17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 13 NİSAN 2008 / SAYI 1151 Doktor yerine dua! Zülal Kalkandelen ir New York sabahı hızla metronun merdivenlerinden inerken, elime bir gazete tutuşturuyor birisi. “Dünyanın en büyük küresel gazetesi” sloganıyla yayımlanıp bedava dağıtılan Metro gazetesiymiş meğerse. Trene bindiğimde görüyorum ilk sayfadaki manşeti: 11 yaşındaki hasta kız, anne ve babası doktor aramak yerine dua etmeyi tercih edince hayatını kaybetti... Kızın adı Madeline. Öldükten sonra yapılan otopside şeker hastası olduğu, fakat zamanında müdahale edilemediği için vücudunda azalan insülin oranı nedeniyle öldüğü ortaya çıkıyor. Soruşturmayı yürüten polis şefinin verdiği bilgiye göre, bir ay önce hastalık belirtileri başlamış olmasına karşın, ailesi Madeline’i doktora götürmeyi reddediyor. Nedeni, aşırı dindar olan ailenin, kızlarının hastalığını doktorların değil, duaların iyileştireceğine inanması! *** Haberi okudukça ürperiyorum. Bu çağda hâlâ hastalıkların Tanrı’dan geldiğini ve bu nedenle de sadece duayla geçebileceğini düşünmek dehşet verici... 21. yüzyıldan 12. yüzyıla geri dönüş mü yaptık acaba? B 12. yüzyılda yaşıyor olsaydık, bu bağnazlık karşısında nasıl tepki verirdik? Aydınlanmayı yaşamayan insanoğlu, böylesine bir cehaletin neden olduğu vahşeti kabul edilebilir bulur muydu? Bunun yanıtını vermek için, önce aydınlanmanın ışığını hissetmeyen toplumlara bakmak gerekir. Bu tür toplumlarda insan, sorgulamayan ve eleştirmeyen, yalnızca kalıp halinde sunulan emirlere biat eden bir varlık olarak kalır. İnsan, bir kere aklını kullanmayı bırakıp dogmalara inanmaya görsün, ondan sonrasında düşeceği karanlığın ucu bucağı yok. Kızları gözlerinin önünde komaya girip can çekişse bile, düşünme yeteneğini kaybeden beyinler uyuşmuştur bir kere... Onlara göre tek doğru vardır; o da değişmez. Bulabildikleri tek çözümse, kadere boyun eğip dua etmektir. *** Bu gazete haberini, Amerika’da özellikle Evanjelistlerin iktidarında artan bir tartışma kapsamında değerlendirmek gerek. Nasıl oluyor da birçok bilim dalında dünyanın en ileri ülkesi olan Amerika’da hâlâ bu tür olaylar yaşanabiliyor? Gerçek şu ki, Amerika’da bilimi sanki dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bir kesim var. Bu ülkede, özellikle son sekiz yıldır, bilimsel çalışmalar dini nedenler gösterilerek engelleniyor. Milyonlarca hastanın yaşam umudu olabilecek kök hücre araştırmalarına izin verilmiyor. Dine aykırı olduğu söylenerek kürtaja karşı çıkılıyor. Hatta bazıları, anne tecavüze uğramışsa bile kürtaj hakkı olmaması gerektiğini savunuyor... İsa Peygamber, yaşamında kürtaja karşı hiçbir şey söylememiş, ama dincilere bakarsanız kürtaj dine aykırı... Fanatik dincilerin aldatmacalarına kanmayan Amerikalılar soruyor: İsa, yaşadığı süre boyunca savaşlara karşı değil miydi? Sürekli insan hayatının değerini vurgulamamış mıydı? Madem o kadar dine bağlısınız, neden ülkeyi haksız yere bir savaştan diğerine sürükleyip suçsuz insanların hayatıyla oynuyorsunuz? Bu dincilerin yöntemi her yerde aynı; peygamberlerin söylemediğini, kutsal kitaplarda yazmayanı değişmez emirmiş gibi topluma dayatmak, dinen açıkça yasaklanmış olanı da görmezden gelmek... Tanıdık geliyor değil mi? Din ile bilimi sanki karşı karşıya iki ayrı inançmış gibi gösterenlerin topluma sundukları ayrım da şu: Ya dindarsınız ya da bilimden yanasınız... Ya inanıyorsunuz ya da inanmayanlardansınız... Bu, çok tehlikeli bir ayrımdır. G [email protected] Yetmiş milyon bizi izliyor!.. Adnan Binyazar imi televizyon kanallarında, eğlence izlencelerinde boy gösterenler ağızlarını açar açmaz, “Bizi yetmiş milyon izliyor” diyor... Sahnede çöpçülük yapan da, krallığa soyunan da yetmiş milyon çığırtkanlığından nedense kendini alamıyor!.. Kimler yok bu yetmiş milyoncular arasında... Telefonla katıldığı bir tartışmada, bilim adamını “moruk” diye aşağılamaya kalkan türkü pehlivanları mı?.. (Bir zamanlar kanaldan kanala gösteri gezegeni gibi dolaşan bilim adamlarına ne demeli!..) “Öğretmenler beni hep sınıfta çaktırıyorlardı, ben de okulu bırakıp sanatçı oldum” diyen yeniyetme popçular mı?.. Göğsünden fırladı fırlayacak silikonlu memelerini zapt etmek için yakasını ikide bir yukarıya çekerken etekleri kalçalarında toplanan sahne bülbülleri mi?.. Yalan yanlış öyküler uydurarak kadın matineleri düzenleyen çok bilmişler mi?.. Yıldız fallarıyla umut dağıtan yetenek özürlüler mi?.. Kimi TV kanallarının sunucuları bile, karşılarına dizilmiş üçbeş kişiyi eliyle gösterip, “Bizi yetmiş milyon izliyor...” diye caka satabiliyor... Reyting sözcüğünün anlamını anaokulu çocuklarına sorun, şak diye yanıtlayacaklardır: “Televizyonlarda izlenme oranı...” Her alanda olduğu gibi, sahte ölçüler kullanılıp gerçek saptırılmıyorsa; Başbakan’ın konuşmalarından yapmacık çaput bebek ağlamalarına, sulu göstericilerin yıldırıcı gevezeliklerinden hayvanlar âlemi dizilerine.. ekranda kimin ne oranda izlendiği, magazin gazetelerinin başkonusudur. Oran belli olduğuna göre bu yetmiş milyon çığırtkanlığı nerden çıkıyor?.. Televizyon ekranında gerdan kıranlar, insanın ancak çaba göstererek bir yere geleceğini akıllarından bile geçirmeden, sözde yetmiş milyonu arkalarına alıp kendilerini büyültecekler!.. Gel de Orhan Kemal’in Murtaza’sında geçen o olağanüstü deyimi anımsama! “Şaşşarım kedinin çamaşır yıkamasına!..” Peki, ekranları coşkudan coşkuya uçuran alkış dilencilerini nereye koyacağız?.. Ayağa kalkıyor, alkış. Şarkıya başlıyor, alkış. Şarkıyı bitiriyor, alkış. Yerine oturuyor, alkış.... O da yetmiyor, dilenciler, şarkıcının yedi sülalesi için de alkış rica ediyorlar... Sanırım, ekranlarda alkış dilenciliği yapmak bize özgü bir alışkanlık... Alkışlayanlar alkışladıklarıyla kalsalar neyse, bağırıp çağırıyorlar, ardından basıyorlar ıslığı... Oysa alkışın bir edebi vardır. Bol alkış, bir tür şımarıklık gösterisidir. Büyük konserleri getirin gözünüzün önüne, orada alkış, yapılan işin başarısını onaylayan bir beğeni patlamasıdır. Ayrıca, alkışlayan, saygıyla laubaliliğin sınırını kestirebilmelidir. Ayağa düşmüş alkışa kanat çırpanlar, en büyük düşmanlarını kendi elleriyle seçmiş olurlar. Çünkü, coşku gibi, alkış da kısa ömürlüdür. Alkışa aldananlar, gönüllü olarak kendi ömürlerinin de kısaltıcısı olurlar. Alkışa kapılıp ağzını beyninin denetiminden çıkararak, “şeyinin şeyi” diyen bir siyaset adamının yerinde olmayı kim ister?.. Öyle kişiler olmuştur ki, bir zaman diliyle gülsuyu serptiğinin suratına sonradan ağzının çirkefini tükürmüştür. Böyle bir ortamda, toplumca uğradığımız beğeni kirlenmesine başka neden aramaya gerek var mı?.. G [email protected] K Aidiyetini yitirmiş yurttaşlar cumhuriyeti Enver Aysever ‘Milliyetçilik’ toplumları ayrıştıran, üstelik kalıcı kin ve öfke doğuran, ilkel bir hastalıktır. Büyük savlarla ortaya çıkan, içi boş ve genellikle cehaletten beslenerek yandaş bulan bu hastalık, toplumların ruhsal çöküntüsünün bir göstergesidir. Kendine güveni olmayan toplumların, hamaset yoluyla bir arada olma gayretinin bir sonucudur. Herhangi bir takımı tutmak, bir fankulüp üyesi olmak kadar bile önemi, değeri yoktur. Bir takım tutmak için birini diğerine yeğlemek; örneğin bir sanatçının kulübünde yer almak için, o kişinin diğerlerinden farklı olduğunu kavrayacak bir bilince, beğeniye sahip olmak gerekir. Oysa bir milletin üyesi olmak doğuştan gelir, üstelik hiçbir çaba gösterme gereksinimi olmaksızın edinilir. Ernest Gellner, milliyetçiliğin politik bir tanım, tercih olduğunu ortaya koyar. Buna göre; milletler Tanrı vergisi, doğal oluşumlar, tasnifler değildir. Sonradan oluşturulan politik bir konumlandırmadır. Kimi zaman milletler ortak kültürlerden oluşur, çoğu zaman icat edilmek zorunda kalınır. Sanıldığı gibi millet ve milliyetçilik kavramlarının tarihi eski değildir. Söz konusu olan genç ve pek çok zaafı olan bir öğretidir. Aslında doğuştan edinilen bir millete ait olma durumu, sonradan kurgulanmış bir siyasi tasarımın ürünüdür. Kutsiyet atfedilen bu durum, gülünç hallere düşürmektedir insanlığı. Doğaya şöyle bir baktığımızda hayvanlar arasında ne bayraktan, ne sınırlardan, ne de herhangi bir kutsal duygudaşlıktan söz edilemez. Söz konusu olan Hobsbawm’ın dediği gibi; politik, teknik, idari, ekonomik ve diğer gerekçelerden oluşan bir sınıflandırmadır. Hobsbawm milletlerin ağırlıklı olarak tepeden oluşturulmuş bir kurgu olduğuna işaret eder. Sıradan insanın milli olması gerekmemektedir. Ona bu sorumluluğu, rolü ve görevi yükleyen bir büyük toplumsal tasarım peşinde olan gücün tercihidir. Bizim ülkemiz aidiyet duygusunu büyük ölçüde yitiren insanlardan oluşmakta, bu durum giderek kökten ayrışmaları doğurmaktadır. Modern ve ekonomiyi biçimlendiren orta sınıf, beyaz yakalılar; kendi yaşam alanlarının daraldığını, laik devlet yapısının yerini muhafazakâr ve dindarlaşmış bir biçime terk ettiğini görmekte ve bu yeni oluşan devlet fotoğrafının içine kendilerini koyamamaktadırlar. Büyük oranda dindar ve az okumuş insanlardan oluşan; belki esnaf, zanaatkâr diyebileceğimiz ve yeni bir sermaye oluşumuyla birlikte gündeme gelen bir diğer insan topluluğu da bu aidiyet duygusunu ya hiç taşımamış ya da çoktan yitirmiştir. Modernlaik Aynı sözleri kolaylıkla inançları gereği ötekileşmiş, dışlanmış Alevi toplumu için söylemek olanaklıdır. Tuhaf olan; bu büyük, hatırı sayılır kitlenin Osmanlı zulmüne tepkiyle, yeni kurulan Cumhuriyete büyük inançla sarılmış olmasına karşın; genç Cumhuriyetin baskıcı SünniHanefi uygulamalarıyla ezilmiş olmasıdır. Şimdilerde iktidarlaşan Nakşi geleneği bu insanların aidiyet duygusunu derinden zedelemiştir. Kimsenin kendisini sahibi, mutlu ve ait hissetmediği bir devlet aygıtının dik durması, ilelebet payidar kalması olanaklı mıdır? Bu sorunun yanıtı için yine küresel zırvaların yanıtlarını bulmak gerekir. Tüm bu insanların bir arada yaşama iradesine sahip olması için çok önemli gerekçeler bulunmaktadır. Ekonomist Friedrich List, geniş kaynaklarla donatılmış, büyük nüfuslu ve geniş bir toprak parçasına sahip olmanın, milliyetin esas gereği olduğuna dikkat çekiyor. Küçük devletlerin ayrı bir dili olsa bile sanatın ve bilimin gelişmesi için derme çatma kurumlara sahip olabileceğini söylüyor ve ekliyor; “küçük bir devlet kendi toprakları içinde üretimin çeşitli dallarında asla tam anlamıyla yetkinleşemez.” Hobsbawm ulusdevlet yapısını eleştirmekten geri durmamış; yine de LeninistWilsoncu bir yaklaşımın, toplumların kendi yazgılarını tayin etme hakkının yirmi birinci yüzyıla çözüm üretmekte sağlıklı sonuçlar vermeyeceğine işaret etmiştir. Tek kutuplu, küresel kapitalizmin kucağındaki dünya sosyalistleri ulusdevletleri yeniden kurgulayarak yola çıkmak zorunda kalmışlardır. Ulusdevletler henüz ömrünü doldurmamış, tersine küresel şiddete karşı bir direnç noktası olarak yeniden güçlenmiştir. Çokdilliliğin, çokkültürlülüğün, çokdinliliğin önemini kavrayarak; ortak yazgıya mahkum insanlar olmanın, aynı coğrafyaya ayak basmaktan kaynaklı olduğunu tüm gruplar yeniden kavramak zorundadır. Hangi milletten olduğumuzun öneminin kalmayacağı şiddet günleri kapımıza dayanmıştır. G www.enveraysever.com yapıdaki Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman onları ifade etmemiştir. Üstelik bugün çoğunluk olarak iktidar olmuşlar, ancak bir türlü muktedir olmayı başaramamışlardır. Çok zamandır dillerini, kültürlerini yaşama noktasında zalimce engellemelere maruz kalmış Kürt nüfus, dünyanın değişen dengeleriyle birlikte ait olma duygusunu artık hepten yitirmiştir. Geçmişte pek çok örneğini gördüğümüz köy yakmalar, bok yedirmeler, dayak, işkence uygulamaları bu insanları temelsiz bir terör örgütünün kucağına atmıştır. Bölgesel gelişmeler, küresel kapitalizmin ürünü olacak bir başka milliyetçi devletin, Kürt devletinin oluşmasına olanak vermekte ve bu insanlar yanılgıyla bir milliyetçi baskı öğretisinden, diğerine geçiş yapma eğilimindedirler. C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle