Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
12 30 MART 2008 / SAYI 1149 Cardinale ve yönetmenleri Deniz Ülkütekin oğduğu ülke olan Tunus’ta düzenlenen “En Güzel İtalyan Kızı” yarışmasını kazandığında henüz on sekiz yaşındaydı ve öğretmen olmak istiyordu. Ancak Claudia Cardinale’nin hayatı, o yarışmada kazandığı birincilik ödülü olan Venedik tatiliyle değişecek, öğretmenlik hayali rafa kalkacaktı. Çünkü çok az İtalyanca bilmesine karşın, güzelliğiyle çok kısa zamanda İtalya’da film endüstrisinin dikkatini çekti. İki ay Roma’da kaldıktan sonra Vides Film Stüdyosu’yla anlaşma imzaladı ve 1958’de “Goha” ile beyazperdeye adım attı. Hemen ardından “Big Deal in Madonna Street”te (Madonna Caddesi’nde Büyük Anlaşma) ufak bir rol aldı. Film kazandığı başarıyla Cardinale’nin kariyerinde çok önemli bir basamak olacak, ayrıca güzel oyuncu 1966’da hayatını birleştireceği ve dokuz yıl evli kalacağı yönetmen Franco Cristaldi ile tanışacaktı. Ancak henüz Cardinale’nin yaşı çok küçüktü ve Cristaldi ona sadece akıl hocalığı yapabilirdi. Zaten Vides Film’le yaptığı anlaşma ile saç uzatması ve kilo almasının yanında evlenmesi de yasaklanmıştı. 1960’ta “Girl With a Suitcase”de (Valizli Kız) ve II’Bell Antonio’da ilk defa Marcello Mastroianni ile kamera karşısına geçti ve ismi iyice duyulmaya başladı. Artık sinema tarihine geçmek için yapması gereken tek şey vardı: Hollywood’a gitmek... Ancak birçok sanatçının aksine o, büyük bir şansı varken hiçbir zaman Amerikan sinemasında kendini kabul ettirmek için çabalamadı. Cardinale, Hollywood’da çalışmak istememesini ise şöyle özetliyordu: “Star sisteminden hoşlanmıyorum. Ben normal bir insanım ve Avrupa’da yaşamayı seviyorum”. 1963’e kadar İtalyan yapımı filmlerde rol almaya devam etti. Federico Fellini’yle birlikte çalıştığı 8 1/2 (Sekiz Buçuk, 1963) ise kariyerinde önemli bir dönüm noktasıydı. Sinema tarihinin en başarılı on filmi arasında gösterilen yapımda bir kez daha Mastroianni’yle birlikte kamera karşısına geçen oyuncu, her geçen gün gelişen oyunculuk yeteneğini Fellini’yle birlikte zirveye taşıdı. Cardinale ayrıca bu filmde ilk defa dublaj yerine kendi sesini kullanıyordu. Babası İtalyan, annesi Fransız oyuncu, düşünmeyi ve konuşmayı annesinin diliyle öğrenmişti… Tek kelime İtalyanca bilmiyordu, ancak 60’lı yıllarda kendi sesini kullanmaya başladı. Tunus’taki yıllarından kendisine kalan sırf Fransızca değil, gizemli bir Fransızın tecavüzü sonucu 17 yaşındayken sahip olduğu bir çocuktu. Ancak o yıllar geride kalmıştı, Claudia Cardinale bir yandan kendisine İtalyan sinemasının kapılarını açan Franco Cristaldi ile evliliğe doğru uzanan bir ilişki yaşıyor, öte yandan da kariyerinde basamakları hızla tırmanıyordu... D 8 1/2’tan sonra “The Leopard” isimli filmde bir başka ünlü İtalyan yönetmen Visconti’yle birlikte çalışan Cardinale, ardından bir süreliğine Hollywood filmlerine ağırlık verdi. Aynı yıl, sonradan kült statüsü kazanacak “The Pink Panther” (Pembe Panter) komedi serisinin ilk filminde Peter Sellers’la birlikte rol aldı. Her ne kadar Hollywood’da uzun süre bulunup İtalya’dan ayrı kalmak istemese de birkaç filmde daha Amerikalı yönetmenlerle çalıştı. “Circus World” (Sirk Dünyası, 1964) , Lee Marvin ve Burt Lancester’la birlikte kamera karşısına geçtiği İtalyan yönetmenlerin kadın oyuncular konusunda fetişizme varan saplantıları meşhurdur. Ancak Leone’den Visconti’ye, Fellini’ye kadar hepsinin ortak özelliği Claudia Cardinale ile çalışmış olmaları. Cardinale, Hollywood’a gitmeden de sinema dünyasında yer edinilebileceğinin en güzel kanıtı. Bu yıl 70 yaşına basacak olan oyuncu İstanbul Film Festivali’nin açılışına bekleniyor. “The Professionals” (Profesyoneller, 1966) Hollywood kariyerinde hatırı sayılır olan filmlerdi. Ve tabii “Once Upon a Time in The West” (Bir Zamanlar Batıda). 1968 yapımı Sergio Leone şaheserinde kocasını öldüren kanun kaçaklarına karşı savaşmaya karar veren Jill McBain rolünde muhteşem bir performans sergileyen Cardinale, spagetti western türünün ilk akla gelen örnekleri arasında yer alan filmle kariyerinin zirvesine çıktı. “Once Upon a Time in The West” başta fazla dikkat çekmese de değeri sonraki yıllarda anlaşılacak ve sinema klasikleri arasına girecekti. Claudia Cardinale bu dönemde bir diğer üstün performansı ise yine Luchino Visconti yönetiminde rol aldığı Sandra Of a Thousand Delights’ta (Binlere Keyif Veren Sandra, 1966) gösterdi. Abisiyle ensest ilişki yaşayan soykırım kurbanı rolünde Visconti gibi oyuncularını fazlasıyla zorlayan bir yönetmeni bile büyülemeyi başaran Cardinale, böylece oyunculuk yeteneğini sinema dünyasına kabul ettirdi. 1975’te Franco Cristaldi’yi bırakıp yönetmen Pasquale Squitieri’yle yaşamaya başlayan Cardinale, bir de kız çocuğu sahibi oldu. Sonraki yıllarda da filmlerde rol almaya devam etti. Popsy Pop (1970), Conversation Piece (1974), Jesus of Nazareth (Nazaret’in İsa’sı, 1977) ve Mayrig (Anne, 1991) hatırı sayılır diğer filmleriydi. Eski Fransa Başbakanı Jacques Chirac’la birlikte olacak kadar çalkantılı bir aşk hayatı olmasına karşın hep skandallardan uzak durmayı başaran Cardinale, devamlı ortalıkta görünmenin yıldız olmak için hiçbir işe yaramayacağının farkındaydı. Bu yüzden hem filmlerinde hem de özel hayatında gizemini korudu. O her zaman yönetmenlerin gözde oyuncusuydu. Sırf güzelliğiyle değil, kendini her filminde biraz daha geliştirdiği, en zor rollerin altından başarıyla kalktığı için… G Etran Finatawa’nın yeni albümü daha dinamik, doğal ve heyecanlı... KONSER efsanevi Mali Çöl Festivali’nde aynı sahneyi bir zamanlama hatasından dolayı paylaşmak zorunda kalan Tuareglerden oluşan Etran N’Guefan (Kumulların Yıldızları) ve Wodaabe’lerden oluşan Finatawa güçlerini birleştirmeye karar verdi. Ortaya çıkan karizmatik grubun adı ise Etran Finatawa (Geleneği Yıldızları) oldu. Kültürlerin müziksel karışımı her zaman iyi sonuç vermiyor, ancak Etran Finatawa’nın yaratmış olduğu harmanlama, doğallığı ve ilham vericiliği ile heyecan yaratan bir yenilik. Zira enstrüman yerine sadece seslerini kullanan Wodaabler ile müziklerinde her zaman enstrüman ön planda olan Tuareglerin bir araya gelmesi hiç kimsenin beklemediği bir kimya ortaya çıkarttı. Açlık ve kuraklıktan dolayı birçok Nomad grubunun yerleşmek zorunda kaldığı başkent Niamey’den gelen Etran Finatawa, yarattığı bu yeni akımı, Sahra Blues yerine Nomad Blues olarak tanımlıyor. 2006 yılında “Introducing Etran Finatawa” adlı albüm yapan on kişilik grup, albümlerinde Tuareglerin dili olan Tamaşeki ve Wodaabelerin dili olan Fulfuldeyi kullanarak çok geniş bir kitleye ulaşma imkânı yakaladı. Grup sonraki iki yıl boyunca Fas’tan Mali’ye, Fransa’dan Yeni Zelanda’ya kadar çok geniş bir dünya turnesine çıktı.. Etran Finatawa da 2007’nin ortalarında Londra’daki Livingstone stüdyosuna kapandı. Eski gelenekleri ve toplumlarında hızla gelişen kırılma ve değişimi konu alacak bir kavram belirlendi ve bunun müziğe yansıtılmasına karar verildi. Mory Kanté ve Abdel Gadir Salim gibi sanatçılar ile çalışan Paul Borg yönetiminde dört gün gibi rekor bir sürede kaydedilen ikinci albüm “Etran Finatawa”, Şubat 2008’de raflarda yerini aldı. On altı parçadan oluşan albüm ilk dinleyişte bir önceki çalışmaya kıyasla daha etkili ve dinamik müziksel oluşuma sahip olduğunu hemen hissettiriyor. Tüm kayıt süresinde yaşanan doğallık, heyecan ve dinamiklik aynen albüme kaydedilmiş. Albümü dinlerken kendinizi stüdyoda buluyorsunuz. Dikkat çeken parçalar ise sırasıyla: Yerel bir diyalogla açılan ve daha sonra kendini seken gitar ritimlerine bırakan, “Annene Saygı Göster” olarak çevirebileceğimiz “Saghmar N Nanna”; kuru su kabağından yapılan Cabalash geleneksel enstrümanının yıldızlaştığı, gitar ritimlerinin dolambaçlı, dalgalı bir nehri anımsattığı Iguefan (Kumul); elektrik gitarın geleneksel enstrümanlar ile birbirine dolaştığı Jama’aare; tek kişilik bir nakarattan tüm grubun katıldığı bir coşkuyu yansıtan, Teneré Çölü’nün güzelliklerinin anlatıldığı “Tekana” ve dayanışmanın ne kadar önemli bir kavram olduğunun işlendiği sosyal içerikli “Asistan” (Soru). “Etran Finatawa” nispeten hayat olmadığına inanılan çöllerden kopup gelen, fazlasıyla yaşam dolup taşan müziksel bir deneyim. Hiç şüphesiz Nomad sanatçıları gelecek vaat eden bir vizyonla olgunlaşıyor… G muzik@tikabasamuzik.com Nijer’den çöl ritimleri Zekeriya S. Şen N ijer Batı Afrika’nın en fakir ülkelerinden biri olmasına rağmen en zengin kültürel mirasa sahip olanı. Zira ülkede kuzeyden gelen Arap ile Güney Afrika kültürleri birbirlerine işlemiş durumda. Nijer’de resmi kayıtlara göre on bir farklı etnik grup yaşıyor ve her birinin kendine özgü yerel dili var. Bu grupların arasında ön plana çıkanlar Nomad etnik kökeninden gelen Tuaregler ve Wodaabeler. Bu çok kültürlülük doğal olarak ülkenin müziğine de yansıyor. Malili Tinariwen, Tartit ve Toumast gibi Sahra Çölü gruplarının dünya müziği platformunda ön plana çıkmalarına, Nijer de bir sesle karşılık verdi. 2004 yılında gerçekleşen The Doors deneyimine hazır olun... A lternatif rock müzik gruplarını sahnesinde ağırlayan Pulp Live Music Bar’ın 4 Nisan Cuma gecesi konuğu Avusturya’dan gelen “The Doors Experience”. Grup, efsane The Doors’un sahne başarısına yakın duruşlarının yanı sıra vokalistinin Jim Morrison’ a benzerliği ile de görenleri şaşırtıyor. “The Doors Experience” yani “Doors deneyimi” performansları ile The Doors’a selam verirken Jim Morrison’ın anısını hayatta tutuyor. “Light My Fire”, “Break On Through”, “The End”, “Alabama Song”, “Touch Me”, “Roadhouse Blues” ve “People Are Strange” gibi şarkılar The Doors Experience’in konserlerini; dinleyicilerinin dans etmekten kendini alamadığı performanslara dönüştürmelerini sağlıyor. “The Doors Experience” grubunda klasik “The Doors” enstrüman donanımı olan gitar ve davullara bir de bas gitar eklenmiş. “Riders On The Storm” ve “L.A. Woman” gibi şarkıların sound’larını tam olarak tekrarlayabilmek için bir de elektronik piyanoları var. Yani bu konserde The Doors’un unutulmaz klasiklerini solist Jason Boiler’ın nefes kesici performansı ile izlerken 80’lerin ruhunu yakalamak da mümkün. G C M Y B C MY B