etmemiz zor olduğu için, karşı tarafın cimriliğe yakın olan özelliklerini bulmaya çalışırız. Örneğin karşımızdaki “Burası çok pahalı başka bir yere gidelim” dediği anda, onu cimri ilan ederiz. Dolayısıyla o da önce kendini savunsa bile bir süre sonra cimrilik yapmaya yatkın olur. Burada da mağdurkurban, zalimtacizci ilişkisi ortaya çıkar. Eğer dikkat edersek değiştirebiliriz. Mesela kızgınlık aslında herkesin yaşadığı bir duygudur. Eğer kişi kendi kızgınlığına sahip çıkar ve bunu dile getirir hale gelirse karşısına atmasına gerek kalmaz. Bu sefer karşı taraftan da yük kalkmış olur. Üstelik kişi kendi kızgınlığına izin verince karşısındakinin kızgınlığını da tolere edebilir; “tabii kızılabilir, o kadar da dert değil” şeklinde düşünmeye başlayabilir... G MİZAH MAĞARA ADAMI / Tayyar Özkan Murat Sayın www.tayyarozkan.com [email protected] C M Y B C MY B 1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nin 15 milletvekilinden biri oldu. Fakat o sadece milletvekili değil, Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran’la birlikte, partinin beyin takımını oluşturan üç önderimizden biriydi. Ben 1966’da askerliğimi yedek subay olarak yapmak üzere partiden istifa ettim. İki yıl sonra Ankara’ya dönüşümde TİP artık bölünmüştü. Ben ve birçok arkadaşım BoranAren ikilisinin yanında yer aldık. Bu doğru bir seçim miydi, bilmiyorum. Sonraki yıllarda, o sırada eleştirdiğimiz Mehmet Ali Aybar’a haksızlık ettiğimizi, onu yeterince anlayıp değerlendiremediğimizi çokça düşündüm. Parti bölünmese ve AybarBoranAren önderliği sürmüş olsa, Türkiye solu bugün belki de bambaşka bir yerde olabilirdi... Sadun Aren’i sonraki yıllarda pek az gördüm. O hep Ankara’daydı. Ben 1974’te ülkeye dönüşümde İstanbul’a yerleştim. Derken 12 Eylül, yaşamlarımızın darmadağın oluşu ve bu günlere kadar da bu yaşamlarda hiçbir şeyin doğru dürüst yerli yerine oturmayışı... 1960’ların ilk yarısına kadar yaşadığımız beşaltı yıl ise “yitik bir cennet”mişçesine belleğimde (ve gönlümde) yerini koruyor... Sadun Aren’in o yıllarda parti lokalindeki derslerinden birinde Marksizmin “altyapıüstyapı” ilişkisinin “mekanik” bir ilişki olmadığını anlatırken verdiği “miki fare” örneğini hep anımsarım... Ekonomik “altyapı” değiştiği halde hukuksal vb. “üstyapı”nın hemen ortadan kalkmayışını, Walt Disney filmlerindeki miki farenin, üstünde yürüdüğü çatı sona erdiği halde bir süre boşlukta yürüyüp, ancak bunun farkına vardığında düşmeye başlamasıyla örneklemişti... Bu örneğin kuramsal değerinde kuşku yok. Fakat şimdi, pratikte pek de böyle olmadığını düşünüyorum... “Miki fare” sadece bizde değil birçok başka ülkede, boşluktaki yürümesini sürdürüyor ve boşlukta yürüdüğünün farkında olmasına karşın düşmeye niyeti yok gibi... Altyapı, üstyapı birbirine karışmış. Bütün değerler, bilimsel veriler altüst olmuş. Boşluktaki bu yürüyüşün sürdürülmesi için, tehdit, şantaj, yalan, ödün, kıyım, her şey “mubah”... Öyleyse belki de yapılması gereken, altında zemin kalmadığı halde boşluktaki yürümesini sürdüren bu yaratığı paçalarından tutup alaşağı etmek... Buna da sanırım “devrim” deniyor... Sadun Hoca’nın azıcık muzip gülümseyişini görür gibiyim... G [email protected] Rifat Mutlu
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle