22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 9 MART 2008 / SAYI 1146 7 Sanatçının yıllarca Nijerya, Fildişi Sahilleri, Senegal, Kongo, Benin, Güney Afrika, Mali ve Madagaskar’dan toparladığı müziksel arşiv daha sonra tam bir müzik dehlizi olan Mali’nin ön plana çıkması ile bu ülkeye indirgendi. Ancak yoğun olan sanatçı bu konuya 2004’ten itibaren yoğunlaşabildi. Mali’de kadınların erkek baskısıyla ezildiğini gören Dee Dee Bridgewater, yeni çalışmasında yerel kadın hakları savunucusu Oumou Sangare, Ramata Diakit, yükselen yıldız Mamani Kita ve Mali’nin altın kadın sesi olarak kabul edilen Fatoumata “Mama” Kouyate gibi sanatçılar ile çalışarak Mali’deki kadınların nelere kadir olabileceğini kanıtladı. Sanatçının son çalışması, basta Ira Coleman, piyanoda Edsel Gomez, perküsyonda Minino Garay, ngonide Baba Sissoko, balafonda Lansin Kouyat, korada Mamadoue Cherif Soumano ve arka vokallerde Assitan Kita ve Kabin Kouyat gibi çok değerli müzisyenlerden oluşan bir müziksel ordu ile gerçekleştirildi. Albümdeki parçalardan “Bani (Kötü Ruhlar)”, “Sakhodougou (Griot’lar)”, ve “Massane Ciss (Kızıl Dünya)” 12. ve 13. yüzyıllara kadar uzanan geleneksel ezgiler ve Dee Dee Bridgewater’ın yerinde katkılarıyla modern bir çehreye bürünmüş. Dünya müziği sentezi ile bezenmiş parçalar ise, “Massane Ciss (Kızıl Toprak)” ve yenilenmiş “Sgou Griot” parçası, “Demissnw (Children Go ‘Round)”. “Mama Digna Sara Ye (Mama Don’t Ever Go Away)” ve “Djarabi (Oh My Love)” gibi parçalar ise orijinal ezgilerden türetilmiş olmalarından dolayı dikkat çekiyor. Son yüzyılın en başarılı caz vokallerinden biri olan sanatçı, yeni çalışması ile hiç şüphesiz caz dünyasına nefes kesen, yenilikçi bir vizyon kazandırdı. Afrika geleneksel müziği ile birleştirmiş. Ayağımıza kadar gelecek olan, yaşayan en önemli caz divalarından Dee Dee Bridgewater’ı kaçırmamanız umuduyla… G muzik@tikabasamuzik.com Yabancının perdedeki hali Cazın evrensel vokali Özge Başak Taneri abancılaşmanın hangi zaman diliminde başladığını, hangi yerde süregeleceğini anlatmak zordur. Aynı dili konuştuğumuz, aynı kültürü paylaştığımız insanlar arasında, kendimizi onlardan hissetmediğimiz bir yabancılaşmadan bahsetmeyecegim. Benim bahsedeceğim yabancılık başka yerde, başka zaman diliminde başlıyor. Büyük boşluklarda değil, küçük örneklerle yüzümüze çarpan, çemberin dışında olma hissi... Üçüncü yılımı doldurduğum Fransa’da onlara yaklaşırken onlardan olamama durumum gibi... Olayın belki de her şeyi gözler önüne seren örneği de şu, siz onlara yabancı derken, onların da size demesi. Her şeyin bir yeri ve zamanı vardır, bize bu öğ Y lar dönmek yerine ailelerini de alarak Fransa’ya yerleştiler. Fransız halkı da onları kendi aralarına almakta zorluk çekti. Sizce bu kabullenmeyiş göçmenlerin entegre olma problemlerinden mi, yoksa Fransızların onları kendi içlerine almak istememelerinden mi kaynaklanıyor? Bence Fransızlar yabancıları kendilerinden görmeyi başaramıyor. Onlar da Fransızlar gibi şehir merkezleri yerine, şehirden uzak yerlerde, sadece “kendilerinden” olan insanlarla birlikte yaşıyorlar. Tunus, Ceyazir ve Faslı göçmenleri konu edinen filmler... 1975 yapımı, Yves Boisset’nin filmi “Dupont Lajoie”, Fransız sinemasında sömürgeleşme üzerine yapılan ve başarıyı yakalamış önemli filmlerden biri ve bundan dolayı devlet bu filme yayın yasağı getirdi. 80’li yıllardan itibaren bu konuyu işleyen filmler çekilir oldu ve yabancıları da yönetmen olarak görmeye başladık. Müziğin Doa’sı... Örneğin Mehdi Charef, “Le The Au Harem D archimede” filmini çekti. Sınıf filmleri ise önce başarı yakalayamadılar, ama 1996 yapımı “La Haine” (Protesto) ile birlikte durum değişti, şehir dışında yaşayan göçmenleri anlatan filmler moda halini aldı. Prodüktörler bu yolla para kazanabileceklerini düşündüler. Yabancı kökenli oyuncular filmlerde oynamaya, Fransa’da şehrin dışında yaşayan göçmenlerin oturdukları yerlere yakın da sinema salonları inşa edilmeye başlandı. Faslı ve Cezayirlilerin Fransız, Türklerin Alman sinemasına nasıl yansıdığını karşılaştıran bir tez yazıyorsunuz. Bu konuya nasıl ilgi duydunuz, araştırırken nelerle karşılaştınız? Göç kavramının önemli olduğu iki Avrupa ülkesi var; Almanya ve Fransa. Fransa’daki yabancılık kavramının nereye dayandığını anlamak için “Ingene” filmi güzel bir örnek. Bu filmde Fransa’ya yerleşen Cezayirli, Faslı halkın zamanında Fransa için savaşmış olduğu gösteriliyor. Karakterlerde de “Fransa Cumhuriyet’i için savaştım, burası benim de toprağım, benim de vatanım” düşüncesi hâkim. Ancak Alman sinemasında yer alan Türklerin kendi topraklarına, kendi kültürlerine geri dönmek isteğini görüyoruz. Fransa’daki göç toplumlarının, Almanya’daki Türk göçmenlerden farkı da bu. Biri gitmek, biri kalmak istiyor. Sonunda ne gidebiliyor, ne de kalabiliyorlar... Alman filmlerinde Türkler nasıl gösteriliyor? Buna 2006 yapımı, Türk oyuncuların da yer aldığı Detlev Buck’un Knalhart (Acımasız) filmini örnek gösterebilirim. Filmde Türkler uyuşturucu bağımlısı, şiddet yanlısı ve agresif rollerde... Bu iki ülkenin yabancılar üzerine yaptıkları filmlerde ayrıldıkları başka noktalar neler? Fransa’da göç üzerine yapılan filmlerin çoğu maddi kaygılar taşıyor. Luc Besson’ın Taxi filmleri gibi. Taxi’de her iki taraftan da seyirciyi çeken önemli ayrıntılardan biri kahramanın, ismi Said olmasına rağmen Daniel adını kullanıyor olmasıydı. Hem göçmenler hem de Fransızlar bu yolla kendilerini kahramana yakın hissettiler, sonuçta film 20 milyon kişiyi sinemalara taşıdı. Türkler de Araplar da göç eden toplumlar, bu açıdan ortak bir özellik taşısalar da, önemli noktalarda birbirinden ayrılıyorlar. Bu konu aslında çok daha karmaşık. Gidemeyen ve kalamayanların öyküsü diyerek onları aynı kategoride değerlendirebiliriz veya onları birbirinden ayırabiliriz. G Zekeriya S. Şen on dönemlerde gelişimi için kollanan Dünya Müziği her müzik türü ile bir şekilde uyum içerisinde bütünleşiyor. Bunun en son örneği Topkapı Müzik etiketi ile piyasaya çıkan yeni albümü “Red EarthA Malian Journey”in tanıtımı kapsamında 15 Mart’ta İşsanat’ta konser verecek olan Denise Eileen Garrett yani namıdiğer Dee Dee Bridgewater. Memphis’de doğan, 58 yaşındaki sanatçı caz trompetçisi babası sayesinde caz müziğiyle büyüdü. Gençlik yıllarını müzik eğitimi görerek geçirdi. 1970’lerin başlarında henüz yirmi yaşındayken, Thad JonesMel Lewis Jazz Orkestrası’nda başsolist pozisyonunu kaptı. Böylece başlayan sanat hayatında kimlerle yolu çakışmadı ki; Sonny Rollins, Dizzy Gillespie, Dexter Gordon, Ronald Kirk ve Max Roach... Bir dönem caz sanat yaşamının haricinde sahne performanslarına merak salan sanatçı kısa sürede bu kulvardaki egemenliğiyle geniş izleyici kesimini büyüledi. “The Wiz” adlı ünlü oyundaki rolüyle Tony ödülüne layık görüldü. Müzikalde yer alan ve sanatçının imzası olarak lanse edilen “If You Believe” parçası ile tüm müzik tutkunlarının yüreğini fethetti. Efsanevi caz S şarkıcısı Billie Holiday’in hayatını konu alan “Lady Day” adlı müzikaldeki rolüyle de Laurence Oliver ödülüne aday gösterildi. Ancak 1980’lerin sonuna doğru müzik tutkusunun ağırlığı her şeyin önüne geçti ve müzikalleri bir yana bırakarak caz dünyasına geri döndü. 19871990 yılları arasında “Live In Paris”, “Victim of Love” ve “In Montreal” adı altında üç önemli albüm yayımlandı. Daha sonra ustası Horace Silver anısına hazırlanan 1990 tarihli “Love and Peace: A Tribute to Horace Silver” adlı albümü çıkardı. Bunu 1997’de Ella Fitzgerald’ın anısına kaydettiği “Dear Ella” adlı çalışması takip etti ve bu albümü sayesinde 1998 tarihindeki Grammy ödülünü kucakladı. Dee Dee Bridgewater yeni projesi “Red Earth–A Malian Journey” hem ileriye dönük hem de geçmişine bağlı bir organik yapıya sahip. Amerikan caz anadilini, Mali ritimleri, yerel vokaller ve geleneksel enstrümanlar ile birleştiren Dee Dee Bridgewater, günümüzün en önemli caz ve dünya müziği ekseninde dönen müziksel çalışmasını yarattı dersek abartmış olmayız. “Red Earth–A Malian Journey”in temelleri, Bridgewater’ın Birleşmiş Milletler bünyesindeki Gıda ve Tarım Organizasyonu (FAO) tarafından 1999’da dünyanın ilk elçisi seçilmesiyle atıldı. Dee Dee Bridgewater 15 Mart’ta İşsanat’ta konser verecek... Fotoğraf: Vedat Arık Doa, R&B ve soul tarzıyla alternatif müzik dünyasının yeni renklerinden. Gerçek adı Doğa Üstündağ. Henüz 24 yaşında. İzmir doğumlu. Doa’nın müziği, soul, gospel, funk ve blues müziğin bir karışımı. Ceza ile birlikte düet yaptığı, ilk albüme ismini veren parçasının adı “Müziğin Doa”sı. Ali Deniz Uslu iyanoya küçük yaşta başlayan Doa, R&B ve Blues dinleyerek büyümüş. Müziğinin temeli blues. Kendi şarkı sözlerini yazıyor, bestelerini yapıyor. Şarkılarında yaşanmışlıklarını anlatıyor. Doa, “Organize İşler” filminin soundtrack’inde “Hisset” isimli parçayla yer almıştı. Siyaset Meydanı programında da Yavuz Bingöl’le birlikte “Sarı Gelin”e R&B ve soul tarzıyla eşlik edince dikkatleri üstüne çekti. Müziğinde iddialı olan Doa, “Ya beni çok sevecekler ya da nefret edecekler” diyor. Farklı bir şey yapınca eleştirilere açık olması gerektiğini biliyor, ama bu onu hırslandırıyor. Müzik hayatına ne zaman girdi? Ailem, blues ve caz sevdalısıydı. Beni de bu müziğe tutkun ettiler. İlkokulda org çalmaya başladım. Hayatımın en mutlu günü 11 yaşımda ailemin bana piyano aldığı gündü. Blues o zamanlar senin için anlamlı bir uğraş mıydı? O zaman ne yaptığımın farkında değildim ve de anlayamadım. Bir yıl klasik piyano eğitimi aldım, ama bıraktım. Mariah Carey’nin en parlak döneminde R&B müzikle tanıştım. Lise yıllarında blues piyanoya kendi isteğimle bilinçli olarak başladım. İşte o zaman artık çalıp söylüyordum. Sonra Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bilimleri Bölümü’nü kazandım ve İstanbul’a müzik maceram için gidip gelmeye başladım. R&B sende neye karşılık geliyor? Müziği hissederek yapıyorum, soul müziğin derdi de zaten ruh; insanın kendini katması gerekiyor, sesiniz ruhunuzdan geçeni veriyor. Müziğin bir füzyon. Ona sen neler kattın? Müziğim de bugüne kadar dinlediğim, soul, gospel, funk ve blues müziğin karışımı. Bu bir taklit değil, ama beslendiklerimden ürettiğim de bir gerçek. R&B’de epey iddialısın, farklısın da. Bu seni endişelendirmiyor mu? Ya beni çok sevecekler ya da nefret edecekler. P Detlev Buck’un Knalhart (Acımasız) filminde Türkler uyuşturucu bağımlısı, şiddet yanlısı ve agresif rollerde... retilmiştir, ancak yabancılığın böyle bir durumu yok. Sinemada yabancılık kavramının işlenmesi de bu yüzden ilgi çekici oluyor. Özellikle, karmaşık Fransız sinemasında; hani sonunda çözüleceği umulan bir dolu olayın, çözülemeden bir anda bittiği sinemada... Nice iletişim fakültesinde Fransız sinemasında yabancılık üzerine doktora yapan Julien Gaertner’le yabancılığın, yabancıların sinemaya nasıl yansıdığını konuştuk... Fransız sinemasında yabancılar ilk defa ne zaman göründü, beyazperdeye nasıl yansıdı? Fransızların yabancılarla karşılaşması 30’lu yıllara dayanıyor. Bu yıllarda Polonya, İtalya, Portekiz ve İspanya gibi ülkelerden Fransa’ya göç eden insanlar oldu. Ancak o zamanki filmlerde yabancı karakterler basmakalıptı, pek çok klişe vardı. Mesela İtalyanlar, Fransız sinemasında birçok kez hırsız olarak yansıtıldı. 50’li yılların sonu ve 60’lı yılların başlarında ise Fransa’ya, Cezayir, Fas, Tunus gibi ülkelerden göçler başladı. Fransızlar onların çalışıp ülkelerine geri döneceklerini düşündüler, ancak on Yabancılığı anlatmak hiç de kolay değil, çünkü yeri ve zamanı yok. Fransa’da yabancılar; Faslılar, Cezayirliler; Almanya’da ise Türkler. Fransız sinemasında yabancılar kalmak istiyor, Alman sinemasındakiler ise gitmenin peşinde... Sanırım bana karşı verilen tepkilerin ortası olmayacak. “Bu müziği bir tek ben yapıyorum” diye iddialı bir laf ettim. Önümüzdeki günlerde bunun altında kalıp kalmayacağımı göreceğiz. Tarzımla yargılanmak istemiyorum. Farklı bir şey yapınca her şeye hazır olmak gerekiyor. Bu da aslında beni hırslandırıyor. İlklerim benim için hep büyük şanstı. İlk kaydım “Organize İşler” filmindeki “Hisset”, ilk konserim Siyaset Meydanı’nda “Sarı Gelin” yorumumdu. Geçen haftada Viyana’da Badem grubundan önce sahne aldım. Albümde çıkış parçası Ceza ile yaptığın “Müziğin Doa”sı düeti. Parçanın adında bir kelime oyunu var. Bu senin fikrin miydi? Şarkının ilk olarak altyapısı hazırlandı. Ceza parçayı kabul edip kendi söz bölümünü yazdı, sonra parçayı bana yolladı, ben kendi bölümümü yazdım. Ceza’nın müziğime inanıp destek vermesi bana inanılmaz güç veriyor. Parçanın ismini de Ceza buldu. Bizim de çok içimize sindi. Şarkıdaki sözler beni anlatıyor. Şarkılarını sen yazıyorsun. Sözlerinin derdi ne? Şarkılarımda genelde tanık olduğum ilişkileri, insanları, yaşadıkları olayları ve aşkı anlatıyorum. Mesela hayata karamsarlıkla yaklaştığım bir dönemde bana güç vermesi için yaptığım bestelerim de var. Albümü bitirmem iki buçuk yıl sürdü. Acelen yoktu zaten. Evet, hiç acele etmedim, algılarımı ve hissettiklerimi zamana yaydım. Yazdığım 50 beste üzerinde çalışarak seçim yaptık. Albümde 12 parça var, dokuzu benim. İkisi Badem grubundan Mustafa Kemal Öztürk’e, çıkış parçam ise prodüktörüm Anıl Savaş Kılıç’a ait. R&B’nin ruhunda dans da var. Müzik ile dans arasındaki sınırın nedir? Yarı yarıya. Hareketli ve groove hissi veren parçalar da var bende. Çok ağır ve yorucu soul parçalar yok. Alternatif müziklerde son dönemde Bedük benim dikkatimi çekiyor. Bir de sen varsın şimdi. Bedük gerçekten çıtanın epey üstünde. Türkiye’de yaşanan bu değişim çok hoşuma gidiyor. Pop müzik dinlemekten artık sıkıldık. Farklı tarzların ve gençlerin piyasaya çıkması hareketi arttırıyor. Böyle olunca da birlikte çalışabilme, düet yapma imkânı sağlıyor. Rekabetin artması da müzikal kaliteyi arttırıyor. Farklı müzik türleri de olsa İstanbul genellikle işlenen parçalara yansıyan bir tema. Yaşanmışlığı, duygusu, hikâyesi... Senin müziğin buraya mesafeli... Ben İstanbul’da yaşamadım, şarkılarımda İstanbul’daki yaşanmışlığa dair bir tema yok. Ben müziğe İzmir’den, Ege’den bağlanıyorum. Şu an farklı bir süreç başlıyor senin için. Hayatın nasıl etkileniyor? Evet bu bir kırılma. Tabii bu başarımla orantılı olarak değişecek. Önümüzdeki günleri tam olarak kestiremiyorum, ama bu heyecanı yaşamak güzel. Çalışmayı seviyorum ve disiplinimi kaybetmeyeceğimi düşünüyorum. G “Miras” size kaldı... Fotoğraf: Cihan Kirman Kadınların uzun yolculuğu... Müjde Arslan Selda Gezgen M iras, görsel yönetmen Cem Özel’in yeni filmi. Ortağı, yol arkadaşı ise ikizi Tarkan. İkizlerin film yapmayı akıllarına koydukları yaş 15, kameraya motor dedikleri yaş ise 42. Uzun süre reklam filmleri ve dizilerle oyalanan Cem Özel’in asıl projesi ise “Hür Kuş”… Projenin uygulamaya geçmesi için öngördükleri süre ise bir yıl… Özel’le, Miras ve sinemaya dair düşüncelerini konuştuk… Sinema eğitimi almaya nasıl karar verdiniz? Tarkan başlattı her şeyi. 15 yaşındaydık. 8. mm’lik bir film kameramız vardı. Aslında biz üç kişiydik; kardeşim, ben ve Alex diye bir arkadaşımız. Yanmış bir evde vampir filmi çektik, baktık ki iyi de çekiyoruz, devam kararı aldık ve filmi yıkamaya gönderdik, geldiğinde bir de baktık ki simsiyah. Meğer capture düğmesini açmayı unutmuşuz, ışık içeriye girememiş. O günden bu yana da öğrenme sürecimiz devam ediyor. Stajımızı Mad Max filmini yapan yapım şirketinde yaptık. Sinema eğitimi lisede başladı, üniversitede devam etti. Okul bittiğinde birkaç yapım şirketinde devam ettik. Derken Türkiye’yi keşfettik. Avustralya’da hangi tür işler yaptınız, hangi konulara yoğunlaştınız? Reklam ve birkaç dizi yaptık. Gelişmiş ülkelerde büyük şanslarınız yok, Avustralya’da, Amerika’da bir sistemin küçük bir parçası oluyorsunuz. Bunu görünce Türkiye’ye geldik, tesadüf eseri Barış Manço ile tanıştık, o bizi teşvik etti, o sırada özel televizyonlar da açılınca, burada kalmaya karar verdik. Burada daha çok şey yapabiliyorsun. Biz televizyon bile kurduk, CNNTÜRK’ün kuruluşundan beri varız. CNNTÜRK dışında neler yaptınız? Reklam ağırlıklı bir dönem geçirdik. Televizyon dizisi yaptık, ama anladık ki Türkiye’de dizi işi daha oturmamış. Para kazandırıyor, fakat tatmin olamıyorsunuz, günde 20 saat çalışıyorsunuz, sonunda yaptığınız işe bakıyorsunuz, beğenmiyorsunuz. Bu işe 15 yaşında, sinema yapacağız diye başladığımızı söylemiştik, şimdi 42 yaşındayım ve sinemaya daha yeni geçtik. Aslında niyetimiz sinemaya “Miras”la başlamak değildi, üzerinde bir yıldır çalıştığımız “Hür Kuş” hikâyesi verdi, ona hazırlanıyorduk Miras ne kadar zamanda çekildi? Efekt konusunda çok iddialı olduğu söyleniyor. Aksiyon konusunda iddialı desek, daha doğru olur. Aksiyon anlayışı, tekniklerini ve yöntemlerini uygulamak Türkiye’de henüz oturmuş değil. Biz bunları yaptık Hintlilerle çalışmak kolay olmadı, zamanları azdı. Çok fazla efekt yok filmde, gerekli efektler var. Patlama sahnelerimiz çok fazla, vurulma sahnemiz var. Aklıma gelenler bunlar. Film yanılmıyorsam 37 günde çekildi. Türkiye’deki sinema sektörünü etkileyebilecek bir film mi? Türkiye’nin geleceği parlak. Buna inanmasam burada olmam zaten, ama bazen işler zorlaşıyor, sırf bu yüzden bazen yurtdışını özlüyorum. Bizim filmimiz hakkında çok yorum yapmak istemiyorum. İnsanlar karar verecek, seyredecekler ve beğenilerini belirtecekler. Miras bizim için ilginç bir tesadüf oldu. Kaan Girgin ile kafa yapımız uyuşmasa bu projede yer almazdık. G B “Miras” iddialı bir aksiyon filmi. Yönetmen, Cem ve Tarkan Özel kardeşler 15 yaşında başladıkları sinema serüvenlerini 42 yaşına geldiklerinde “Miras” filmiyle taçlandırıyor. iri Türk diğeri Hollandalı iki kadın DJ’in hayatı Elvan Kıvılcım tarafından filme çekildi. Kıvılcım, müzik tutkularının peşinden giden Beyza ve Natasja van der Horst’un hikâyeleri üzerinden kadınlara dayatılanın dışına çıkıp kendi varoluşlarını gerçekleştirmelerini anlatıyor. Yönetmenin de sinema tutkusuyla bütünleşen “SheJ”, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’nde özel bir gösterimle seyirciyle buluştu. Biz de Kıvılcım’la filmini, kadın dünyasındaki yolculuğunu konuştuk. Bu ilk filminiz. Sinemayla ilişkinizden biraz söz eder misiniz? Ben sinema okumadım, Boğaziçi Üniversitesi, işletme mezunuyum, ama okul biter bitmez, TRT’de montaj üzerine staj yaptım. Daha sonra kurguda ve prodüksiyon işlerinde çalıştım. Kültür ve medya çalışmaları alanında master yapmak için İngiltere’ye gittim, yabancı televizyonlarla çalışmaya başladım. Size normal bir hayat yaşamınızı öğütlüyorlar, oysa sinemayı seçtiğinizde ailenize, çevrenizdekilere normal olmadığınızı kabul ettirmeniz gerekiyor. Türkiye’de özellikle çok zor, çünkü bir sektör yok ve çok riskli bir iş. İnsanlar o zamanlar bana, “Nasıl düştün” diyorlardı, onlara göre işletme okuduğum için bir iş yerinde çok yüksek bir maaşa çalışmam gerekirdi. Benim zaten baştan o bölümü okumamam gerekirdi, ama seçtiğinizi tekrar tekrar seçmeniz, farklı olmayı kabul etmeniz, bununla yaşamayı öğrenmeniz gerekiyor ve bu zaman alıyor. Birey olmanın çok zor olduğu bir ülkede yaşıyoruz. İlk hikâyenizi anlatmanız neden bu kadar zaman aldı? Daha önce evlenerek Venezüella’ya gittim ve üç yıl orada yaşadım. Orada “Hayır” kararını verdim “ben kendi hayatımı yaşamalıyım, bir adamın peşinden dünyayı dolaşamayacağım”. Orada ölmüş gibiydim, o benim hayatım değildi. İlk kameramı orada aldım. Hikâyenin karakterleriyle yollarınız nasıl kesişti? Döndüğümde Türkiye’nin çok fazla değiştiğini gördüm; Beyza’yla tanıştım ve ondan çok etkilendim çünkü tam da bu yeni Türkiye’yi temsil ediyordu. Belki benim yaşadığım bir takım çelişkileri de yaşadığını gördüm; bir kadın olarak SheJ bir yol filmi. Yönetmeni Elvan Kıvılcım, biri Almanya’da biri Türkiye’de yaşayan iki DJ kadının öyküsünü anlatıyor. Sonuç, koşullar farklı, ama yaşananlar ve talepler ortak… Bu ilk film, Kıvılcım’ın da kendi içine doğru yolculuğu… tutkularının peşinden gitmek ile sizden beklenenleri yapmak arasında… Yaşadığı her şeye rağmen yine de tutkularına sahip çıkıyor ve birey olmaya çalışıyor. Filme koymadığım Beyza’nın şöyle bir sözü var; “hem yemek yaparım, hem müzik yaparım, hem kariyer, hem de çocuk yaparım”. Tüm bunları yapmaya çalışıyoruz ama bunların da bir bedeli var. Bu bedelleri nasıl ödediğini gördüm Beyza’nın ve bundan çok etkilendim. Karar verdim; kamerayı alıp peşinden gidecektim. Çok yakın ilişki kurduk, her konuda saatlerce konuşabildik. Nataşa’yla Beyza’yla tanıştıktan bir süre sonra email üzeri yazışmaya başladık. İki kutbu var filmin; İstanbul, Hollanda; gündüz annelik, gece de müzik yapan kadınlar gibi. İki kutup arasında, iki kadını farklılıklarıyla ayrıksı taraflarıyla anlatır mısınız? İkisi de kadın, DJ ve anne, ama farklı kültürlerden geliyorlar. Biri Avrupa’dan, diğeri Türkiye’den… Oradaki şartlar Hollanda’daki yaşam ve elektronik müzik ortamının şartları çok daha farklı. Hollanda elektronik müziğin cenneti. Nataşa’nın evinde inanılmaz bir stüdyo var, plak koleksiyonu da inanılmaz ama zengin bir kadın değil. Böyle bir stüdyo kurmaya parası yetiyor. Burada ise Beyza’nın ufacık bir klavyesi var, onunla beste yapmaya çalışıyor. Öte yandan iki kadının verdiği tepkiler aynı. Türk kadınından beklenenin ötesinde bir portre çiziyor Beyza. Belki Nataşa’dan daha cesur, daha güçlü, çünkü Türkiye’de DJ olmak daha zor. Öte yandan Nataşa da kararının bedelini ödüyor ve bunun farkında. İkisi de erkek egemen sisteme kızgınlar. Hatta yer yer meydan okuyorlar. Kısa sürede kaynaşmalarının sebebi bu olabilir mi? Evet. İkisi de erkek egemen sistemin farkında ve kızgınlar. Filmde zaman atlıyor ve artık aşina olduğunuz Beyza ve Nataşa’nın yaşamındaki gelişmeleri öğreniyoruz. Bu yolculuk sizde ne gibi değişimler yarattı? SheJ bir yol filmi. Bu yolda bendeki en büyük değişim, film yapmanın benim için bir tutku olduğuna emin olmaktı. Her şeye rağmen bunu yapacağım kararını verdim. G
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle