Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
10 Hem nalına hem mıhına! 30 MART 2008 / SAYI 1149 Çocuk ve oyuncak Ataol Behramoğlu Çocuk ve oyuncak birbirinden ayrılmaz iki kavram olarak düşünülür. Öyle midirler gerçekten? Bu soru birçok kişiye saçma gelebilir. Çocuk ve oyun nasıl birbirini bütünleyen iki kavramsa, oyuncak da bu bütünlüğün ayrılmaz bir parçası olsa gerektir. Ben bunun pek de böyle olmadığını düşünüyorum. En erken çocukluğumdan anımsadığım tek oyuncağım, aklımda yanlış kalmadıysa, karnına bastırıldığında viyaklama gibi ses çıkaran lastik bir bebektir. Onu da içinde ne olduğunu, bir kalbi olup olmadığını anlamak için kesip biçtiğimi anımsıyorum. Karşılaştığım boşluk beni şaşırtmıştı... Buna karşılık kızağımla uçarcasına kaydığım yokuşu düşünmek beni bugün bile heyecanlandırıyor. Çocukluk yıllarımın başka oyuncakları, sokakta oynanan oyunların gereçleri olan, top, lastik çember, bilye gibi şeyler, daha sonra da bisiklettir... Özetle, benim için oyuncak, kendisi olarak değil, sokaktaki oyunun gereci olarak anlam taşımıştır. Benim kuşağımın çocukluk dönemi, oyuncak bakımından değil, oyun bakımından zengindir... Ve bunlar, çoğunlukta, sokakta, açık havada, arkadaşlarla oynanan oyunlardı... Bir araştırma yapmış değilim, fakat bugün anlaşıldığı biçimiyle oyuncak kavramının, ev içlerine kapanmakla; sokakta, açık havada oynanan oyunların sona ermesiyle bir koşutluk içinde doğup geliştiği düşünülebilir... Belki de bu nedenle, çocukluğu sokak oyunlarıyla dopdolu geçmiş biri olarak, oyuncak kavramı ve oyuncağın kendisi, bana her zaman biraz yapay ve kasvetli görünmüştür... Günümüzün çocuğu genellikle ev içlerinde yaşıyor. Sokaklar artık oyun oynanması olanaksız yerlerdir. Kentlerimiz çocuklar için parklardan, oyun alanlarından büyük ölçüde yoksundur. Emanette odun buhranı var galiba! stanbul caddelerinde ağaçlar budanmaya başlandı. Ziraatçi olmadığım ve dünyada da dikili bir ağacım bulunmadığı için ağaçların budanma zamanının geçip geçmediğini bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, bazı ağaçların kökünden budandığıdır. Budama ameliyesinin bu cezri (radikal) şekli, şehremanetinde (belediyede) odun buhranı olduğunu göstermektedir. Gariptir ki, belediye caddelerdeki ağaçlardan bazılarını, şimdi Nuruosmaniye Caddesi’ndeki 56 güzel ağaca yaptığı gibi kökten devirir. Fakat bunların yerine tek bir ağaç dikmez. Çocukluğumda Divanyolu, Mahmudiye ve Nuruosmaniye caddelerinde pek çok ağaç vardı. Her sene birkaç tanesi kesile kesile bu ağaçlar pek ziyade azaldı. 15 sene evvel Taksim Caddesi’ne dikilen çınarlardan kuruyan ve kesilenlerin de yerine yenileri dikilmiyor. Bu gidişle onlar da bitecek. Umumi bahçelerinde, caddelerinde bizim Belgrad Ormanı kadar ağaç bulunan Paris ve diğer büyük Avrupa şehirlerinde ağaçlara edilen masrafı ve ihtimamı (özeni), muhabbeti (sevgiyi) gördükten sonra bizde her sene tekrar eden balta vahşeti insanı ümitsizliğe düşürüyor. İ Bir zamanlar Sirkeci... Paris’te, Şanzelize ve büyük bulvarlar gibi çok otomobil geçen caddelerdeki at kestaneleri benzin dumanıyla hastalanarak sararıp solduğu için bütün Paris halkı mâtem tutuyordu. Nihayet onları keserek yerine daha mukavim (dayanıklı) olan çınarlar diktiler de yürekleri rahat etti. Biz böyle işlerden vazgeçtik, İstanbul’un etrafını bir tarafa bırakıp şu caddelerdeki ağaçları kesmesek ve kuruyanların yerlerine yenilerini diksek çok hayırlı bir iş görmüş olurduk. G İsimsiz / 10 Nisan 1928 Salı Demokrasiye inanan solcular... Aylin Kotil M enderes döneminden beri süregelen yönetim şekli, AKP’ye bunun kaymağını yediredursun, toplumda oluşan tablo azınlığı ürkütüyor. Gerçekçi yaklaşırsak da, içerik olarak, hep azınlık kalacak olan azınlığı. İş dünyasında dengeler, o an neyi gerektiriyorsa yapıyor işadamları. Medya patronları zaten öyle. İkili ilişkiler hatta dost ilişkileri bile anlık, güne uygun. Arkadan vurmalar bile artık dürüstçe değil. Eskiden arkadan kimin vurduğunu sonradan da olsa öğrenirdik. Şimdilerde ise, şansınız varsa öğreniyorsunuz. Bir yanda ülkede ne olursa olsun, zihnini sadece görünmekle, bedenini ise sadece sergilemekle meşgul olanlar var. Ortalık toz duman olmuşken çengili doğum günü kutlayanlar ya da tüm programlarını sorumluluktan uzak yapanlar var. Biz duygusunun yaygınlaştırılamadığı bir toplumda arkadaşını, akrabasını hatta eşini araç olarak görenler... AKP’ye nasıl yaranacağını şaşırmış, kapatma davasını demokrasiyle süsleyip, kınayanlar... Omurgayı koruyamayıp, beline yay takanlar... Yüzeysel yaşayıp, olayları önemsiz görenler. Tepki verdiğinizde sizi algılayamayıp, katı bulanlar... Gittikçe yalnızlaşan azınlıklar... Yalnızlaşıp, kabuğuna çekilenler... Kendinden birini bulunca, ona sımsıkı sarılıp, anlatmadan anlaşılmanın keyfini çıkaranlar... Düzelir mi, ne zaman düzelir diye soruyoruz birbirimize. Büyük bir bedel ödemeden düzelmeyecek gibi. Özellikle de anlık ve duruma göre yaşayanların, büyük bir bedel ödemesi gerekiyor düzelebilmesi için. Çünkü asıl sorunun onlardan kaynaklandığına inanıyorum ben. Onların olayları basite indirgeme kapasiteleri, karşı tarafın azınlığını körüklemekte. Toplum, kendi ayarını yapamadığı için de yargı devreye girmekte. Bu yüzden de, Avrupa’da kapatmalar gerçekleşmiyor. Çünkü toplumda sınır duygusu var. Yaranmaktan ziyade, aşılamayan değerler var. Bizdeki gibi, demokrasi adına açıklama yaptığını zanneden solcular da yok. Hareket edecek zemin bulamayan düşünceler var. Çok demokrat olanlar, önce kendi demokratlıklarıyla yüzleşsinler, sonra konuşsunlar bence. Yani uzun lafın kısası, herkes önce kendi kapısının önünü bir süpürsün. İyi pazarlar... G Aylin@kotil.web.tr MİZAH Tayyar Özkan Murat Sayın C M Y B C MY B Ev içlerinde oyuncağın yerini de giderek daha çok bilgisayar oyunları almaktadır. Çocuğu, yapay da olsa onu oyuncakla kuracağı ilişkiden de yoksun bırakan, imgelemi daha da yoksullaştıran bir oluşumdur bu... Günümüz kentlerinde varsıl aile çocuklarının oyuncakları bilgisayarlardır. Bilgisayar alacak kadar varsıl olmayan aile çocuklarının oyuncakları ise televizyonlardır. Buna karşılık yoksul mahalle çocuklarının yaşamında, tıpkı köy çocukları için olduğu gibi, sokak oyunlarının geçerliliği bir ölçüde hâlâ sürmektedir. Onlar için, pek küçük yaşta olanları dışında, oyuncak denilen şeyin pek de önem taşıyacağını sanmıyorum... Bunları bana, çocukluğu yoksulluk içinde geçmiş birinin, ülkemizin yoksul yörelerini ziyaretinde, arabasının çevresinde koşuşan çocuklara ve bu arada yetişkinlere, sadaka dağıtır gibi oyuncak dağıtması düşündürdü... Bu olayda büyük bir düşüncesizlik, büyük bir çirkinlik, bağışlanamaz bir ayıp ve kabalık olduğunu düşünüyorum. Genellikle açık havada, sokakta yaşayan, oyunları sokak oyunları olan o yoksul aile çocukları için, arabadan fırlatıp atılan bu şeyler acaba nasıl bir anlam taşıyor? Onlarla gerçekten oynuyorlar mı? Çoğu öğrenim görme olanağından yoksun, kimileri o arabayla birlikte koşarlarken de karınları büyük olasılıkla aç o çocuklara, oyuncak adı verilen ve en ucuzundan olmasına karşın herhalde devlet parasıyla satın alınmış bir takım ıvır zıvırı arabanın camından fırlatıp atmak, sizce, sonradan giyotinde can veren bir kraliçenin, “ekmekleri yoksa neden pasta yemiyorlar” demesine benzemiyor mu? Belki tek bir farkla: O bir kraliçeydi, burada söz konusu olan kişi ise, dünün yoksul aile çocuğu iken günümüzün servet sahibi bir devlet ve siyaset adamıdır... İşte size, üzerinde her yönüyle istediğiniz kadar düşünebileceğiniz ve çevresinde koşturanlara bu hareket halindeki arabanın penceresinden oyuncak fırlatma sahnesinin kahramanları birlikte düşünüldüğünde, oldukça iç karartıcı, can sıkıcı bir Pazar yazısı... G ataolb@cumhuriyet.com.tr Rifat Mutlu