22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 13 NİSAN 2008 / SAYI 1151 Korkuyoruz, çünkü korkutuluyoruz KORKU KAPİTALİZMİN EN İYİ DOSTU Prof. Dr. YÜKSEL AKKAYA (Gazi Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım BölümüHalkla İlişkiler ve Tanıtım Ana Bilim Dalı) Kapitalizmin toplumda yarattığı yeni korkular neler? Son çeyrek yüzyılda, kapitalizmin toplumda yarattığı en önemli iki “yeni” korku, geleceğin belirsizliği ve işsizliktir. Sosyal güvenlik, bu risklerin sonuçlarını ortadan kaldırarak ya da azaltarak yarınını az çok da olsa güvence altına alıyordu. Çalışanları korku ve kaygıdan uzak tutuyordu; böylelikle de insanların daha rasyonel, ihsana muhtaç, biat etmeye hazır kişiliklere savrulmasını önlüyordu. Kuşkusuz, bu tür insan her an hakları için başkaldırmaya hazır, yani kapitalizm için tehlikeli insandı. Öyleyse sistemin bu insanı yok etmesi gerekiyordu. Öyle de yapmaya başladılar. Sosyal güvenliği etkisiz kılmak ile korku, kaygı dolu insanı yaratmak aynı şey. Çünkü kapitalizm kendisine güvenen insana düşmandır ve Dieter Duhm’un “Kapitalizmde Korku” kitabında yazdığı gibi korkusuz yapamaz. Korku kültürü emek, üretim ilişkisinde nasıl bir zedelenmeye yol açıyor? Kapitalizmin emek tarihi, korku ve zora dayalıdır. Bu korku, verimliliğe ve üretkenliğe yansır. Örneğin kriz dönemlerinde korku kendisini çıplak olarak gösterir, bu dönemler emeğin en çok disiplin altına alındığı dönemlerdir. Zira emekçinin bir direnci kalmamıştır. İşsiz kalmak, gelirden yoksun kalmak korkusu onu boyun eğmeğe iter, koşulsuz kabule zorlar. Korkuyu güçlendiren cezanın uygulanış alanlarının artması. İsteklerin ve özgürlüklerin sınırlandırılması korkuyla eğitilen bir toplum yaratıyor. Sistem bunu nasıl kullanıyor? Kapitalizmin tarihi aynı zamanda ceza tarihidir de. Zindandan hapishaneye geçişin tarihi ile kapitalizmin tarihinin eşanlı oluşu bu nedenle şaşırtıcı olmasa gerek. Sömürü oranlarının arttırıldığı, sermaye birikiminin önündeki engellerin kaldırılmaya çalışıldığı dönemlerde suç kapsamlarının genişletilmesi, cezaların ağırlaştırılması, hapishane duvarlarının kalınlaştırılıp yükseltilmesi, koğuşların hücrelere dönüştürülmesi hiç de tesadüf değildir, korku ile doğrudan ilişkilidir. Amerika Birleşik Devletleri’nde cezaevlerinin beş yıldızlı oteller ile yarışırcasına çoğalması, her dört Amerikalıdan birinin mahkeme ile 190 Amerikalıdan birinin ise hapishane ile tanışması, tekstil sanayinin ana üretim merkezinin hapishaneler olması çok anlamlı olsa gerek. ABD’de 1980 yılında 6.900 milyar dolar olan “ceza sektörü” devlet harcamalarının, 1999 yılında 55.371.milyar dolara çıkması, özel sektörün de 2000 yılında 104 milyar dolar harcama yapması korkuya dayalı politikaların boyutunu da gösteriyor. Rekabet bir korku yaratıyor mu? Rekabet kapitalizmin temel özelliklerinden, korkunun da temel kaynaklarından birini oluşturur. Rekabet ilişkisinin olduğu yerde bir kazanan varsa bir de kaybeden vardır. Rekabette, kaybetme korkusu nedeniyle insan insana düşman olur. Birisinin başarı hırsı ve kazanma isteği bir başkasının kaybetmesini, yıkımını gerektirir. Zira, rekabet insanlar arasında kuşkunun, kıskançlığın, nefretin de kaynağını oluşturur; dayanışma duygusunu, paylaşma isteğini yok eder. Kapitalizmin temel sorunlarından biri de yabancılaşma. Korkuyla bu yabancılaşma arasında bağ kurulabilir mi? Yabancılaşma kapitalizmden önceki basit meta üretiminde de vardı, ancak kendisini yaşamsal bir sorun olarak kapitalizmde gösterdi. Ücretli emeğin yaygınlaşması ile birlikte yabancılaşma da yaygınlaştı. Artık kapitalist ücretli emeğe, ücretli emek de bir işe muhtaç. İşçi yaşamak istiyorsa, kendi emek gücünü satmak ve dolayısı ile kapitalistin egemenliği altına girmek, onun isteklerini yerine getirmek zorunda. Emek gücünü satamamak ise bir gelire yani varlığını sürdürecek olanaklara sahip olmamak anlamına geliyor ki, bu ölüm ile karşı karşıya gelmekten başka bir şey değil. Öyle olduğu için işsiz kalanların intihar eğilimleri arttı, mesela ve yabancılaşma ile ölüm teması giderek bir madalyonun iki yüzünü oluşturdu. Çalışmamak, aç kalmak, ölüm tehdidi ile karşı karşıya gelmek anlamına geliyor, işte kapitalizmin tarihi de bunu topluma içermek tarihidir. Bunun en iyi aracını ise iletişim araçları oluşturur. Günümüzde gazetelerin üçüncü sayfalarına yansıyan olaylar ile televizyon haberlerinin “reyting”ini arttıran olaylar dolaylı yoldan bu ölüm korkusunu her gün toplumun zihnine zerk ediyorlar. Kimi yükseklikten, kimi işsiz kalmaktan, kimi karanlıktan, kimi ise cinsel kimliğinin ortaya çıkmasından korkuyor... Herkesin kendince korkuları var. Bazı korkular çocukluktan veya aileden genetik miras olarak geliyor, bazıları ise toplumsal baskı ile oluşuyor. Ancak bazı korkular daha somut, çünkü bunları sistem tetikliyor. Kapitalizm korkuyu kullanıyor, medya ise kapitalizmle suç ortaklığı yapıp, topluma korkuyu aşılıyor… Ali Deniz Uslu / Deniz Yavaşoğulları GENETİK DE OLABİLİYOR... Prof. Dr. ŞAHİKA YÜKSEL (İstanbul Tıp Fakültesi, Psikiyatr) Korkularından dolayı problem yaşayan hastalarla ne sıklıkta karşılaşıyorsunuz? En çok kimlerde görülüyor? Kişilerin kendilerine zarar vermeyeceğini bildiği halde bir durum veya bir nesneden korkmasına fobi denir. Korkmanın ardından sıklıkla, korkulan durumdan kaçınma davranışı gelir. En yaygın ruhsal hastalıklar arasında yer alan fobiler kadınlarda iki kat daha fazla görülüyor. Ayrıca, en çok ergenlik döneminde ve 20’li yaşlarda başlıyor. Kadın ve erkeklerin korkuları birbirlerinden farklı mı? Kadınlarda sıklıkla karanlık, kapalı yer korkusu, bazı hayvanlardan korkmaya ve agorofobiye rastlanır. Kadınların destek ihtiyaçlarının ve korkularının olması cinsiyetlerine atfedilen özelliklere daha uygun. Örneğin korktuğu için yalnız sokağa çıkamayan, çarşıya, evinden uzağa gidemeyen bir kadın yadırganmaz. Hatta işleri çok aksamıyorsa buna korku ve hastalık adını vermez, dolayısıyla tedaviye de gelmez. Ancak tek başına sokağa çıkamayan, işine gidemeyen agorofobik bir erkek, erkeklik rolüne uymaz ve çok yadırganır. Bu nedenle durumu düzeltmek için uğraşır. Korkuyu tetikleyen unsurlar neler, korku ne zaman psikolojik bir soruna dönüşüyor? Fobiler genellikle hep aynı şiddette gitmez, iniş çıkışlı olur. Yaşamın başka alanlarında sorunlar olması, stres verici olayların araya girmesi fobilerin şiddetlenmesine neden olabilir. Özellikle çocuklarda, ayrılıklar korkuları tetikler. Okula başlarken evden, anneden ayrılma korkusu vb. gibi. Fobilerin temelinde farklı nedenler olabilir. Korkular öğrenilmiş davranışlardır, bazen ailedekilerin, özellikle annenin korkuları çocuklara bulaşabilir. Son çalışmalar genetik yüklülüğün de olabileceğini işaret etmektedir. Fiziksel veya cinsel saldırı yaşamak gibi travmatik yaşam olayları da korku ve kaçınma davranışlarına neden olabilir. Aynen trafik kazası geçirenlerin vasıtalardan veya yaya olarak trafikten korkması gibi. KORKU, KÜLTÜRÜNÜ BENİMSETİYOR... Yrd. Doç. Dr. ERKAN YAMAN (Sakarya Üniversitesi Eğitim FakültesiEğitim Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi) Doktora tezinizi, Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü’nde, “Eğitim Yönetimi ve Denetimi” adı altında, “bir eğitim yönetimi sorunu olarak öğretim üyelerine uygulanan informel (resmi olmayan) cezalar” üzerine yaptınız. Çalışmanızda Türkiye’nin en önemli sorununu aydınların henüz bu korku kültürünü tartışmaya dahi açamaması olarak gördüğünüzü dile getiriyorsunuz. Sizce bunun nedeni nedir ve neden bunun Türkiye’nin en büyük sorunu olduğunu düşünüyorsunuz? Bu tespit bizden çok daha önce Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu tarafından yapıldı. O, korku ve huzurun, iki farklı dünya görüşünü yansıttığını söylemişti. Ona göre, huzur gerçeğe saygı, kişisel bütünlük, hizmet ve sevgi gibi insan ilişkilerine yön verir. Korku ise, güçlünün güçsüzü korkuttuğu, ezdiği bir yaşam tarzını oluşturur. Bunun yanı sıra korku kültürü de bir dünya görüşü, yaşama bakış tarzı ve bir algılama zemini oluşturur. Bu algılama zemininin önemsediği faktör güçtür, insanın özünü, onurunu önemsemez. İşte ülkemizdeki insanlar bu kültürün içinde yoğruluyorlar, ama bu kültürün yaşamlarına yön verdiğinin bilincinde değiller. Aydınlarımız da, henüz korku ve değerler kültürünü tartışmaya başlamadı, oysaki Türk toplumunun en can alıcı sorunu gerçekten bu. Nitekim araştırmamızın bulgularında öğretim elemanlarının dahi, çalıştıkları fakülte ya da bölümlerde yöneticileri tarafından oluşturulan korku kültürü altında çalıştıklarını ve çok ciddi düzeyde sorunlarla karşılaştıklarını belirttik. Tezinizdeki, informel cezalara maruz kalan kişilerin yaşadıklarından örnekler verebilir misiniz? Örnekler çok çeşitli, kimisi kendisine verilen odayla, kimisi yaptığı işe müdahaleyle, kimisi de otoritenin onay tutkusuyla anlatıyor kendisine yaşatılan korkuyu. Yöneticiler tarafından oluşturulan bu korku kültürü de öğretim elemanlarını mutsuzluğa itiyor. Yalnız, bu korku ortamı birden oluşmuyor, sürece dayanan bir gelişme, yani geçmişten geliyor. Kurum, korku ve baskı anlayışını benimsemiş ve bu kültürde kavrulmuş. Olayın zemini bu. Ben yeni geldiğim zaman, süreçleri ve olayları anlamaya başladığımda eşitlerimden yardım istedim, yani “Burayı bana tanımlayın, iletişim süreçlerini anlatın” dedim. Fakat buna kimse yanaşmadı. İçlerinden en güvendiğim kıdemli bir arkadaşımın “Burada tuvalete giderken dahi izin alacaksın arkadaş, burası böyle!” dediğini hâlâ dün gibi hatırlıyorum. Bir akademisyen, bir bilim insanı tuvalete giderken dahi izin isteyecekti… Bu, korkunç bir manzaraydı… Bu korku öğretim üyelerine nasıl yansıyor, nasıl bir tahribat yaratıyor? İnformel cezaların öğretim elemanları üzerindeki en önemli fiziksel etkisi, kronik uyku bozukluğu. En önemli psikolojik etkileri ise, stres, mutsuzluk ve hüzün. Ayrıca kişide güvensizlik duygusu, motivasyon bozukluğu, işe gitmek istememe, kaygı, panik, saldırgan bir ruh hali, tepkisizlik/duyarsızlaşma gibi durumlar da ortaya çıkıyor. Kadın öğretim elemanları ise sık depresyona giriyor ve ağlama nöbetleri yaşıyorlar. Sonuç olarak baskılarla insanı ezen bir anlayışı benimseyen bir üniversite kültüründe yetişen kişinin bilim insanı olamayacağı sonucuna varıyoruz. Ayrıca bu psikolojik baskı/şiddet, kişilerin zaman kaybı, verimsizlik, örgüte uyum sorunları, takım ruhunu kaybetme, araştırma yapmada istek kaybı, ders verme isteğinde azalma ve akademik başarısızlık gibi sorunlar yaşamalarına da neden oluyor. GENÇLERİ YALNIZ BIRAKMAYIN... Prof. Dr. YANKI YAZGAN (Psikiyatr) Dört yaşına gelene kadarki hayatımıza hükmeden korkular, sonrakilerin “giyinmemişi” sayılabilirler. Tehlikenin kucağına atılmamak için elinden geleni yapanların bir kısmı, bildik ve emniyetli saydıklarından ayrılmamak için bir şeylere “takılmayı” dener. Mesela uyku vaktinde, uyumamak için direnen çocuklar, takıntılarını uygulamaya sokarlar. “Hiç yatmasam, n’olur sanki? Yatağımdan kalktığımda, yattığımdaki gibi bir dünyaya kalkabilecek miyim? Hayat bıraktığım yerden devam edecek mi?” Bu soruları açıkça soramayan bir çocuğun, sorusunun “doğru” cevabının ürkütücülüğünü hissettiğini, ama kelimelendiremediğini düşünüyorum. Çocuk açısından güvenliği tehdit eden her şey, anneden onu uzaklaştırabilecek her değişiklik bir takıntılanma sebebi sayılabilir. Felaketlerden kaçmanın en güvenli yolu da güvenli kucaklara sığınmaktır. Daha bebekken aldığımız “ders”ten yararlanmayı sürdürenlerimiz, kucaktan hiç inmemeyi veya kucağa hiç çıkmamayı seçenler olarak ikiye ayrılabilir. İki durumda da senaryo aynı aslında: Korkunun yönettiği bir hayatın öznesi olmak, kaderine pek elleşmeyen birisi olarak kalmak... Obsesifkompulsif çocukların hayatlarının başka dönemlerinde, o tutuk, takıntılı hallerinden kurtulduklarında, hiperaktifleşmeleri senaryonun öteki rolüne geçmek gibi: Çok kontrolden, hiç kontrole... Korku bize hayatta kalmamız için yol gösteren bir duygu. Tehlikelere işaret ederek, tehlikelerden de korur. Bazen bizim için neyin değerli, neyin değersiz olduğunu gösterir. Korku hayatın çok temel bir parçası... Türkiye toplumunun da çok temel bir duygusu korku: parçalanmaktan, bütünlüğümüzün bozulmasından, bir şeylerin eksilmesinden korkuyoruz. Bazen korkulacak şeylerden korkmayıp, korkulmayacak şeylerden korkuveriyoruz. Bu kafa karışıklığı, korkulacak durumlara yönelik şaşırtmacalarla kötüye de kullanılabilir. Duruma ergenlerin açısından bakarsak, ergenlik hayata hazır, ancak hazırlıksız olunan bir dönem. Bu kolayca “dolduruşa gelmeyi”, işler bekledikleri gibi gitmediğinde de, iyimserliklerini hızla kaybedip kolayca karamsarlığa kapılmalarını doğuruyor. Geleceğin ne kadar uzun sürebileceğini, ne tür olanaklarla dolu olduğunu görmeyi zorlaştırıyor. Birçok çocuk hızla büyümek isterken, bir kısmı da büyümeyi hiç istemiyor. Bu iki arzunun ortak noktası memnuniyetsizlik ve korku. Büyüklerin acizliği ise gencin ümitsizliğini derinleştiriyor. Türkiye’de milyonlarca genç bir başka kente okumaya geldiğinde, ailesinden ve büyüdüğü çevreden ilk kez ayrılıyor. Ayrılığın korkutuculuğunu, geri dönülmezliğini hisseden gencin görünürdeki hevesliliği bizi yanıltmasın. Bazen korkunun en iyi ilacı, atılganlık ya da neye atıldığınızı bilmeksizin, gözünüzü karartıp ilerlemek olabilir. 1625 yaş arasındaki gençlerin hemen hepsi yeni dönemin yükleri karşısında bir biçimde şaşkınlaşırlar. Yaklaşık yüzde 18’i depresyon tanısı konacak kadar çökkün, bıkkın, yorgun, gergindirler. Yüzde 10’u intiharı ciddi ciddi aklından geçirmiştir. Yüzde 1’i bu eyleme kalkışır, Ş.A. Tercüman (34) Yılı tam olarak hatırlamıyorum. Polis babamı götürdüğünde sanırım beş yaşındaydım. Bir arbede, karışıklık, onların sert bir şekilde kapıyı çalışları, annemin çığlıkları, panik ve birbirine umutsuzca bakan üç çift göz aklımda kaldı. 12 Eylül artık bana bunu ifade ediyordu. Eve gelen üniformalılar gözlerimde büyümüştü. Onlardan ciddi ciddi korkar olmuştum. Hani çocukların doktorlardan korkması gibi beni de üniformalar korkutuyordu. Polis ve jandarma kıyafetli adamların rüyalarımda beni kovaladığını görüyordum hep. Küçükken ağlıyordum, büyüyünce gözlerimi kaçırmaya alıştım. Yaşım ilerledikçe azalır sanıyordu herkes, azalmadı. Babam bile tüm çabasına rağmen o gece olanları bana unutturamadı. Psikologlara da gittim, psikiyatrlara da, çözüm olmadı. Hâlâ korkuyorum polis ve askerlerden. Uzun süre tüylerim diken diken oluyor, ürperiyorum, soğuk soğuk terliyorum. Elbette bu kişisel bir şey değil, onlarla derdim yok, anlatırken bile canım sıkılmıyor değil, ama hayat korkarak da geçmiyor. Geçenlerde arabamı polis çevirdi. Yalnızdım ve kaçmayı bile düşündüm, sonra “kaç yaşında kadınsın” dedim kendime. Gayet masum bir trafik çevirmesi bile bana işkence olmuştu, ama atlattım. Sanırım ömrümü yarılamadan epey mesafe kaydedeceğim derken darbe söylentilerinin ayyuka çıkması yeniden korkularımı tazeledi. Şimdiki belirsizlik de stresimi besliyor, kapım telaşlı ve sert çalınırsa diye tetikteyim. “KORKMUYORUM” DESEM DE... GÖZLERİMİ KAÇIRIYORUM T.A. Avukat (27) Fiziksel ve ruhsal olarak kadın mı erkek mi olduğumun çelişkisine düştüğümde, korkularım da başladı. Annemden, babamdan, öğretmenlerimden, en yakın dostlarımdan çekiniyordum. Aslında çekindiğim, yaşadığım cinsel dengesizlik ve hissettiklerim değil, “bana ne derler?” korkusuydu. Bunu aşmak için önce kendim kabullenmem gerekir diye düşünüyordum, kabullendim de, ama gerisini getirmek için gücüm hiç olmadı. Ne zaman cesaretimi toplayıp “evet, tamam, korkmuyorum” desem, gözlerimi kaçırıp, elimi koyacak yer bulamaz oluyorum. Artık hayatı bu korkuyla yaşamaya alıştım, kendime ait bir dünyam var. Orada şimdilik güvendeyim, ama ne zaman istediğim gibi yaşamanın derdine düşsem o korku sarıyor. Bu ayrımcılık, yıldırma ve “öteki” saldırganlığının yarattığı korku ile benim gibi pek çok kişiye stres, mutsuzluk ve umutsuzluk olarak dönüyor ve dönecek... Fotoğraf: KAAN SAĞANAK SPREYSİZ SOKAĞA ÇIKMAM... Ö.G. (Öğrenci) Tecavüze veya kapkaça uğramaktan korkuyorum. En yakın arkadaşımın evi Beyoğlu’nda. Bu korkum, onun evine daha sık gitmeye başladıkça arttı. Eskiden sadece oradayken korkuya kapılıyordum, şimdi ise güvenli bir semtte yer alan kendi evime dönerken bile rahatsız oluyorum. Bu yüzden, yasal olmadığı halde göz yaşartıcı sprey aldım. Eve geç saatlerde dönüyorsam göz yaşartıcı spreyimi elime alarak yürüyorum. Onun dışında da, ne olur ne olmaz diye spreyimi tüm gün üstümde bulunduruyorum. ONLARLA YAŞAMAYI ÖĞRENDİM CANDEĞER MURADOĞLU (24, öğrenci) Bir gece operadan çıkmış, eve dönmek için otobüse binmiştim, etraf çok karanlıktı. Köprüye girerken trafik sıkıştı, birden nefesim daraldı, ölecekmiş gibi oldum. Köprünün son çıkışında indim. O günden sonra iki yıl süresince hava kararmadan eve döndüm. Sanki bir yere yetişmem gerekiyormuş gibi çok defa arkadaşlarımın yanından kalkarak eve dönüyordum. Bu durum hâlâ tam olarak geçmiş değil, bazen karanlığa kaldığımda yine çok rahatsız oluyorum. Önceden de kapalı yerde kalamamak gibi, benzer korkularım vardı, sinemaya, tiyatroya gidemediğim zamanlar olurdu. Hiçbir neden yokken bu tarz yerlerden çıkma gereği duyuyordum. Korkularımın hepsini yendiğimi söyleyemem, ama artık onlarla yaşamayı öğreniyorum. YA BİRİKİMLERİMİ KAYBEDERSEM? ŞİRİN GÖÇER (28, Bankacı) 2001’deki ekonomik krizde bankacılık sektöründe insanlar işten çıkartıldı. O dönemde işsiz kalan birçok arkadaşım oldu. Ben de işsiz kalmaktan çok korkmuştum. Ekonomik kriz günlerini, işsiz kalma korkusunu tekrar yaşamak istemem. Banka içinde bulunmak, olumsuz ekonomik gelişmelerden haberdar olmak borsada yatırım yaptığımdan dolayı bende büyük strese sebep oluyor. Ankara’da biri öksürse burada borsa düşüyor, dolar yükseliyor, sürekli tedirginim. Ayrıca ailemin geçimini kız kardeşimle beraber sağlıyoruz, tüm birikimlerimizi ise ben değerlendiriyorum, bu büyük bir sorumluluk. Her ne kadar önlem almak için birikimlerimizi riski az yatırım araçlarında değerlendirsem de Türkiye’de ne zaman, ne olacağı belli olmuyor. Bunca yıllık birikimi kaybetmek veya bir ekonomik krizde işimi kaybetmek ise en büyük korkum, çünkü öyle bir durumda bundan tüm ailem etkilenecek. ASLA AŞAĞIYA BAKMAM CİHAN BÖRTÜK (26, peyzaj mimarı) Küçüklüğümden beri yükseklik korkum var. Yüksek bir mesefaden aşağı doğru bakamam, hatta yüksekten aşağıya bakan kişilere de bakamam. Ancak bu korku beni çok rahatsız eden bir şey değil, bu yüzden bunu bugüne kadar çözmem gereken bir sorun olarak ele almadım, psikoloğa da gitmedim. Onun dışında bir fobim daha var, küçük çocuklardan korkuyorum. Bunun nedeni, son zamanlarda birçok filmde korku malzemesi olarak kullanılmaları olabilir. Ancak ailemin anlattıklarına göre küçüklüğümde de kendimden küçük çocuklardan korkarmışım. Kendi çocuğum olsa ondan korkar mıyım, bilmiyorum. Çocukların yanı sıra, küçük çocuk ayakkabıları, elbiseleri de beni tedirgin ediyor, korkutucu geliyor. kalkışanların ise 70’te biri hayatlarını sona erdirir. Hepsinin ortak noktası hayatın kendilerine ne getirebileceğine ilişkin umutsuzluk içinde olmaları. Zayıflara kötü muamelenin hak bilinerek reva görüldüğü bir ortamda yetişen gençlerin durumu böyle. Başaramayanların, “yırtamayan”ların, tutunamayanların ve o ölçüde, zorbaların, bitirimlerin, işini bilirlerin sayısı çokçadır ülkemizde. Ruh sağlığımız da başkalarından daha iyi değil, biliyorsunuz. Gençlerin kendi kendilerine bırakıldıkları, aileleri ile, hocaları ile ilişkilerinin uzak ve mesafeli olduğu, birbirlerinden başka kimsenin hayatlarında yer almadığı bir ortamdan ne bugün için ne de gelecek için hiç medet umamayız. Kopukluk, kopuşu hızlandırır. C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle