Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
30 MART 2008 / SAYI 1149 5 Bollywood’a karşı, Bollywood’dan yana Mumbai Uluslararası Film Festivali Bollywood sinemasını daha yakından tanımak için bir fırsattı. Güncel konuları işleyen filmler vardı, modernizmle gelenek arasında sıkışıp kalan kadınlar, kırsalda yaşamanın ağırlığı ve çiftçilerin intiharları... Festivalin en önemli konuğu ise yönetmen Carlos Saura’ydı... Gönül DönmezColin A. Wajda’nın “Katyn”si festivalin açılış filmiydi. Fipresci (Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Federasyonu) jürisinin yanı sıra üyeleri film endüstrisinin değişik sektörlerinden gelen ikinci bir jüri tarafından da En İyi Hint Filmi seçildi. İkinci bir nitelikli film, disleksik çocuklarla ilgiliydi, ama ana tema modern yaşamın dörtnala koşan ritminde unutulan insancıl değerlerdi. “Tare Zameen Par” filminin yönetmeni ve baş oyuncusu Bollywood’un en seksi erkek oyuncularından sayılan Aamir Khan’dı. Birkaç yıl önce “Lagaan” filmi ile Avrupalıların da gönlünü fetheden Khan bu filmle ilk kez kamera ardına geçti ve gerek öğretmenlere gerekse anne babalara iyi bir ders verdi. “Tingya” filminden... CARLOS SAURA VE “FADOS” Festivalin en önemli konuğu İspanyol usta Carlos Saura idi. İlk filmini 1950 yılında, daha delikanlılık çağında 16 mm kamerayla gerçekleştiren 72 yaşında ve 42 ödül sahibi Saura’nın son filmi, tango üçlüsünü tamamlayan “Fados”un yanı sıra en sevilen yapıtlarından “Carmen” dahil yedi yapıtı festivale renk kattı. Saura yeni filminin 8. Yüzyıl İtalyan liristi Lorenzo da Ponte üzerine olacağını söyledi. Festivalin en zengin bölümü “Küresel Görüşler”di. Fatih Akın’ın “Yaşamın Kıyısında” filminin de katıldığı bu bölümde Çek Jiri Menzel’in “İngiltere Kralının Servisindeydim” filmi, Cannes ödüllü Romen filmi “4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün” (Cristian Mungiu), ünlü İskandinav yönetmen Billi August’un “Hoşçakal Bafana” yapıtı ve bizden Ali Taner Baltacı ile Cem Yılmaz’ın “Hokkabaz” filmi ilgi çekti. Festivalin açılışı Polonyalı Andrzej Wajda’nın son yapıtı “Katyn” ile yapıldı. Film 20. yüzyılın yüz karası Katyn olayını dört ailenin öyküleri yoluyla anlatıyordu. 1940 yılında Polonyalı savaş esirlerinin aileleri Stalin’in emriyle toplu olarak katledilmiş ve daha sonra suç Nazilere yüklenmişti. Ruslar ancak 1990 yılında bu suçu kabullenmiş ve iki yıl sonra Boris Yeltsin bu katliamın Stalin’in emri ile yapıldığını resmen ilan etmişti. Filmin içeriği ne denli güçlü ise konunun işleniş tarzı hayranı olduğumuz Wajda filmlerini aratıyordu. Ne oyuncular inandırıcıydı, ne de öyküleri. Festivalin kapanış filmi ise geçen yıl Cannes’da ödüllenen “Yas Ormanı” oldu. Genç Japon kadın Naomi Kawase’nin Antalya Eurasia Film Festivali’ne de katılan bu yapıtında geçmişlerini sarsan bir trajedyanın ağır yükünü taşıyan iki bambaşka insanın bir ormanın gizeminde insancıl duygulara yeniden kavuşması anlatılıyordu. Sessizce akıp giden festival bütün görkemini kapanış gecesine bırakmıştı, ödüller, ünlü isimler, duygulu konuşmalarla bir festival daha geride kalmış oldu… G “Yas Ormanı” filminden... ski adı ile Bombay, yeni adı ile Mumbai, 17,76 milyonu bağrına basan, son yıllardaki ekonomik mucizelere karşı 10 milyon vatandaşı hâlâ gecekondularda yaşayan, çarpık planlamanın bir mimarlık karabasanına döndürdüğü, deniz manzaralı katlarda oturanların ayda 10.00015.000 dolar kira ödediği tezatlarla dolu bir kent. Üstelik de Hollywood’a taş çıkaran ticari Hint sineması “Bollywood”a adını vermiş bir kent. Böyle olunca bu kentte sanat ağırlıklı bir festivalin olması bile sıra dışı sanki. Buna rağmen Mumbai Uluslararası Film Festivali on yıldır nitelikli sinemaya aç kentlilere hizmet ediyor ve tek bir salonla başlayan festival bugün kentin değişik semtlerinde dünya sinemasından seçkin örneklerle sürüyor. Ayrıca ülkenin her bir bucağından ve ayrı diller konuşulan eyaletlerden kayda değer yeni Hint sineması da özenle sergileniyor. “Hoşçakal Bafana” filminden... Yeni Hint sineması deyince karşımıza çıkan ilk önemli sorun nitelikli filmlerin azlığı. Yönetmenler dev Bollywood’un gölgesinde çabalarken festivallerde övgü kazanabilecek filmler ile gişede rekor kırabilecek filmler arasında bir karara varamıyor, sanki. En ciddi konuları en temiz bir üslupla anlatmaya çalışan filmler bile beklenmedik bir anda Bollywood’un o ünlü şarkı ve dans formülüne geçiyor ve şarkının sonu gelene dek kurtulamıyorsunuz. Ortalama iki saati aşan duygu sömürülerinde güzel kadınların inci tanesi gözyaşları yanaklarından yuvarlanırken kamera tüm acıları kutsallaştırıyor. Bir de herkes nedense avaz avaz ve abartmalı el kol kaş göz hareketleriyle, sessiz filmlerdeki gibi mim yaparak konuşuyor, ki gerçek yaşamda böyle konuşan Hintliye henüz rastlamış değilim. Tüm bu zayıf yanlarına karşın izlediğimiz filmler arasında güncel temalar ağır basıyordu. Örneğin modernizm ve gelenekler arasına sıkışmış kadınların aile sorunları, karı koca anlaşmazlıklarının çocuklar üzerindeki etkisi, kırsal kesimde yaşam zorlukları ve şu sıralarda gazetelerde sık rastlanan bir konu olan, çiftçiler arasında sık görülen intihar olayları… İki yakayı bir araya getiremeyen çiftçiler tefecilerin tuzağına düşüyor ve borçlarını ödeyemeyince buhran geçirip intihara başvuruyor. Bu konunun en başarılı örneği gencecik bir yönetmen Mangesh Hadawale’nin “Tingya” yapıtıydı. Ailenin geçimi için çok önemli olan bir ineğe bağlanan bir çocuğun öyküsü üzerine kurulan filmin yalın anlatımı etkileyiciydi. Yönetmen filminde bir kenarda kaderine bırakılmış yaşlıların alkol bağımlılığını da başarıyla anlatıyordu, maddi sıkıntıların aileler üzerindeki acı etkilerini de. “Tingya” başkanı olduğum E “Alevi Arabeskine” reddiye A. Galip eynep Karababa’nın ikinci albümü “Gül Yüzlüm” geçen ay Kalan Müzik’ten çıktı. Kız kardeşi Gülsün Sıvas’ta katledilen Karababa albümünü onun anısına adamış. İşte sanatçının türkülere, âşıklara ve bugüne ilişkin anlattıkları… İki albümünüz arasında yedi yıl var. Neden bu kadar bekleyiş? Maalesef ekonomik koşullar ve “türkü” piyasasının getirmiş olduğu bazı engeller albüm yapmamı geciktirdi. Tanınmamış, popüler olmayan bir sanatçı olarak albüm yapma imkanınız çok kısıtlıdır. Ya kendi paranız olacak, ya sponsorlar veya direk kaset şirketi ilk etapta ticari kazancını düşünerek size yatırım yapacak. Halk ozanlık geleneğinin sizce günümezdeki anlamı nedir? Türküler sizin için ne ifade eder? Ben, âşıklık geleneğini sürdürmüş halk ozanı Mehmet Ali Karababa’nın kızıyım. Babamdan ve diğer ozanlardan/âşıklardan iyi öğrendim ki: halk ozan/âşığı için türkü söylemek sırf teknik bir olgu değildir; türküler bir yaşam biçimidir. Size çok özel bir örnek vermek istiyorum. Babam, Mehmet Ali Karababa 2 Temmuz 1993 tarihinde Sıvas katliamında kaybettiğimiz kız kardeşim ve yeğenlerimizin yanı sıra diğer sanatçı ve ozan dostlarından sonra kalp krizi geçirdi ve bir dönem felç oldu. Etrafındaki insanları çoğu zaman tanıyamıyor; isimlerini hatırlayamıyordu, ama bağlamasını ve türküleri hiç unutmadı. Hiçbir şey hatırlamazken bağlamasını işaret ederdi. Sazını eline alır orta telden yanık ezgiler çalardı. Zeynep Karababa ikinci albümü “Gül Yüzlüm”ü çıkardı. Halk ozanı Mehmet Ali’nin kızı, Sıvas’ta yakılan Gülsün’ün ablası sanatçı, albümünün “baba” parçalardan oluştuğunu söylüyor. Bugünkü türküleri derinlikten yoksun, sosyalsiyasi duyarlılıktan uzak bulan Karababa’nın bir de tanımı var: “Alevi arabeski”! albümün özelliği Meluli’nin Latife eserini okumam. Bu eseri kadınlar pek okumazlar. Yalnız Meluli’nin Latife’si çok daha uzundur ve ancak gönül yoluyla sezilebilen ve Tanrısal âleme ilişkin olan ince anlamdır, işarettir. Bir gün bu eserin orijinalini de okumayı umuyorum. Albüme eklediğiniz sunuş yazısına baktığımızda isminin de özel bir yeri olduğu fark ediliyor. Gül Yüzlüm kimdir, kimlerdir? Bu çalışmayı, 1993 Sivas katliamında 21 yıllık ömrüne kıyılan, gül yüzüne hasret kaldığım(ız) kardeşim, Gülsün Karababa’nın benimle yaşayan anısına adıyorum. Kardeşim sanatı, resmi, edebiyatı, felsefeyi.. çok severdi. Toplumsal gelişmelere duyarlıydı, haksızlıkları çekinmeden dile getirirdi. Birçok hedefi, özlemleri vardı ve önü açıktı. Yaşanmamış sevdasıyla o genç yaşta gitti. Bütün ömrümle sevgili kardesim… Diğer bir yandan Gül Yüzlüm herhangi bir insan’a, can’a söylenmez; gönlü temiz olanlara denir; nefsini öldürenlere değil, bilenlere denir; merhameti, saygısı, sevgisi olanlara denir ve elbette ki Kul Ahmet’in Gül Yüzlü Sultanım eserine dayanıyor. G Z Sizce içinde yaşadığımız dönem, ozanları, âşıkları kabullenebilir mi? Popüler kültür halk müziğini ne kadar taşıyabilir? Halk ozanlık, âşıklık geleneği, bununla birlikte ustaçırak ilişkisi artık yavaş yavaş bitiyor gibi görünüyor. Çabuk ve acımasız tüketime dayanan kent koşullarında artık Anadolu ozanları/aşıkları, yetişmiyor. Kent koşullarında Alevilik ve Aleviler kendilerini yenilemedikleri ve okumadıkları müddetçe de bu değişmeyecek. Kent koşullarında “kent ozanları” yetişecek mi, acaba diye kendime bazen soruyorum. Bilmiyorum. Zaman gösterecek bunu. O zaman siz neye dayanıyorsunuz, biraz “ölü” tarihe, geçmişe sığınıyor olmuyor musunuz? Benim etkilendiğim ve sığındığım kocaman, güzel bir gelenek, ölü bir kültür değil, sönmüş bir ateş değil. Ancak bugün artık, bütün derinlikten, edebiyattan, ağırbaşlılıktan, sosyalsiyasi duyarlılıktan yoksun bir “alevi arabeski” üretiliyor. “Alevi arabeskçileri” Alevi müziğini kullanıp, pek anlamsız şiirleri türkü kılıfına, formatına sokup ya salt kaderci aşkı bizlere anlatıyor ve böylece yüreğimizi “tüketiyor” ya da bizleri sırf eğlendiriyor. En üzücü durum ise, günümüzde artık türkünün ve genel olarak sanatın toplumsal bir eylemin vazgeçilmez öğesi olduğunu unutmamız… Herkesin derdi, güzel bir repertuar oluşturmaktır. Sizin repartuvarınız nasıl oluştu? Kimlerden faydalandınız? Çok sesli müziğe kesinlikle karşı değilim. Bu çalışmayı oluştururken sade, doğal bir altyapı istedim. Ağırbaşlı “Baba” parçalara yer verdim. Alto ses rengine sahip olduğum için, repertuvar seçiminde pek sıkıntı çekmedim; Genc Abdal, Pir Sultan Abdal, Meluli, Âşık Hüseyin, Feyzullah Çınar, Sinası Koç, Kul Ahmet gibi ozan/âşıklardan faydalandım. Bu C M Y B C MY B