17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 MART 2008 / SAYI 1147 9 önceden açıklayanlar olduğu gibi, son ana kadar karar vermeyenler ya da kongrede karar değiştirenler de var. İşte bu 796 kişi, Clinton ile Obama’nın kaderini belirleyecek. Son verilere göre, Clinton’ın 244, Obama’nın 205 süper delegesi var, geriye kalanlar ise henüz kararsız. Görünen o ki, en son 7 Haziran’da Porto Riko’da yapılacak önseçime kadar, her iki aday adayı da sayılarla ince hesaplar yapmayı sürdürecek. Bu belirsizliğin, John McCain karşısında Demokrat adayların şansını zayıflattığı bir gerçek. Belli ki, süper delegelerin bir kısmı, oylarını, genel seçimde John McCain’i hangi adayın yenebileceğine bakarak belirleyecek. 71 yaşındaki Bush destekli muhafazakâr McCain, halk nezdinde saygın bir savaş gazisi. Böyle bir adaya karşı, 60 yaşında, beyaz bir eski first lady mi, yoksa Müslüman bir baba ile Hıristiyan bir annenin, siyah ırka mensup, 46 yaşındaki senatör oğlu mu daha başarılı olur? Aslında doğuştan gelen bu özellikler yerine, adayların kendi iradeleriyle ortaya koydukları politikalara odaklanılsa, yanıtı bulmak çok da zor değil. Bu arada kimi Demokratlar, süper delege lobisinin kızışmasından çok rahatsız. Çünkü süper delegeler kendi eyaletlerinde çıkan sonuca uygun yönde oy vermezlerse, bu, seçmenden daha az oy alan adayın desteklenmesi sonucunu doğuracak. Partideki sıkıntının nedeni de bu… G [email protected] DÜNYALI YAZILAR Süper delegeler için süper yarış Zülal Kalkandelen 2 0 Ocak 2009’da göreve başlayacak 44. ABD Başkanı kim olacak? Bu soru, bir yılı aşkın bir süredir gündemimizde. Dünyanın gidişatına yön veren en yetkili liderin koltuğunda dört yıl boyunca kimin oturacağı, bu gezegende yaşayan herkesin hayatını bir şekilde etkileyecek önemli bir konu. Acaba o koltuğa sertlik yanlısı bir şahin mi oturacak, yoksa diyaloğa daha açık bir Demokrat mı? Barack Arizona Senatörü John McCain’in, Obama. Cumhuriyetçi Parti’den başkan adayı olacağı kesinleşince, şimdi tüm dikkatler Demokrat Parti’ye çevrildi. Bu partinin kurallarına göre, başkan adayı olabilmek için 2025 delegenin kazanılması gerekiyor. Bizim tek parti dönemindeki ikinci seçmenlere benzeyen bu delegeler, bağımsız değil; kendi eyaletlerinden çıkan sonucu uygulamakla görevliler. Bugüne kadar yapılan önseçimler, Hillary Clinton ile Barack Obama arasında büyük bir yarışa sahne oldu. Fakat durum öyle bir aşamaya geldi ki, bundan sonraki bütün önseçimleri Clinton kazansa da, eyalet delegeleri bazında önde giden Obama’ya yetişmesi pek olanaklı görünmüyor. Kalan seçimlerin hepsini Obama’nın kazanması durumunda ise, onun da adaylığı garanti değil. Bu durumda, sonucu belirleyecek olan “süper delegeler” kilit konumuna geldi. Hillary Clinton... Peki, kim bu süper delegeler? Partinin seçilmiş valileri, belediye başkanları, Kongre üyeleri, Demokrat Parti Ulusal Komite üyeleri, eski başkanlar ve parti liderleri. Toplam 796 kişi; yani kongrede oy kullanacak 4049 delegenin yaklaşık yüzde 20’si; adaylık için gerekli olan 2025 delegenin yüzde 40’ı. Bu süper delegelerin yetkileri gerçekten süper. Başkan adayının belirleneceği kongrede bağımsız bir şekilde istedikleri adaya oy verebiliyorlar. Hangi adayı destekleyeceğini LACİVERT PAZAR YAZILARI İçtenlik, küreselleşme, saydamlık... Enver Aysever ilişim Çağı olarak tanımlayabileceğimiz bir süreci yaşarken, kimi yapıp etmelerimizin sahiciliği üstüne yeniden düşünmemiz gerek. Artık eylemlerimizin ne olduğundan öte, nasıl algılandığının önemini kavramalıyız. Dostoyevski’nin Cinler romanında Stefan Trofimoviç’in “Gerçek hiçbir zaman benzemez doğruya, bunu biliyor musunuz? Doğruyu doğruya benzetmek için içine biraz yalan karıştırmak zorunluluğu vardır” sözünü anımsayın. Çırılçıplak bir gerçeğin, belki sadeliğinden ötürü kişiyi ikna etmediği du Düşlerde yaşatmak... Adnan Binyazar aul Auster’in “Brooklyn Çılgınlıkları” adlı romanı oldukça ilginç. Yazar (anlatıcı), bir öğrenciyle tartışır. Öğrenci, yazarların yaşamlarında, sonu gelmez karışıklıklar görüldüğünü ileri sürer: “Edebiyat âleminin devlerine, yarıdevlerine baktığımızda her türlü cinsel, siyasal eğilimde olan, en yüce idealizmden en aşağılık alçaklıklara kadar her türlü insan davranışını gösteren yazarlarla karşılaşılırmış.” Bizde ayrıca, cinselliği sulandıran birçok yazar, medyatik sayılarak toplumda değer de buluyor. *** Öğrenci, yazarlarla ilgili şu gerçeklere de değiniyor: Kafka ilk hikâyesini bir gecede, Stendhal “Parma Manastırı”nı kırk dokuz günde, Melville “Moby Dick”i on altı ayda, Flaubert “Madam Bovary”yi beş yılda yazmış; Musil “Niteliksiz Adam”a on sekiz yılını vermiş, kitabı tamamlayamadan ölmüştür. Milton kördür, Cervantes’in tek kolu yoktur. Homeros’la Borges’in kör olduğunu da ben ekleyeyim... Marlowe yirmi dokuzunda, George Büchner yirmi üçünde, Lord Byron otuz altısında, Emily Bronte otuzunda, Charlotte Stendhal... Bronte otuz dokuzunda, Shelley otuzuna basmasına bir ay kala; Leopardi, García Lorca ve Apollinaire’in üçü de otuz sekizinde, Paskal otuz dokuzunda, Heinrich von Kleist otuz dördünde sevgilisiyle birlikte intihar ederek ölüyor. Yazarlar da bizim içimizden çıkıyor. Doğal olarak, insanın hallerinden izler taşıyacaklardır. Ama öyle yanları da vardır ki, o, kimsede yoktur. Bu da, Kafka’yla küçük kız arasında geçen olayda olduğu gibi, yansısını yazılanlarda buluyor. *** Öğrenci, Kafka’nın nasıl bir yazar, nasıl bir insan olduğunu anlatmak için onun “Oyuncak Bebek” adlı öyküsünü örnek verir. Kafka, ölmeden önceki son yılında Berlin’de yaşamaktadır. Bir gün, parkta hıçkıra hıçkıra ağlayan bir küçük kızla karşılaşır. Çocuk, bebeğini kaybettiği için ağlamaktadır. Kafka oracıkta bir öykü uydurup, ‘Bebeğin seyahate çıktı’ der. Kız, ‘Nerden biliyorsun’ diye sorar. Kafka, ‘Çünkü bana mektup yazdı’ deyince, ‘Mektup yanında mı’ diye sorar kız. Öyle bir mektup yoktur. Kafka, mektubu ertesi gün getireceğini söyler. Eve dönünce kızın mektubunu yazmaya koyulur. Mektupları şöyle yorumluyor öğrenci: “Kafka küçük kızı kandırmak üzere yazmamaktadır. Güzel ve inandırıcı bir yalan uydurabilirse, çocuğun kaybettiği bebeğin yerini bir başka gerçekle doldurabilecektir.” Kafka üç hafta boyunca parka gidip yazdığı mektupları kıza okur. Kafka. Mektubun son satırında, bebek, arkadaşına veda eder. Mektuplar, küçük kıza bir öykü kazandırarak, ona bebeğini unutturmuştur. Tartışma, öğrencinin şu yargısıyla noktalanır: “Kızın bir hikâyesi vardır artık ve insan bir hikâyenin içinde, bir hayal dünyasında yaşayabilecek kadar şanslıysa, gerçek dünyanın acıları sona erer.” Söz süprüntüleriyle şişirilmiş onca roman yerine Kafka’nın bu öyküsünü kim okumak istemez?.. G [email protected] B selleşme demek doğru mudur? Bu soruların haklılığı kadar, yanıtsız olması da, belki bu öğretinin ürünüdür. Melih Cevdet Anday Defter’ine yazmış, eski Yunanların tanrıyı insan biçiminde düşündüğünü. Bizim halkımızın tanrıya tapma alışkanlığının, insana tapmaya dönüştüğünü eklemiş. İşin tuhafı Melih Cevdet’in bu duyguyu oluşturan nedeni, aslında kişinin tapınılmayı istemesinde bulması. Eğer tapınılmak istemezsek, tapmaktan vazgeçeceğimizi düşünüyor usta şair. Bu akıl yürütme, bizi siyasal düzendeki kısırdöngüyü açıklamaya götüreceğini söyleyebiliriz. Sürekli rahatsızlık duyduğumuz kişiegemen partiler, hem tapınılan liderleri tatmin etmektedir, hem de tapacak put ge rumlar çoktur. O halde gerçeğin gücünü göstermek, değerini kavratmak için yalana değilse bile, kurguya gereksinim olduğunu söyleyebiliriz. Kirli bilginin alabildiğine hüküm sürdüğü sanal âlem, bir yandan özgürleşme fikrini geliştirse de, öte yandan bizim dışımızda bir düzen bulunduğunu ve bunun karşısında yenik, güçsüz ve küçük olduğumuzu hissettirmektedir. Savaşım arzusu yerini yılgınlığa ve belki daha da tehlikelisi yazgıcılığa bırakır. Kitapçı raflarında her gün sayıları hızla artan komplo yapıtlara baktıkça, insanoğlunun yeni bir din, tanrı arayışında olduğunu fark etmemek olanaksızdır. Bu yeni tanrı kimdir? Bu tanrının eğer bir öğretisi varsa, adına küre reksinimi olan toplumların bu duygusunu doyurmaktadır. Buradan demokrasiye varılır mı? Sanmam… Machiavelli’nin siyasi düşünür olarak saptamaları hayrete düşürür kişiyi. Kimi zaman onun yararcılığı, devleti kutsayan anlayışı karşısında isyan edersiniz. Kimi zaman, çözümlemeleri ve devlet adamı yaklaşımlarıyla sorunu canevinden yakalar. Verem hastalığını örnek göstererek, bu hastalığı erken teşhis etmenin güçlüğünden söz eder. İyi bir hekimin erken tanı koymasıyla bu hastalığın iyileşebileceğini söyler. Tersine hastalık ileri evrelerinde çok kolay saptanır. O vakit iş işten geçmiştir. Tanıyı koyduğunuzda tedavi olanağı yoktur. İyi bir devlet adamının toplumsal, siyasal has talığı zamanında teşhis etmesi halinde, çözüm üretmekte başarılı olacağının altını çizer. Eğer geç kalırsanız, hastayı öldürürsünüz. İçinde bulunduğumuz coğrafya işte bu iki tür devlet adamından hangisinin iktidarda olduğuyla ilintili olarak biçimlenecektir. Taptığınız lider, size her şeyi içtenlikli biçimde söyleyecek midir? Yoksa imanla güçlenen bağınızı bilerek, hoşunuza giden sözler mi edecektir? Birincisi kuşkusuz sizin yararınıza olacaktır. Ağzınızın suyunu akıtarak yediğiniz leziz akşam yemeğinin borç parayla verildiğini, dahası oturmakta olduğunuz evinizin ipotek altına alındığını, eğer ay başına dek kredi kartınızın asgari ödemesini yapmazsanız haciz geleceğini ve en korkuncu yakında elaleme avuç açacak duruma düşeceğinizi söylese, yedikleriniz boğazınıza dizilecektir. Eh hal böyle olunca da, ya imanınız zayıflar ya da hızla düzeni değiştirmek için mırıldanmaya başlarsınız. O halde liderin işi güçleşir ki, bunu kendini tanrı yerine koyan hiçbir kişi istemez. Öteki durum, görece olarak herkesi memnun eder. Sürekli zengin olacağı umudunu taşıyan kişinin ruh hali, zengin olandan daha iyidir. Zenginlik tatlı bir düştür ve onun peşinden koşmak kişiyi mutlu eder. Kaybedecekleri karşısında korkuya kapılan varlıklı kişi, salt bu kaygıyla dünyayı kendine zindan eder. Oysa avare bir yaşamın pençesinde bile olsa, “yarın daha iyi olacak” umudu taşıyan orta halli bir yurttaş, akşam başını yastığa her biçimde huzurlu koyar. Her ikisi için de, farklı gerekçelerle bile olsa, bir put gereksinimi vardır. Biri diğerinin tatlı tatlı uyuması için bu putu yaratır; diğeri ötekinin yerine geçebileceği umudunu diri tutmak için… “Toplumlar, hak ettikleri biçimde yönetilirler” savı ne denli doğrudur, emin değilim. Tüm bir toplumun, türdeş bir algıya sahip olduğunu düşünmek haksızlık olur. Ancak tapma duygusuyla baş edemeyen toplumların dertten kurtulamayacağı açıktır. Bu bağ içtenlikten, saydamlıktan yoksun egemen sınıflar yaratır. Aslında yalan söylemeyi özendiren, bir tür mistik kimliği bu sınıflara veren de bu yığınlardır. Kişinin kendini bu dev gövdeli kalabalıktan ayırması ve fark edilmesi sanıldığından hayli güçtür. Küreselleşme bizi yalan söylemeye itiyor, bunu biliyoruz. Ancak aşağıdakiler ve yukardakiler arasındaki bu çelişkili uzlaşı karşısında, bir ihtimal daha var diyebilmek hayli güç. “Demokrasi olmayan yerde sosyalizmden, sosyalizm olmayan yerde de demokrasiden söz edilemez” diyen Rosa Luxemburg için haksızdı diyebilir miyiz? İçimizde dünyanın tümden değişeceğine yönelik umut taşımadığımız sürece, yeni tanrılar bir bir yerini alacaktır tarih sahnesinde... G www.enveraysever.com P
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle