Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 30 MART 2008 / SAYI 1149 Devrimciysen gerçeği söyle Zülal Kalkandelen ush çıkmış konuşuyor; hâlâ Irak’ta kazanılan başarıdan söz ediyor. Hangi başarı?! Beş yıl içinde Irak’ta 1.5 milyondan fazla Iraklı, yaklaşık 4000 Amerikalı asker hayatını yitirdi... 2 milyon Iraklı, ülkesini terk etmek zorunda kaldı... Ülke içinde mülteci konumuna düşenlerin sayısı 2.5 milyonu buldu... Ebu Garib hapishanesindeki insanlık dışı uygulamalar, tarihin kara sayfalarına yazıldı... Irak’ın geleceği dinamitlendi; müzeleri, kütüphaneleri yağmalanıp bilim insanları katledildi... Savaş için milyarlarca dolar harcanırken, Irak’ta yoksulluk arttı, eskiden var olan sosyal güvenlik hakları yok oldu; ağır yükün altında kalan Amerikan ekonomisi durgunluğa girdi... Bunlar, savaşın gerçek sonuçları ve hepsi de birer yıkım. Irak’ta var olmayan kitle imha silahlarına dayanarak başlattığı savaşı savunan Bush’un aklı herhalde başka yerlerde. Savaş mutlaka birilerine yarar sağlıyor ama kimlere? *** B Bu soru, Irak’ın işgalinin 5. yıldönümünde New York’ta izlediğim barış etkinliklerinde de gündemdeydi. Yanıt, savaş karşıtı hareketi güçlendirmeyi amaçlayan 12 sivil toplum örgütünün düzenlediği bir toplantıda genç bir şairden geldi. Aldı eline mikrofonu şair ve gücü yettiğince haykırdı düşüncelerini: “Bu hükümetin daha fazla suçsuz insan öldürmesi ve silah şirketlerini zengin etmesi için vergi ödemek istemiyorum!” Brooklyn’de bir kitapçıda toplananlar, aldatılmışlığın neden olduğu büyük bir öfkenin içindeydi. Kendilerine defalarca yalan söylenmiş, ülkeleri savaşa sürüklenmişti. Fakat aradan geçen yıllar, savaştan kimlerin faydalandığını ortaya koydu. Amerika’nın önde gelen ilerici dergilerinden The Nation da, son sayısında bu konuyu işlemiş. Kapakta yer alan illüstrasyon gerçekten ilginç. 1 dolarlık banknotun üzerinde görülen George Washington, bu defa kafası gözü sarılı ve kan içinde resmedilmiş. Savaşın yıprattığı bir ekonomi, herhalde bundan daha iyi anlatılamazdı. Dergide yer alan “The Cost Of War” (Savaşın Maliyeti) başlıklı yazıda sayılarla ortaya konulanlarsa, daha da çarpıcı. Sözcükler saklasa da gerçekleri, anlatır rakamlar pek çok şeyi... Irak Savaşı’nın Amerika’ya maliyeti 522.5 milyar dolar. Bu paranın 294.9 milyar doları savunma ve müteahhitlik firmalarına gitmiş. Çünkü Lockheed Martin firmasının CEO’su yılda 24.399.747 dolar kazanıyor! Bu sektörlerdeki ortalama bir üst düzey yöneticinin yıllık geliri 9.095.756 dolarken, orduda görev yapan bir erinki 25.942 dolar... Yani Cleveland’da yaşayan işçi ailelerinin yıllık gelirine yaklaşık bir rakam. *** İşte savaşın yarattığı bu çarpık ekonomik durum, Amerika’daki savaş karşıtı hareketin giderek daha fazla ilgi görmesinin önemli nedenlerinden birisi. “Şu anda var olan durumda orduyu desteklemek, bu hükümetin savaş harcamalarına onay vermeyi gerektirmez” diyor barış yanlıları. Çünkü Bush hükümetinin Irak politikası, sadece savaştan çıkar sağlayanların ekmeğine yağ sürüyor. Bu durumda yapılması gereken, Irak’tan derhal çekilmek. Artık Amerika’da birçok kişi, savaş ekonomisinin sonunun ancak böyle geleceğinin farkında. Çekilmeyi sağlamak için yapılması gerekense, sadece başkanlık seçimine odaklanmak değil; savaş karşıtı hareketi genişletip güçlendirmek. Böylece, kim başkan seçilirse seçilsin, onun üzerinde çekilme konusunda baskı oluşturmak ve İran’la savaşı önlemek. Aslında işin temeli, bıkıp usanmadan gerçeği anlatmaktan geçiyor. Ne demişti George Orwell: “Sahtekârlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir.” G kzulal@yahoo.com Sanatçının sorumluluğu Adnan Binyazar hmet Say’ın bu ayın başlarında Cumhuriyet’te yayımlanan “Aydınlanmanın Bestecisi Beethoven” başlıklı yazı dizisi gözden kaçırıldıysa arşivlerden bulunup okunmalıdır. Say, dizi yazısında, Beethoven’in yalnızca müzik dehası, onun gelişim aşamaları üzerinde durmuyor; büyük bestecinin çağın sorunlarına bakışına, düşünsel yorumlarına da yer veriyor. Montaigne, bir insanda insanın bütün hallerinin bulunduğunu söyler. Sanatçı da bu kuralın dışında değildir. Bir farkla ki, onun kendine özgü halleri de vardır. Belki onu sanatçı yapan, bu kendine özgü halleridir. Bu hallerinden dolayı sanatçının düşlemlerine akıl erdiremeyenler, onu anormallikle, kural tanımazlıkla, hatta sapıklıkla suçlarlar. Sanatçı, doğasında olanı yerine getirir. Sapma, sanatçıya kendi değerlerini giydirmek isteyenin algılamasında aranmalıdır. *** Yaşadığı ruhsal dalgalanmalara bakıp Beethoven’i bizden uzaklarda görme yanılgısına düşüyoruz. Gençliğimde “Madam Bovary”yi okurken, giydiklerine bakıp kendimden kilometrelerce uzakta sanmıştım onu; sonradan anladım ki, Bovary kapı komşumuzdur, içimizdedir, tutku fırtınalarının estiği yerlerdedir... Say, yazı dizisinde, dehasının yanında, yurt, insan, toprak sevgisiyle çağının en büyük düşünce savaşımcılarından olan Beethoven’i de tanıtıyor bize. Bir, dönemin imparatorlarının masasına oturup gerdan kıranları düşünün, bir de Fransız Devrimi’nin ilkelerini yaydığı için önce Napolyon’a “Eroica”yı adayan, ama onun bir istilacı olduğunu anlayınca, aynı adı hışımla senfoniden çıkarıp atan Beethoven’i... Beethoven... “Ayışığı Sonatı”nda olabildiğince Beethoven yumuşak, “Eroica”da çetin bir irade gücü! Öğrencisi Ferdinand Ries, Napolyon’un adını hışımla karalayan Beethoven’in şunları söylediğini aktarıyor: “Artık o da insan haklarını çiğneyecek! Kendi tutkularının peşinden gidecek! Kendini herkesin üzerinde görecek, zorbanın teki olup çıkacak!” Ülkemizde, aydınım diye ortalarda dolaşanların arasında Beethoven gibi, zorbalara karşı duran kaç kişi var?.. *** Beethoven’in bir mektubunda yazdıklarına bakın; ülkesinin işgali sırasında yurt özlemi, insan sevgisi, sanatsal bilinç bir sanatçıya neler söyletiyor... “Anayurdum, dünyaya gözümü açtığım zaman gördüğüm o güzel ülke, dostlarımdan ilk ayrıldığım günlerdeki kadar gözüme güzel ve eşsiz görünüyor. Sözün kısası, size kavuşarak Ren Nehri’ni selamlayacağımız günleri yaşamımın en mutlu anlarından biri sayacağım. Beni gerçekten daha büyük olduğumda bir daha görebileceksiniz. Bir sanatçı olarak değil, beni insan olarak daha iyi, daha yetkin bulduğunuzda; sonra bir gün anayurdumuzda mutlu günlere kavuşulacağı yolunda işaretlerle karşılaştığımızda, sanatımı yalnızca yoksullar yararına kullanacağım.” *** Gerçek sanatçı yalnızca çağının portresini çizmez, kendi portresinin de yaratıcısıdır o. Bilir ki, kendinden başka kimse çizemez kendi desenini; ona uyacak rengi bulup tuvale süremez. Görülüyor ki, Beethoven kendi çizimiyle de yetinmiyor, çağının, insanının, toplumsal duyarlığın, yurt ve insanını sevmenin bilincini da aşılıyor yüreklere... Büyüklük burada; üç beş mangıra ülke topraklarını peşkeş çekmekte değil!.. G binyazar@gmail.com A Sabaha karşı 4.30’da! Enver Aysever apı sabaha karşı 4.30 sularında korkuyu uyandırmak için çalındı. Koca bir yüzyılı dirençle, inançla geçiren yaşı seksenlerin üstüne çıkmış adam gülümseyerek uyandı. Hangi coğrafyada yaşadığını biliyordu elbet. Kaç kez kurtlar sofrasında bulunmuştu da, hiçbir zaman sinmemiş, gülümseyerek karşılamıştı olan biteni. Terlikleri baş ucunda mıydı acaba? Doğruldu ve sakin adımlarla kapıya doğru ilerledi... Bir gece vakti derin uykudan uyandırılarak, polislerce gözaltına alınacağını biliyor muydu? Yadırgamadı. Böyle günlerden sıklıkta geçmişti içine doğduğu ülke. Alçakgönüllü gülümsemesiyle, kapıya dek kendiyle söyleşerek ilerledi. Dudaklarında birkaç kırık, dökük söz vardı. Güldü; ‘Bir roman kahramanı mıyım şimdi ben?’ Kaç zamandır anılarını yazmak istiyordu da, bir türlü olanaklı hale gelmemişti bu dileği... Bazı anlar; uzundur, bir ömürdür. Adam, Kafka’nın ‘Dava’sını düşündü. Bir gün, hangi suçtan ve niçin olduğunu bilmeksizin gözaltına alınmıştı Josef K. ‘Kaç zamandır zaten gözaltında değil mi benim ülkem?’ diye içlendi. Koca bir ülkenin tutsaklaştırılmasına isyanını, giderek daha güçlü ifadelerle yazıyordu gazetesinde. Bu uğurda ölen, öldürülen dostları düşündü. Bir roman yazmak istemişti hep. Şöyle güncel kaygılardan, siyasal ayak oyunlarından sıyrılıp, soluk aldığı bir gün... Olmadı işte... Başka işler, başka dertler oldu hep... Yoksulların, işçilerin, öğrencilerin, kadınların dertlerinden dem vuruyordu her zaman. Ülkesi ortadan ikiye ayrılmıştı. Yirminci yüzyıl çok hızlı akan, uzun bir çağ olarak geçti insanlık tarihine. Varsıllıklayoksulluk arasında, her daim güçlünün yanında duranları görmüştü. Askerlerin postalları altında ezilen devrimci çocukların yaslarını tutmuştu. Koca devletlerin yıkılışını, halklarının savrulup, sürüklenişini izlemişti… Birkaç ömür sığdırmıştı yirminci yüzyıl, kalbinde yaşayan insanlara... K Yorgun değildi. Belki tatil nedir bilmediğinden, belki yazarak, düşünerek iyileştiği için. Neredeyse kırk yıl olmuştu bir olağanüstü askeri dönemde gözaltına alınalı. Sabah askerlerin eşliğinde çıkmıştı işkence köşkünün merdivenlerinden. İnsanlık onuruna sığmayan, aşağılayıcı onca uygulama görmüştü. Zorla bir ifade imzalattırılmak istenmişti ona, kabul etmişti. Ama işkenceci bir düşün adamının, yazı adamının zekâsını, sezgisini hesaba katmamıştı. Ele geçen bu ifadeyi manşetten duyurmuştu dinci, sağcı basın. İşte sonunda vatan hainleri itiraf ediyorlardı ne olduklarını. Üstelik güçsüz, dayanıksızdılar. Niye? Çünkü işkence altında çözülmüşlerdi! Ama onlarda bilmiyorlardı işte karşılarındaki gönlünü, aklını yazıya, kurguya adamış kişinin bilgeliğini... Mahkemeye çıkıp da, yazdıklarını olduğu gibi okutturup; ‘evet, bu benim ifadem’ dediğinde şaşkına dönmüştü dava arkadaşları... Ya delirmişti, ya da artık teslim oluyordu. Oysa gerçek zamanla açığa çıktı. O koşullarda bile, bir yazarın neler yapacağını kanıtlamıştı işte. Yazdığı her cümlenin, sondan ikinci sözcüğünün ilk harfleri alt alta okununca vahşet çıkmıştı ortaya... İşkence altındayım/Zincire vuruluyum/Ölüm tehdidi var/İşkence, zulüm var Acaba o hâkimler, o savcılar, o gün gözaltına almak için kapısına dayanan askerler, şimdi nerede ve ne yapmaktaydılar? Belki onlar da, o gün görev zorunluluğu, sorumluluk, vatan sevgisi diye çıkmışlardı yola. Ama zamanın terazisi, yine adaletle oturtmuştu yerli yerine her şeyi. Belki o günün işkencecisi, askeri, darbecisi, zalimi, bugün ülkesinin içinde bulunduğu koşullara bakıp, ondan yardım bekliyordu. Ondan akıl istiyordu şimdilerde! Aydınına, yazarına, düşünürüne bu zalimliği yapanın, böyle bir hakkı var mıdır acaba? Kapıyı açmak için elini uzattığında, karşısında bulacağı insanları düşündü. Onlarda bu ülkenin insanlarıydı elbet. Belki sabaha karşı kapısına niçin dayandıklarını bile bilmiyorlardı. İnandırılmış da olabilirlerdi gerçi. Kişi böyle anlara hazırlıklı olabilir miydi acaba? Yoksa olağanüstü hallerin, olağan olduğu bir ülkenin yurttaşı olmanın dayanıklılığı mıydı onu dik tutan? Kibar davranacaklarını biliyordu... Evininin altının üstüne getirileceğini, kitaplarına el konulacağını, güler yüzlerin ardında zorlu bir gözaltının başlayacağını da biliyordu. Ülkesinden hiçbir zaman kaçmayı düşünmediğini bilir miydi acaba kapıdaki görevliler? Ülkesinin polislerinin, aldığı tehditlerden dolayı onu koruduğundan haberdar mıydılar acaba? Komik olan bilgisayarına el konulmasıydı! Kullanmayı bilmiyordu ki! Bir türlü alışamamıştı şu soğuk alete... O merdivenleri ağır ağır inerken, bir kent, bir ülke korkuya uyanacaktı. Ajanslar haberleri geçecek, gazeteler baskıları durduracak, televizyonlarda yorumlar başlayacak, milyonlar kaygıyla bekleyecek ve korku büyüyecek, büyüyecekti... Bir yerlerde ellerini ovuşturarak gülümseyenler olacaktı elbet. O da gülümsüyordu, alışıktı olup, bitene... Ama ya ülkenin gençleri, kadınları, güçsüzleri ne yapacaklardı? Onlar böyle durumlarda nasıl davranılacağını bilmez, çaresizlikle, korkuyla başa çıkamaz, kendilerini yalnız hissederler miydi? İnsanlarını düşündü. Kendini bir roman kahramanı gibi hissediyordu belki. Korkulu, ama kötü yazılmış bir romandı kahramanı olmaya zorlandığı... Oysa bu adam hep güzel yazmıştı, içtenlikli, yürekli ve kendi coğrafyasının sesini... G www.enveraysever.com C M Y B C MY B