22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 HİKMET ÇETİNKAYA oturması mümkün değildi, bu yüzden birer saat nöbetleşe ayakta duruyorduk ve günde ancak 12 saat oturabiliyorduk. Hücrede doktor bir arkadaşımız vardı, işkenceci polislerden biri gelip ona “ayağıma birşey oldu, ne yapmam lazım?” gibi sorular soruyor, sonra da işkence yapmaya geri dönüyordu. Ardından bizi Narlıdere’ye geçirdiler. Oraya ilk geldiğimizde, elimize battaniye verip “işkence gördünüz mü?” diye sordular, fakat “evet işkence gördüm“ diyenleri emniyete geri gönderiyorlardı ve tabii emniyette o kişilere tekrar işkence yapılıyordu. Biz de bir an önce koğuşlara geçmek için işkence görmediğimizi söyledik. Bu sürecin en sinir bozucu kısmı, bizi mahkemeye kelepçelerle çıkarmalarıydı. 141142’den yargılanacaktık, fakat savcı Ayhan Sun çok aydın bir insandı, takipsizlik kararı verdi ve beraat ettik. Mahkeme sırasında, birçok gazeteci vardı. İzmir küçük bir yer olduğundan herkes birbirini tanır, fakat erkek gazetecilerin hiçbiri yanıma gelmedi, gelmeye çekindiler. Buna karşın aralarından genç bir kadın gazeteci, cesurca yanıma gelip “Hikmet abi bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sordu. O kişinin adını unuttum, ancak bu olayı hiç unutmam. Eğer röportajı okursa, elbet o da hatırlayacaktır... 30 MART 2008 / SAYI 1149 7 Suçlandığımız işlerin hiçbirinin ceza verilmesini gerektirmediği ortaya çıktı. Sonuçta aydın kişiler yıllarca boşuna hapis yattılar. İşlerini, görevlerini, birçok haklarını kaybettiler. Yakınları acılar çekti. Cezaevinde yaşam koşulları bakış açınıza da bağlı. Eğer yaptığınız işlerde haklı olduğunuzu bilirseniz direnme gücünüz de artar. Hiç kimse hapiste olduğu için çürümez, insan kendi içinde çürür. Biz bunu hiç unutmadık. Hapishane koşullarını hepimizin amaçları olduğu bir süre gibi değerlendirdik. Ben ‘Alkol Ve İnsan’ adında bir kitap yazdım. Arkadaşlarım öteki tutuklulara dersler verdi. Aramızda tam bir dayanışma yarattık. Sağmalcılar cezaevinde ‘İnsan Sıcağı’ kitabını yazdım. Orada yaşadıklarımızı da çıktıktan sonra ‘Sözüm Sanadır’ adlı kitapta anlattım. Orada yatarken demokrasi mücadelesi verdik ve ‘Barış’ gibi bir insanlık idealinin dünya için taşıdığı öneme katkıda bulunduk. Ülkemin artık insanlar için güvenli bir yer olmasını diliyorum. ERDAL ATABEK IŞIL ÖZGENTÜRK Biz de çay yaptık 12 Eylül döneminde aynen İlhan Selçuk’un göz altına alınma şekline benzer bir şekilde gözaltına alındım. TKP üyesiydim. İzmir’de yaşıyorduk. Gecenin bir yarısı kapım çalmaya başladı. Kalktık, kapıyı açtık ve en az yedi sekiz tane sivil polisle karşılaştık. Bir anda içeri doluştular. Kabaca davranıyorlardı, kitaplarımı ve müzik albümlerimi dağıtmaya başladılar. Yanlarında çuval getirmişlerdi ve ellerine ne geçse bu çuvala dolduruyorlardı. O zaman çocuklarım küçüktü, en küçüğü bir yaşında olduğundan dolayı olayların farkında değildi, fakat diğerleri 10 yaşlarındaydılar ve çok korktular. Polislerin işleri bir türlü bitmeyince biz de İlhan Abi gibi onlara çay yaptık. Sabaha karşı beni Çankaya’daki emniyet müdürlüğüne götürdüler, üst kata çıkardılar. Gözlerimi siyah bir bezle bağladılar sonra da beni bir hücreye koydular. Hücre en fazla dört metre kareydi, fakat içeride benimle birlikte yaklaşık 20 kişi daha vardı. Orada günlerce kaldık. Her birimizin Hapishanede demokrasi mücadelesi verdik... 12 Eylül döneminde Barış Derneği davasıyla ilgili olarak gözaltı sürem kısa sürdü ve hemen tutuklama kararı verilerek cezaevine gönderildik. Ancak Ankara’dan getirilen arkadaşlarımızın gözaltı süreleri içinde işkence biçiminde işlemlere maruz bırakıldıklarını sonradan öğrendik. Tutuklandıktan sonra götürüldüğümüz ilk cezaevi olan Maltepe Askeri Cezaevi’ndeki koşullar tam anlamıyla ‘eziyet’ amaçlıydı. Ardından Metris Askeri Hapishanesi ve Sağmalcılar Cezaevinde tutulduk. Yattığımız bütün süre içinde onaylanmış bir ceza almamıştık. Toplam 38 ay yirmi gün tutuklu kaldığımızı anımsıyorum. Dava sonucunda beraat ettik. Kültür Merkezi’ni yakan o kız! Temmuz ayıydı, yıl 1971, gününü anımsamıyorum, o gün köylü heybemin içine diş fırçası ve birkaç iç çamaşırı koyup annemi ve babamı öptükten sonra sabahın köründe evden çıktım. Evden sabahın köründe çıkmanın kendimce çok önemli bir nedeni vardı; bir gün önce, ben evde yokken sivil polisler eve gelmiş her şeyi didik didik aramış, defalarca yatakların altına bakmış ve ısrarla benim nerede olduğumu sormuşlardı. Bizimkiler de “nerede olduğunu bize hiç söylemez” diyerek en doğru yanıtı vermişlerdi. Ben o gece her şeyden habersiz eve gelmiştim, hayret hiç kimseler kapımızı çalmamıştı, bu durumda ben de sivil polislerin mesai saati başlamadan evden fırlayıp hayatı boyunca etliye sütlüye karışmayan bir can arkadaşıma gidebileceğimi ummuştum. Meğer sivil poliste mesailer çok erken başlarmış, dış kapıdan adımımı attım, yanıma gençten biri yanaştı, “benimle geliyorsun” dedi, çaresiz kuzu kuzu adamın yanında yürümeye başladım, vapura binip karşıya geçtik ve ben o meşhur Sansaryan hanında, dönemin Siyasi Şube Müdürü Ilgız Aykutlu’ya teslim edildim. Ve ilk şoku yaşadım, en sevdiğim arkadaşlarım ayakları kanlar içinde koridorlarda yatıyorlardı. Orada kaldığım bir buçuk aya yakın bir sürede çok şey yaşadım, bazıları çok mahrem, bunların bir kısmını ancak yıllar sonra hikâye olarak yazmayı başarabildim. Hürriyet Yaşar’ın Can Yayınları’ndan yayımlanan “Bir Tersine Yürüyüş” (12 Eylül Öyküleri) kitabında yayımlanan “Dinle Yavrum” ve “Nihal İçin Ağıt” hikâyelerini yazarken çok ağladım ve çok utandım. Onları burada anlatmam olanaksız, ama biri var ki, onu babamın anısı için sizlerle paylaşmak istiyorum. Benim babam da bütün babalar gibi bir babaydı, kızını severdi, kızına güvenirdi. Bir gün Ilgız Aykutlu odasında babamla beni buluşturdu. Babama övgüler yağdırdı, “devlete bu kadar zaman hizmet etmiş bir babamın kızı nasıl olur da böyle kötü yollara düşerdi?” HEP SABAHA KARŞI GELDİLER ORAL ÇALIŞLAR Bir daha buraya gelirsen... İki askeri darbede toplam 7 sene hapis yattım. 12 Mart 1971 askeri darbesi sonrasında 11 Temmuz 1971 günü Gaziantep’te yakalandım. Askeri müdahalenin ardından DevGenç yöneticisi olduğum için hakkımda yakalama kararı çıkarılmıştı. 16 Temmuz 1974’te, yani 3 sene 5 gün yattıktan sonra çıkarılan Af Kanunuyla serbest kaldım. Eğer Af Kanunu çıkarılmasaydı, TİP Kurultayındaki konuşmam nedeniyle aldığım 8 yıl, DevGenç ve TİİKP davalarının birleştirilmesiyle aldığım 15 yıl ve “Kürt” sözcüğünü kullandığım için aldığım onlarca yıllık cezayı yatmak zorunda kalacaktım. Deniz’lerin idamından az bir süre önceydi. Sanırım 1972 Nisan ayıydı. Bir gece Mamak’ta kaldığım koğuşun kapısı çalındı ve Deniz’in beni görmek istediği söylendi. Gece vakti yapılan bu çağrıdan şaşırmıştım. Gardiyan Nafiz birçok zincirli kapıyı açarak beni Denizlerin olduğu koğuşa götürdü. Semih Orcan, böbreklerini tutarak kıvranıyordu. Deniz beni görünce, “Oral gel şu Semih’e bir akupunktur yap da acısı geçsin” dedi. Ben Maocuydum, akupunktur bir Çin tedavi metoduydu ve Deniz gece yarısı arkadaşının ağrısından yola çıkarak böyle bir espri yapmayı tercih etmişti… Gülüştük… *** 12 Eylül 1980 askeri darbesi gerçekleştiğinde ise gazeteciydim. Bir sosyalist partinin yöneticisi olduğum için yine bilinen Türk Ceza Kanunu’nun 141. maddesinden 8 yıl mahkum oldum. Toplam 4 yıl da bu dönemde yattım. 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinin her ikisinde de tutuklandığımda Mamak Askeri Cezaevi’ne konuldum. 1974’te Af Kanunuyla çıkarken gardiyanlar, “Bir daha buraya gelirseniz, daha beter bir cezaevine gireceksiniz” demişlerdi. Öyle de oldu. 12 Eylül dönemi çok daha acı vericiydi. 21 Mart günü sabaha karşı gözaltına alındı İlhan Selçuk. 40 saat sonra salıverildiğinde gözaltında kaldığı süre içinde 12 Mart’ta yaşadıklarını anımsadığını söyledi… Fotoğraf: Nihan İnal Babam şok olmuştu, “kızıma her zaman güvenirim o kötü bir şey yapmaz,” diye yanıt verdi. Babam adına hem utanıyor, hem korkuyordum, Ilgız Aykutlu alttan aldı “kızmayın hocam” dedi, “biz sadece onu biraz uyarmak için burada tutuyoruz, keyfi yerinde hiç merak etmeyin.” Babamın yüzü gevşedi, “Sağolun Müdür bey” dedi ve ben kahroldum. Daha sonra babamla el sıkıştılar ve babam beni öpmeden, ama beni güvenli ellere bıraktığına emin bir yüz ifadesiyle odadan çıktı. Ve anında şiddetli bir tokatla yer düştüm, Aykutlu düştüğüm yerde beni tekmeliyor ve şöyle sesleniyordu “Ulan or…… babanı kandırdığın gibi bizi de mi kandıracağını sanıyorsun?” Bir başka gün Aykutlu masaya benimle ilgili kabarık bir dosya koydu ve sayfalarını teker teker çevirmeye başladı. Allahım ben neymişim? O günlerde sendika ve siyasi gazeteler için röportaj muhabirliği yapar, politik bir sokak tiyatrosu niteliğindeki Devrim İçin Hareket Tiyatrosu’nda oyunlar oynardım. İşte o dosyada işçilerle yaptığım bütün konuşmalar, çektirdiğim bütün fotoğraflar, oynadığım bütün oyunlar vardı. Ayrıca, benim gibi pek çok sol görüşlü arkadaşımın kapısını sık sık çaldığı, ve karşısında bülbül gibi şakıdığımız İktisat Fakültesinin en baba solcu asistanı Mahir Kaynak’ın cebindeki dolma kalem biçimindeki ses alıcısıyla kaydettiği sözlerimiz de dosyadaydı. Suçum mu? Taksim’deki Kültür Sarayı’nı yakmakmış! ATAOL BEHRAMOĞLU Otuz aydın bir arada... 12 Eylül darbesi sonrası bir kitabım toplatıldı ve imhasına karar verildi. Gözaltına alınıp Selimiye Kışlası’nda bir hafta kaldım. Sonra Askeri Mahkeme’de serbest bırakıldım. Asıl 1982 Martı’nda Barış Derneği davası sebebiyle kuruculardan biri olarak tutuklandım. On ay kadar Maltepe Askeri Cezaevi’nde 30 kadar aydın birlikte kaldık. Aydınların bir arada olması çok zordur. Çünkü hepsi büyük birer egodur. Oradan Sağmalcılar Cezaevi’ne nakledildik. Sağmalcılar’da bize kaçakçılar koğuşunu uygun gördüler. Orada daha halktan insanlar vardı. Kendi açımdan memnun oldum. Daha sonra mahkeme devam ederken serbest bırakıldık. 1984’te ise hepimize ağır hapis cezaları geldi. Bunun üzerine bir ay kadar gizlenip yıl sonunda sahte pasaportla ülke dışına çıktım... Göz altına alınmalar sıklaştıkça görevlilerle de daha samimi bir iletişim yakalanabiliyor, mesela bir gözaltı sırasında farklı görüşte insanlar vardı. Biz devrimciler olarak grup halinde duruyorduk. Ben de arkadaşlara “Yıkılma Sakın” adlı şiirimi okudum. Birden duvardaki mazgal açıldı dışarıdaki polisler bize sigara attı. Kitaplarımın imhasına karar verilen davadan sonra bir sivil polisle birlikte yayınevinden kitapları aldık ve kışlaya götürdük. Yolda polisle konuştuk. Bana “çok üzgün olmalısınız” dedi ve kendisinin de oğlunu kaybettiğini söyledi. Birlikte ağlamaya başladık. Böyle insani diyaloglar olabiliyor. Maltepe Cezaevi’nde arkadaşlarıma dörtlükler yazardım. Koğuşta Ali Sirmen, Erdal Atabek, Hüseyin Baş, Gencay Şaylan, Nedim Tarhan ve Kemal Anadol’la birlikte kalıyorduk. Havalandırması olmayan koğuşta Kemal ve benim dışımda herkes pipo içiyordu. Bunun üzerine kendim için şöyle bir dörtlük yazdım. “Dışarıdayken o kadar özgürlük sözü etti ki / Zavallı şairi Maltepe zindanına kapattılar / Kitabei sengi mezarına yazılsın ki / Hiçbir şeyden çekmedi pipo dumanından çektiği kadar” EMRE KONGAR ALİ SİRMEN TBMM’ye hakaret! 2 Nisan 2001’de, “Aydınlanma” isimli köşesinde yayımlanan “Dokunulmaz 550 Adam Bir Uygarlığı Nasıl Çökertti?” başlıklı yazısı sebebiyle 159’dan yargılandı. İddianamede, Kongar ile gazetenin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Fikret İlkiz’in, “TBMM’nin manevî şahsiyetini tahkir ve tezyif etmek” suçunu düzenleyen TCK’nın 159. maddesi gereğince 16 yıl arasında ağır hapis cezasına çarptırılması istendi. Koğuşta demokrasi geçerlidir Cumhuriyet Gazetesi’nde 1974’de köşe yazarlığı yapmaya başlayan Ali Sirmen, 12 Mart’ta, 9 Mart’ta karşı darbe yapmak istediği iddia edilen aydınlar grubu içerisinde yer aldığı gerekçesiyle tutuklandı ve Ziverbey Köşkü’nde gözaltına alındı. Dört ay Ankara Mamak ve iki ay İstanbul Davutpaşa cezaevinde kaldı. 12 Eylül’de Barış Derneği davasından yargılandı. Hayatı boyunca toplam 39 ay hapis yattı. Bir demecinde hapiste zorunlu demokrasi olduğunu, çünkü 60 kişinin bir arada demokratik kurallar olmadan yaşayamayacağını söyledi. Ayrıca yemek konusundaki ustalığını hapiste geçirdiği günlerine borçlu olduğunu sık sık belirtti. Mahkum olduğu süre boyunca yazıları Samim Lütfü imzasıyla yayımlandı. Hapishane yönetimleri de Sirmen’in yazı yazdığını bildikleri halde buna genelde göz yumdular. Sirmen sonradan yine kendi ismini kullanmaya başlayınca birçok okur Samim Lütfü’nün işine neden son verildiğini merak etti. 1990’da, Barış Davası sırasında kendisine konulan ve mahkeme bittikten sonra kaldırılması unutulan yurt dışına çıkış yasağı nedeniyle kısa bir süreliğine yine göz altına alındı. Oysa aradaki yıllarda Ali Sirmen defalarca yurt dışına çıkmıştı. ORHAN BURSALI İşkence seslerini duymak Berlin’de okurken izine geldiğim İstanbul’da, 12 Mart askeri darbe süreci içinde 1972 Eylülünde Şafak Davası operasyonu çerçevesinde gözaltına alındım. İşkence ve çeşitli baskılar normal olaylardı. Sorgulamada herkesi geçirdikleri işkence ve baskıların payıma düşeninden yeterince “yararlandım!” Tek kişilik bir hücrede tuvalete bile zincirlerle sürüklenmek ve işkence seslerine maruz bırakılmak da, bütünün parçaları olarak, sonraki düşüncelerinizde önemli kerteriz noktaları oluşturuyor! O süreçler, insanın, tarihsel olarak en çirkin, iğrenç ve yokedici niteliğinin dışavurumuyla karakterizedir. Bu yokedici nitelik, şüphesiz mutlaklıkla ilişkili: Siyasal iktidar gücünün demokratik özden yoksun her türlü yoğunlaşmışayrışmamış biçimi, her zaman kötülük üretir! Mutlak siyasal iktidara kim yelteniyorsa, onu durdurmak zorundayız! AKP’nin bu tür bir iktidar hevesi, tüylerimi diken diken ediyor; nasıl zorba bir yönetimin ve yaşamın ülkeye dayatılmak istendiğini damarlarımda hissediyorum. En iyisinden “koyu bir muhafazakârlığın”, en kötüsünden “dinsel referansların” belirlediği bir ülkede yaşamaktansa, bazı demokratik özelliklerin eksik olduğu ancak daha rahat soluyacağım ve kendime özgür alanlar yaratabileceğim koşulları tercih ederim! Bu nedenle, demokratların, solcuların, geçmiş travmalarının kılavuzluğunda düşünce ve eylem üretmelerinden çok, bekleyen travmaların ışığında bugüne bakmaları, doğru bir tercih olmalı: Demokrasi tarihinden nasibini almamış, uygarlığın birikiminden beslenmeyen ve bir kolundan gelmeyen bir mutlak inanç ve iktidarının, demokratik bir ülke kurabileceği varsayımı, düşünce cüceliğimizin dışavurumudur. Burada şüphesiz “düşünce ve kültür” üretiminde tarihsel ve evrensel yoksunluğumuz, günümüzde “siyasal ittifaklara ve davranışlara” damgasını vuruyor. Geçmişin travmasını aşamazsak, geleceğe düzgün bakamayacağımızı kanıtlayan günlerde yaşıyoruz... Kapıları gecenin bir yarısı çalındı, evleri dağıtıldı, kitapları, plakları toplandı. Sonra göz altına alındılar, günlerce hücrede kaldılar, işkence gördüler... Kimisi 12 Mart’ta girdi içeri, kimisi 12 Eylül’de. Bugün de düşünceleri nedeniyle yargılananlar, davalarla uğraşanlar arasında Cumhuriyet yazarları da var, Hikmet Çetinkaya, Oral Çalışlar, Orhan Bursalı, Işıl Özgentürk, Ali Sirmen, Ataol Behramoğlu, Erdal Atabek, Server Tanilli, Oktay Akbal, Mümtaz Soysal, Musa Kart, Emre Kongar... Ali Deniz Uslu / Deniz Yavaşoğulları / Deniz Ülkütekin OKTAY AKBAL MÜMTAZ SOYSAL SERVER TANİLLİ MUSA KART Gündüz işte, gece hapiste Oktay Akbal da 12 Eylül mağduru. Akbal, 6 Ekim 1982’de yayımlanan ve 82 Anayasası taslağını eleştiren “Yurttaş olarak Göreviniz“ başlıklı yazısından dolayı İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 1 numaralı askeri mahkemesinde yargılandı ve üç ay hapis cezasına çarptırıldı. 26 Ağustos 1983’te Sağmalcılar Cezaevine giren yazar, cezasını, “serbestçe çalışabilmesini temin amacıyla” her gün saat 19:00’da cezaevine girip, sabah 07:00’da çıkarak çekti. Ali Sirmen, 30 Nisan 1993’te yayınlanan “Yazar Aydın Cesareti” yazısında, Akbal’a 12 Eylül döneminde “Biz 12 Mart’ta sıramızı savdık, geçen sefer sıyrılanları bu kez tıkacaklarmış şimdi sıra sizde” diyerek takıldığını anlatıyor, Akbal’ın hapse girmekten korktuğu halde, eleştirel yazı yazmaktan, düşüncelerini ortaya koymaktan hiç çekinmediğinin altını çiziyor. Anayasa’ya giriş... Mümtaz Soysal 1963‘te SBF’de doçent, 1963’te profesör oldu ve 1971 yılında aynı fakültenin dekanlığına seçildi. 18 Mart 1971’de dekanlığı esnasında, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı‘nca gözaltına alınıp tutuklandı. 1968’den beri okuttuğu “Anayasa’ya Giriş” ders kitabında, 141142. maddelere aykırı davranmak, komünizm propagandası yapmakla suçlandı. Altı yıl sekiz ay ağır hapis, iki ay 20 gün Kuşadası‘nda emniyet gözetimi altında bulundurulmaya ve kamu haklarından ebediyen mahrumiyete mahkum edildi. Toplam 14.5 ay Mamak Cezaevi‘nde kaldı. Sevgi Soysal ile Mamak Cezaevi’ndeyken evlendi. Uygarlık Tarihi ve... Prof. Dr. Server Tanilli, 1972 yılında Şişli Siyasal Bilgiler Yüksek Okulu’nda “Uygarlık Tarihi” dersleri vermeye başladı. Çıkardığı “Ders Notları” nedeniyle, 1975 yılında, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde Türk Ceza Kanunu’nun 141142. maddelerine aykırı davrandığı, yani komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla yargılandı. DGM’lerin kaldırılması üzerine İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde süren yargılama sonucu beraat etti. Daha sonra ise dönemin faşist terörü onu da buldu, vuruldu, felç oldu. 19781980 yıllarını Avrupa’da tedavi ile geçirdi. 12 Eylül’den sonra Türkiye’ye döndüyse de, 1981 yılında Strasbourg İnsan Bilimleri Üniversitesi’nin çağrısına uyarak tekrar Fransa’ya gitti. Kediler dava arkadaşlarım... Mayıs 2004. O günlerde Türkiye İmam Hatip Liseleri’ni tartışıyordu. AKP’nin savunduğu projeler ve uygulamalar, geniş kitlelerin nezdinde eğitimin birliği ilkesini zedeleyecek gibi görünüyordu. Bu konuda büyük bir endişe oluşmuştu. Bu endişeyi ben de paylaşıyordum. Ortaya konan yoğun tepkiler karşısında hükümet güç durumda kalmıştı. İşte sadece bu durumu anlatmaya çalışıyordu kedi karikatürüm. İtiraf etmeliyim ki çok parlak bir karikatür değildi. Bir durum tespiti yapıyordu ve günü kurtarıyordu. Hoşgörüsüzlük ve baskıyla karşılaşmasaydı bu kadar dikkat çekmeyecekti. Napalım ki hayat da böyle bir şey! Kediler benim dava arkadaşlarım. Çünkü bu dava sadece çizere değil, kediye benzetilmeye tepki olarak da açıldı. Bir kedim bile yok, ama onlar hakkında biraz duymuşluğum ve okumuşluğum var. Leonardo Da Vinci’ye göre onlar tasarım harikasıydılar, sahiplerinin efendisiydiler. Bir düşünürün; “Pek çok filozof ve pek çok kediyle karşılaştım. Bilgelikte üstün olan kedilerdi” satırlarını hatırlıyorum. Kedi artık siyasi bir figür haline geldi. Bugün her zamankinden daha fazla sempati ve yakınlık duyuyorum kedilere. Çünkü onlar da canlarını yakanları tırnaklarıyla çizmeye devam ediyorlar. Şüphesiz hayat değişiyor, değişim bütün ayrıntılara yansıyor, ama bu doğa yasasına, karikatürümüzün yaklaşık 150 yıllık tarihine baktığımda, bazı şeylere inanmakta güçlük çekiyorum. Teodor Kasap, Nişanyan, Berberyan bu topraklarda mesleğimize öncülük eden isimler. Onların karşılaştığı sorunların benzerleriyle bizler de boğuşuyoruz. Bir farkla; artık karikatürler bilgisayarda çiziliyor ve gönderiliyor. Bana kediden önce 10’u aşkın dava açılmıştı. Bundan sonra da açılacak gibi görünüyor. Napalım ki bu benim değil, aşkın, pardon karikatürün kaderi. Hem hayatta nerede durursanız durun, neyi nasıl savunursanız savunun, sizi onaylayanlar kadar size karşı koyanlar da olacaktır. Bu işin doğası. Bundan da çok rahatsız olmamak gerekir, önemli olan mücadeleyi bırakmamaktır. Kongar’ın, “550 tane zırhlı adam” başlıklı yazısı şöyle başlıyordu: “Bu yazıda, gözlerini yağma hırsı bürümüş 550 kişinin, liderleri tarafından sıkı bir biçimde örgütlendiklerinde ve iyice eğitilerek, bir de ‘dokunulmazlıkla’ donatıldıklarında, koskoca bir uygarlığı yağmalayarak nasıl yok ettiklerini anlatacağım.” Kongar yazısında TBMM lafını hiç geçirmemiş ve Hernan Cortes’in 508 zırhlı ve iyi eğitilmiş asker ile koskoca bir Aztek İmparatorluğu’nu nasıl ele geçirdiğini ve yağmaladığını anlatmıştı. C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle