17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 16 MART 2008 / SAYI 1147 7 Deniz Yavaşoğulları Ödül, günümüz insanının ideal aşk kavramıyla oluşan beklentileri ve para ile kurduğu ilişkiyi gözler önüne seriyor. Ancak masalsı bir yanı da var... Oyunun bu masalsı yanını Beatrice karakteri de güçlendiriyor, değil mi? Oyunda Beatrice’in masalları ya da klişeleşmiş ilişki tasarılarını, yaşanması gereken bir gerçeklik olarak algıladığını, bir yandan da hislerini sorguladığını görüyoruz. Aşka inanmak istiyor. Tasarlanmış bir ideal erkek, ideal ilişki, ideal aşk arayışında. Yazar onu bir gökdelenin 33. katına yerleştirmiş. Metinde pencereden görünen manzara sürekli değişiyor, bu da Beatrice’i düşsel kılıyor düşüncesindeyim. Ben, oyunda değişen manzara yerine Beatrice’in kendi oluşunu değişken kılmaya çalıştım. Beatrice oyun metninde yoruma çok açık bir karakter. kendisini Beatrice olarak tanıtıyor ancak, sonra da isminin aslında Beatrice olmadığını söylüyor.. Metindeki bazı veriler beni Dante’nin İlahi Komedyasına götürdü. Beatrice, Dante’nin İlahi Komedyası‘nı yazarken ilham aldığı kadının ismi. Dante kimseye yazılmamış, söylenmemiş bir eser yaratacağına söz veriyor. Oyunda kadının arzusu da bu. Kimseye söylenmemiş sözler duymak, kimsenin yaşamadığı bir aşkı yaşamak istiyor. Bir taraftan da toplumsallaşmış davranış ve düşünce kalıplarının tuzağına düşüyor. Jean ise bir ödül avcısı...Peki hangi noktalarda bağdaşıyorlar? Beatrice ideal aşk peşinde, oysaki ideal bir tasarımdır ve tasarım hayata geçirildiğinde değişkenlik özelliği kazanır. Jean ise para gibi değişmez bir ideal peşinde olduğundan yaşamın dışına düşüyor. Bu noktada çelişik gibi görünen karakterlerin hayata yaklaşımı aslında buluşuyor, ama bakış biçimlerinin doğası gereği asla birleşemiyorlar. Ödül’deki eleştirel bakış açısı günümüzün gerçekleriyle ne denli örtüşüyor? Örneğin, internette aşk aramayla bağdaştırılabilir mi? Tabii, mesela bu oyun Belçika’da o şekilde sahnelendi. Orada oyun Beatrice’in bir barda dizüstü bilgisayarından ilan vermesiyle başlıyordu. Günümüz insanı masallarını tüketim âleminde ve sanal âlemde sürdürme çabasında. Teknoloji gelişiyor ama kısır imgelerin alışılmış çekiciliği hâlâ baş döndürüyor. Oyun ne zamana kadar devam edecek? Oyunumuz nisanın her pazar günü İstiklal Caddesi, Rumeli Han’daki Oyuncular Tiyatro Kahve’de oynamaya devam edecek. İlgilenenler daha detaylı bilgi için www.tiyatroliman.com‘a bakabilirler. Bir 21. yüzyıl masalı Dansla doldurulan hayatlar... Nihan Yığın K B ir iki üç, rumba! Beş, altı, yedi, mambo! Sağ arka! Sol ön! Beyoğlu’ndaki Afrocubanos Dans Okulu’ndayız. Kursa gelenleri izlemek için cam kenarındaki sandalyeye oturuyorum, ama “Burada oturmak olmaz, hadi sen de gel” dedikleri zaman, hiç düşünmeden katılıyorum aralarına. Önce ritim çalışması, sonra mambo, rumba ve çiftler… Kapalı duruş, açık duruş… “El bayanın kürek kemiğinde, erkek bayanı taşıyor”… Herkes dansa odaklanmış. Sadece müziği dinliyorlar. Dans ederlerken rahatlıyor ve başka bir dünyaya gidiyorlar. Yüzlerinden, bedenlerinden belli, gittikleri dünyada da sadece müzik var. O müzik bir sağa götürüyor onları, bir sola, bir ileri götürüyor, bir geri… Müzikle birlikte uçuyorlar sanki. Bir buçuk saat, göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor ve ders bitiyor. Bir sonraki seviyenin dersi başlayacak, birazdan. Bu arada ben de soluğu, eğitmen Sait Emir’in yanında alıyorum. O anlatıyor, ben dinliyorum. “Okulda dışarıda popüler olan danslar öğretiliyor. Salsa, tango, flamenko, oryantal, hiphop… Buraya gelenler genelde çalışıyor ve gündüzleri müsait olmadıkları için dersler genellikle akşamları yapılıyor. Buradaki amacımız sadece dans öğretmek değil, biz burada bir aileyiz ve kursa gelenleri de ailenin bir parçası olarak görüyoruz. Bu yüzden dersleri de eğlenceli bir şekilde vermeye çalışıyorum. İlk iki ay başlangıç seviyesi oluyor. Bu seviyede Salsa, Cha Cha, Merengue ve Bachata’nın temel adımlarını öğretiyoruz. İkinci ayda orta seviyeye geçiliyor, sonra ileri seviye… Seviyeler ilerledikçe, hareketlerdeki detaylar da artıyor. Salsa, Cha Cha, Merengue ve Bachata… Hatta flamenko, oryantal ve hiphop… Dans bedeniniz kadar zihninizin de yeni bir dile kavuşması demek… Bir dans okulu size işte bu yeni dili kazandırabilir… Haftada bir gün partimiz oluyor. Bu partilere bütün öğrenciler katılabiliyor. Bu partiler sayesinde hem arkadaşlık ilişkilerimizi güçlendiriyoruz, hem de öğrendiklerimizin pratiğini yapıyoruz. ” Emir’e kursa en çok kimlerin geldiğini ve tercih edilen dansları soruyorum. “Eğitim seviyesi yüksek olanlar geliyor. Mühendisler, doktorlar… En çok Latin dansları tercih ediliyor, ağırlıklı olarak da salsa” diye yanıtlıyor “Çünkü Latin dansları kolay ve eğlenceli. Başlangıçta en kolay hareketleri yapamayanlar, şimdi çok güzel dans ediyorlar. Katılımcıların yaşları ise on sekiz ile kırk arasında değişiyor”. Neden en çok Latin danslarının tercih edildiğini konuşurken, bir yıldan beri dans eden Hakan Eğne araya giriyor. “Modern dans zor olduğu için tercih edilmiyor” diyor “Tango eş gerektiren bir dans türü, oryantal ve hip hop çok az kişinin ilgisini çekiyor. Geriye sadece Latin kalıyor.” Sait Emir’in orta seviyenin dersini başlatmak üzere konuşmayı kesiyor. Bu seviyeden bir öğrenciyle konuşmak istiyorum, kır saçlı, kırk yaşlarında gösteren bir erkek gönüllü oluyor, ama isminin yayımlanmasını istemiyor, fotoğrafının da... O kadar seviyor ki dansı, anlatırken bile dans ediyor sanki: “Ben hekimim. Hayatımda bir boşluk vardı ve bu boşluğu doldurmak istedim. Ne yapabilirim diye düşündüğümde aklıma ilk gelen dans etmek oldu. Bir buçuk aydır dans ediyorum. Dans ederken çok eğleniyorum. Estetik ruhumun dansla geliştiğini ve yontulduğunu hissediyorum. Dans beni dünyadaki sorunlarımdan, işimin stresinden uzaklaştırıyor ve başka bir dünyaya götürüyor. Bedenen ve ruhen dinlendiğimi hissediyorum. Dans öğrenilmesi gereken bir sanat. Herkes dans etmeyi öğrenmeli. Bu şekilde insanların birbirlerini daha iyi anlayacaklarını ve sorunları daha kolay çözebileceklerini düşünüyorum. Bence dans toplumsal baskıya bir başkaldırıdır.” Ruhumuzu dinlendirmenin zamanı geldi. Orta seviyenin dersini izliyorum. Mambo, rumba, kapalı duruş, açığa geçiş, dönüşler… Derken ders bitiyor. Ben de soluğu bir yıldır dans eden ve yarışmalara hazırlandığını duyduğum Hakan Eğne’nin yanında alıyorum. Dansa ilgisinin nedenlerini, dansa nasıl başladığını anlatıyor: Dans okulları, şehir yaşamının yorgunluğunu atmak, sorunlarını unutmak isteyen insanlar için bir kurtuluş... “Dans etmeyi seviyorum. Bu işi ciddi olarak yapmak istiyorum. Yarışmalara hazırlanıyorum. Buna seyirci olarak katıldığım bir yarışmada karar verdim, dans edenleri izlerken ben bunu yapmalıyım, dedim. Fırsat buldukça partnerimle çalışıyoruz, yani bu işi sadece hobi olarak görmüyorum.” Eğne sözlerine danstan önceki hayatıyla, sonraki hayatını karşılaştırarak devam ediyor: “Dansa başlamadan önce, dans edenleri uzaktan seyrediyordum ve onlara özeniyordum. İçimden keşke onların yerinde ben olsam diye geçiriyordum. Eskiden asosyal ve çekingen biriydim. Dansa başladıktan sonra sosyalleştim ve çekingenliğimi üzerimden attım. Şimdi, kalabalık bir yerde, bir kızı rahatlıkla dansa kaldırabilirim.” Eğne Latin dansları yapıyor, fakat bununla sınırlı kalmak istemiyor. “Tek bir dansla yetinirsem, eksik kalacağımı düşünüyorum” diyor “Profesyonel olarak dans etmek istediğime göre, birden fazla dans öğrenmeliyim. Şimdilik sadece Latin danslarını yapıyorum ama tango ve disko tarzı danslarla da ilgilenmek istiyorum.” Eğne, önerilerde bulunacak kadar yol almış dansta, sözünü esirgemiyor… “Dansı özellikle yeni evli çiftlere tavsiye ediyorum. Çünkü bir süre sonra ilişkileri monotonlaşıyor, böyle bir ilişkide de çiftler birbirlerine negatif enerji veriyor. Fakat dans ederlerse, hem ilişkileri monotonluğundan kurtulur, hem de birbirlerine pozitif enerji verirler. Dans ederken vücudu güzel kullanmak gerekiyor. Başlarda ben de biraz garipsemiştim, ama sonra alıştım. Sabah kalktığımda somurtan insanlar yerine, gülen insanlar görmek istiyorum. Bu yüzden herkes dans etmeli.” anadalı yazar Carole Frechette’in yazdığı “Ödül/Jean ve Beatrice” isimli oyun Tiyatro Liman’da seyirciyle buluşuyor. Oyunda, bir gökdelenin otuz üçüncü katında yaşayan, uzun saçlarıyla prenseslere benzeyen Beatrice kentin her yerine; kendisini etkileyecek, hislendirecek ve cezbedecek kişiye büyük ödül vaat eden ilânlar asıyor ve sonrasında bir ödül avcısı olan Jean ile tanışıyor. Karakterleri Zeynep Özyağcılar ve Tankut Yıldız’ın canlandırdığı oyunda kısaca, günümüz insanının ideal aşk, ideal sevgili, ideal ilişki kavramlarıyla oluşan beklentileri ve para ile kurduğu ilişki eleştirel bir bakış açısıyla ele alınıyor. Ödül/Jean ve Beatrice’in çevirisini ve yönetmenliğini üstlenen Ece Okay Işıldar’la oyunu konuştuk. Bu oyunu Türkçeye de ilk kez siz çevirmişsiniz. İlk oyun olarak Ödül/Jean ve Beatrice’i seçmenizin nedeni ne? Evet. Carole Frechette takip ettiğim kadarıyla şimdiye kadar 15 dile çevrilmiş, bizimkiyle 16 oldu. Bu oyunu ilk okuduğum an sahnelemek istedim. Piyeste oyun içinde oyunların gelişmesi, sahnede yaşanan gerçekliğinin günlük hayatta olduğu gibi anlık değişimlerle hayat bulması, bunu sahnede oyuncuların da yaşaması ve aynı anda seyirciye sunulması da bana çok cazip geldi. Sanki eşzamanlı yaşanan farklı bir boyutu seyretmek gibi. İki kişilik bir oyun, bu durum sinemada olduğu gibi seyirci çekme açısından dezavantaj olarak görülebilir aslında... Aksine, seyirciler bu oyundan çıktıktan sonra tiyatro seyretmenin tadına vardıklarını söylüyorlar. Tiyatronun tılsımı seyircinin hayal gücünü hareketlendirebildiğinizde devreye giriyor, yani tiyatroda seyirciye, hayal ettiğiniz her ne ise kabul ettirebiliyorsanız, oyundaki kişi sayısının bir önemi kalmıyor. Tabii oyunculara çok iş Oyunda karakterlerin yanı sıra dekor öğeleri de sembolik motifler taşıyor... düşüyor. Ece Okay Işıldar. Fotoğraf: VEDAT ARIK Ödül/Jean ve Beatrice, Tiyatro Liman’ın sahnelediği ilk oyun. Ece Okay Işıldar’ın Türkçeye çevirdiği, Zeynep Özyağcılar ve Tankut Yıldız’ın oynadığı oyun, günümüz insanının ideal aşk, ideal sevgili kavramlarıyla oluşan beklentilerini ve para ile kurduğu ilişkiyi eleştiriyor. Ancak oyunun masalsı bir yanı da var... Caz mücadeledir... Çılgın 17 hippi... Zekeriya S. Şen erlin’de 1995 yılında bir araya gelen 17 Hippies, adının aksine ilk dönemlerinde bir üçlü olarak müzik yapmaya başladı. Christopher Blenkinsop tarafından hayata geçirilen 17 Hippies ilk müzik tecrübesini “Hippi Ev Dansı” adıyla bedava konserler vererek yaşadı. Bu dönemde, Fransız ve Barok harmanlaması bir müzik üzerine yoğunlaşan ekip, yeni üyelerle müziklerini de geniş bir yelpazeye yaydı. Zamanla yirmi hatta bir dönem otuz kişiye ulaşan ekip rock, caz, etnik, geleneksel ve klasik müzik harmanlamaları ile ortaya oldukça farklı ve zengin bir dünya müziği tarzı çıkardı. Sahnede yaptıkları müzik ile kendilerini kaybeden ekip, ilk iki albümlerini 1997’de “Rock’n’Roll” ve 1998’de “Texas Radio” adı altında çıkardı. Müzik şirketlerinin tek taraflı anlaşmalarına tepki olarak ekip, 1999’da kendi müzik şirketini kurmaya karar verdi ve böylece özgür bir biçimde müziklerini yayımlamaya başladı. Müzik firmalarından çıkan ilk albümleri 1999 tarihli “Wer ist das?” oldu. Özgün bestelerden oluşan albüm çok olumlu eleştiriler topladı. Doğu Avrupa melodilerini Fransız şanson ve Amerikan folk ritimleri ile Caz müziğinin dâhi çocuklarından gitarist ve besteci Onur Ataman bir dizi konser için grubu “Onur Ataman Ensemble” ile İstanbul’a geliyor. Ataman için caz müziği hayatla paralel gidiyor. Mücadele de cazın doğasında var. Ali Deniz Uslu Her şey müzik için unda Kurtuldu müziğe ilkokulda başladı. Müzik yanı başında kanını kaynatırken o gündelik kaygılarla hayatına onsuz devam etti. Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nü birincilikle bitirip, yine birincilikle yüksek lisansa başladı. Boğaziçi Üniversitesi’nin doktora değişim programıyla Yale Üniversitesi’ne gitme şansı varken o, eğitimini noktalayıp müziğe yönelme kararı aldı. Bu yüzden de ilk albümünün adını da “Yol Ayrımı” koydu. Müzikle çocukluğunuzdan beri yakınmışsınız, ama bir türlü profesyonel olarak bir araya gelememişsiniz. Güzel sanatlar lisesinden konservatuvara giden bir süreç yaşamak ister miydiniz? Küçükken mandolin ve piyano çalıyordum. Şarkı söylemek için isteğim hep vardı, ama cesaretim yoktu. Konservatuvar da hep aklımdaydı, fakat Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanınca kendimi riske atmak istemedim. Keşke şan eğitimine çocuk yaşta başlasaydım diye düşündüğüm çok olsa da Boğaziçi’nde okumaktan çok memnunum. Tek pişmanlığım müziğe daha fazla zaman ayırma fırsatını iyi kullanamamam. Üniversitede ise ekonomi bölümündeydim. Ekonomik teoriyi iyi anlıyordum, ama aklımda hep şarkı söylemek vardı. Müzik teorisine de epey düşkündüm. B birleştirerek gerçek ses sentezini oluşturan 17 Hippies, parçalarında kullandıkları Almanca, İngilizce ve Fransızca ile çok geniş bir dinleyici kitlesine hitap etmeyi başardı. 2002 tarihli “Sirba” adlı Fransızca albümlerinden sonra farklı yan projelere sokulan ekip yoğun şekilde film müzikleri ile ilgilendi, aynı zamanda konser serisine devam etti. İlk ciddi stüdyo albümü olarak lanse edilen “Ifni” albümünü ise 2004’te çıkardı. Tüm Avrupa’da büyük başarı sağlayan albüm gruba olan talebi daha da arttırdı ve ekip Japonya’dan İspanya’ya, Fas’tan İsviçre’ye kadar uzun bir dünya turnesine çıktı. Grup, 2005’te çıkardıkları “Live in Berlin” ve 2006 tarihli “17 Hippies Play Guitar” konser ve toplama albümlerinden sonra karşımızda en son ve yeni çalışmaları “Heimlich” ile çıkıyor. Geniş ve farklı kültürlere hitap etmesini bu kadar kolay gerçekleştirip bu kadar arka planda kalmayı başaran 17 Hippies son albümlerinde adeta çılgınlar gibi eğlenip kendilerini ciddiye almayan bir grup imajı yansıtıyor. Elbette bu tür bir izlenim, her grupta bir korku ve çekimserlik arayan çoğu müzik eleştirmeninde olumsuz bir tat bırakabilir. Ancak 17 Hippies için asıl önemli olan kendilerini kaybedebilecekleri müzikleri dinleyicilerine ulaştırabilmek. İlk dinleyişte kederli ve melankolik bir hava veren albüm, aslında dinledikçe sizi içine çeken, kıpır kıpır bir müziksel karnaval. Açılışı yapan “Schattnmann” Balkan ezgileri ile sizlere adeta bir şelaleden aşağıya atarcasına karşılıyor. KiKi Sauer’in kusursuz bir Fransızca ile söylediği balad “Son Mystére” albümün büyüsünü yansıtıyor. “Wann war das?” ve “Tick Tack” savaşlar arasında gidip gelen transatlantik gemisinde nostaljik şarkılar söyleyen bir ekibi karşımıza çıkarıyor. Daha hızlı olan “Deine Tränen” Balkanlar’da soğuktan kaskatı kesilmiş bir Çingene grubunu adeta kulağımıza taşıyor. Her parçada farklı enstrümanların birlikteliği büyük bir tesir yaratıyor. Sınıflandırılamayan 17 Hippies ekibi ne rock ne de dünya müziği yapıyor. Müziksel bir bukalemun olarak tanımlayabileceğimiz 17 Hippies anlaşılmayı beklenen bir grubun aksine sadece kabul edilip eğlenilmesi gereken bir ekip. muzik@ tikabasamuzik.com F C az gitaristi ve kompozitör Onur Ataman 1977 İstanbul doğumlu. 14 yaşında eline aldığı elektro gitarın verdiği heyecanla müzik adına ilk adımı İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda attı. 2001 yılında Hollanda Kraliyet Konservatuvarı’nı kazandı, üstün öğrencilere verilen “Top Talent” bursuyla okudu. Mike Stern, Scott Henderson, Michael Brecker, Avishen Kohen, Peter Erskin ve Kurt Rosenwinkel’le birlikte müzik yaptı. Grubu, “Onur Ataman Ensemble”ı da yine Hollanda Kraliyet Konservatuvarı’dan öğrenci arkadaşları ile kurdu. “Onur Ataman Ensemble” doğaçlama ile zenginleşen müziğinde, rock, elektronik, klasik Batı müziğinin ezgisel tınıları ve İstanbul’dan melodiler var. “Onur Ataman Ensemble” 18 ve 19 Mart’ta Nardis Jazz Club’da, 20 Mart’ta ise İstanbul Hayal Kahvesi’nde sahne alacak. Caz hayatınızda nerede duruyor? Benim için caz hayatın her anında. Sabah kalktığımda, sokakta, işimi yaparken, okurken, hatta uyurken… Caz gücünü doğaçlamadan alıyor. Biz de hayatı doğaçlıyoruz. Yani caz hayatla paralel gidiyor. Peki cazın neresindesiniz, yani caz standartları ve klasik caza mesafeniz nedir? Caz standartlarını bilmek kesinlikle şart. Onu bildikten sonra caz yolculuğunuza başlayabilirsiniz. Bana 60’lı yılların cazı daha yakın. Yani sınırların genişleyip yeniliklerin caz müziğe karıştığı dönem. Evet, zaten ben kendime her zaman Miles Davis’i örnek alıyorum. Miles, benim için gerçek bir öğretmen. Ya John Coltrane? Konservatuvar yıllarında zorunlu almamız gereken ödevler arasında Miles ve Coltrane’nin müzikal analizleri, kompozisyonları ve doğaçlamaları vardı. Hiç unutmuyorum ikinci sınıftayken John Coltrane’in Miles’la birlikte kaydettiği “Kind Of Blue” albümündeki sololarını yazmam ve çalmam için iki ay onlarla yatıp kalkmam gerekti. Coltran’in mükemmel tekniği ve müzik matematiğindeki hâkimiyeti beni her zaman şaşırtmaya devam ediyor. Hollanda’daki eğitiminiz sırasında Philipe Catherine, Micheal Brecker, Mike Stern gibi isimlerle birlikte çalışma fırsatı bulmuşsunuz. Onlarla çalarken hiç eliniz titremedi mi? İstanbul’da yaşarken küçücük odamda, yatağımda uzanıp bu isimleri sayıklardım. Onlarla çalışmaya başlayınca da kendimi bir rüyada hissettim. Mesela Catherine’ni ilk aradığımda “Hadi gel bize” dedi ve kendimi onun evinde gitar çalarken buldum. Zamanla bu heyecanı yeniyorsunuz ve işin keyfini çıkartıyorsunuz. Zaten ben caz sayesinde hayatta ayakta kalmanın, mücadele etmenin ne demek olduğunu anladım. Müzikal öncelikleriniz neler? Bence kompozisyon kendiliğinden ve zorlanmadan gelmeli. Ben müzikte basitliğe inanıyorum. Bestelerimi genellikle piyano ile yapıyorum, çünkü piyano duyum açısından gitara nazaran daha rahat. Bu, armoniyi benim bestelerimde oldukça güçlü kılan bir unsur. Ritim ise müziğe hayat veren en önemli önceliğim. Son yıllardaki Güney Hindistan müziğiyle olan çalışmalarım da bu konulara daha da hassas yaklaşmamı sağlıyor. “Onur Ataman Ensemble” son halini ne zaman aldı? Gruptaki müzikal yoğunlaşmadan bahsetsek biraz. Nasıl bir füzyon söz konusu? “Onur Ataman Ensemble” son halini 2006 yılında almaya başladı. Oldukça uzun ve zor bir dönem geçirdik. Bir de caz grupları diğer müzik grupları gibi değil, çünkü caz müzisyenleri aynı anda beş ya da altı proje birden çalabiliyor. Bu da devamlılığı ve müzikal dili bazen tehdit ediyor. Biz çoksesli müzik kullanıyoruz, müziğimizde üretilmiş sesler, sample’lar var. Bu müziğimizin günümüz müzikleriyle ve çağdaşlarıyla uyum içinde olmasını sağlıyor. Tabii bunun dışında perdesiz gitar çalmam ve Türk müziğinin makamlarını ve ritimlerini kendi müziğimde harmanlamam ortaya sıradışı bir füzyon çıkartıyor. “Winter Sun” albümümüz de bu anlayışın bir ürünü. Ekonomi teorisi okuyan birinin müzik teorisini sevmesi pek de şaşırtıcı değil aslında. Evet, uzak görünüyorlar, ama hiç de değiller. İkisinin de temelinde matematik var. Müziğin mutfağı zaten kendini matematiksel bir dille açıklıyor. Albümünüzün adı “Yol Ayrımı”. Siz akademik kariyer ve müzik serüvenin arasındaki ayrıma ne zaman geldiniz? Doktora sürecinde müzik kendini iyice hissettirmeye başladı. Ben de “artık müzik istiyorum” diye isyan ettim. Zaten Yale Üniversitesi ile okulun değişim programının gerçekleşmesi yaklaşınca daha fazla dayanamadım. Zorunluluk olmasa da akademisyen olmak isteyen birinin kaçırmak istemeyeceği bir fırsat olarak görülüyordu bu, ama benim derdim müzikti. Üstümde büyük bir baskı oluştu. Bu baskı ile yol ayrımına geldim ve doktorayı bıraktım. Aileniz ve öğretmenleriniz bu kararı nasıl karşıladı? Annem üniversiteye girdiğimde bırakıyorum desem de “git kızım” derdi. Müziğin beni mutlu ettiğini biliyordu. Babam akademik hayatıma inanıyordu. “Doktoranı yap, müzik her zaman olur” diyordu. Bu karar benim için de kolay olmadı. Ailem ise maddi, manevi desteklerini hiç üzerimden çekmediler. Öğretmenlerim ilk başlarda beni birkaç kez vazgeçirmişlerdi, sonra bana en çok destek veren üniversite çevrem oldu. Çünkü yüzümdeki heyecanı görmüşlerdi, mutlu olacağım şeyi yapmanın en doğrusu olduğuna beni onlar inandırdı. Kaygıları anlaşılır, çünkü müzik riskli bir sektör… Benim için müzik şöhretle, paraya ulaşmanın bir aracı değil, benim amacım müzik. O yüzden albüm kayıtları bitip, albümün son halini elime aldığımda artık istediğimi yapmıştım ve mutluydum. Eleştirilere de hazırım. Albümdeki dört şarkıda tarz olarak birbirinden farklı. Müzikal olarak aradığınız neydi? Dediğiniz gibi, dört şarkı da birbirinden çok farklı. Ben, batılı müzik anlayışına yakınım, hatta senfonik diyebileceğim bir müziğin peşindeyim. Aslında albümde alaturkalık da duyuluyor. Zaten albümü yaparken bir tarz belirleme derdine düşmedik, iyi bir şey yapmaya çalıştık. “Tarzı belli değil” gibi bir eleştiri de gelecektir. Hem bu bir deneme, bir arayış... Sonraki çalışmalarımda kendimi daha net bulacağımı düşünüyorum. Funda Kurtuldu’nun ilk albümünün adı “Yol Ayrımı”. Bu ismin onun için özel bir anlamı var, çünkü başarılarla dolu akademik kariyerini, müzik için bir kenara bırakmış. Ailesi ve dostları bu Fotoğraf: VEDAT ARIK kararında onun yanında, eleştirilere ise hazır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle