17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

24 ŞUBAT 2008 / SAYI 1144 9 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi... Hatice Küçük üyük bir şehir var karşınızda, aynı zamanda birçok insan… Düşman kimine göre… Alışkın olmadığınız bir sürü olay. Neye nasıl tepki vermek gerek bazen kestiremiyorsunuz. Hele bir de bu büyük şehirde dişiyseniz ve şimdiye kadar hiç kendi başınıza yaşamamışsanız, üstünüze üstünüze gelir insanlar. Her şeyden, herkesten korkarsınız, aileniz gelmeden önce tembihlemiştir; “kimseye güvenme, kimsenin verdiği bir şeyi yemeiçme, çantanacebine dikkat et, gece dışarı çıkma!..” Bunlar böyle uzar gider. Ancak bu şehirde yaşamayanlar bilmez ki bazen şehir seni yönlendirir, sen şehri ya da yaşamını yönlendiremezsin. Günler otobüse, okula, bankaya yetişmekle geçer ve bazen kendinden bile geçersin. “Artık ne olacaksa olsun!” dersin. Rahatça yolda yürüyememek, otobüste rahatça gidememekten bıkarsın bir süre sonra. Ama üniversiteyi kazanmışsın, bırakamazsın, okumaya mecbursundur, yani şehirle savaşmaya… Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen kız arkadaşlarımıza geldiklerinde karşılaştıkları zorlukları sorduk: “Öfke” neyin nesidir? Ataol Behramoğlu “İmam” ve “hatip” başbakan esip savuruyor. “Öfke”nin de “hitabet sanatı” olduğunu söylüyor. Bu ifadedeki cümle düşüklüğü çok açık “Öfke hitabet sanatıdır” demek, örneğin, şöyle cümleler kurmak gibidir: “Dikkat anlama sanatıdır” “Disiplin başarı sanatıdır” vb. Bu cümlelerin “karine” yolu ile çıkarsanabilecek anlamları şöyle kurgulanabilir: “Dikkat (dikkatli olmak, dikkat göstermek), anlamanın (anlama sanatının) gereklerinden biridir” “Disiplin (disiplinli olmak), başarı sanatının (başarılı olmanın) gereğidir, bir öğesidir” vb. Özetle, “öfke hitabet sanatıdır” demek, elmalarla armutları toplamak gibidir. Daha dolaysız bir deyişle, bozuk bir cümledir, saçmadır, anlamsızdır. Fakat biz yine de “öfkeli” ve “hatip” başbakanın ne demek istediğini anlıyoruz. Aşağı yukarı şunu söylemek istiyor: “Hitabet sanatının içinde öfke öğesi de vardır. Hitabeti sanat yapan öğelerden biri de öfkedir.” vb. Fakat başbakan o kadar öfkeli ki, düzgün cümleler kurmaya özen gösterecek sabrı yok. Zaten böyle bir derdi olduğunu da sanmıyorum. Ne dediği anlaşılsın, yeter. Bu nedenle de, dilbilgisinden, cümle yapısı bilgisinden, “semantik”, “söz dizimi” kavramlarından habersiz biri gibi, “öfke hitabet sanatıdır” diyerek, kestirme yolla işin içinden çıktığını sanıyor. B Yolda yürürken hep koluma çarparlardı. Birine bunu anlatırken bunun nedeninin beni kuvvetli mi diye denemeleri olduğunu öğrendim. Ondan sonra yolda daha dikkatli yürümeye başladım. İstanbul uzaktan görüldüğü gibi korkunç değil aslında. Bir süre sonra her şey tanıdık olmaya başlıyor. Aslında İstanbul’la yaşamaya alışıyorsunuz.” ADIYAMAN NEREDE? E. D. İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencisi. İstanbul’a Adıyaman’dan gelmiş. Gelmeden önce hayata, İstanbul’a bakışı daha farklıymış, şimdi ise tam bir İstanbullu. Yurttaki odalarında yedi kişi yaşasalar da yalnız yaşamaya alışmış. İlk günlerini şimdi gülerek anlatıyor: “Beni en çok rahatsız eden şeylerin başında kalabalık geliyordu. Hiçbir yerde bir dakika boş kalamıyordum. Nereye gitsem insan; simit almak istiyorum sıra, otobüse bineceğim sıra, okula gireceğim sıra her yerde insan ya da insan topluluğu vardı. Bu durumdan çok sıkılmıştım. İstanbul’da hiçbir şeyi zamanında yapamıyordum. Bir şeyi yaparsam diğeri eksik kalıyordu. Adıyaman’da hastane, okul, adliye, belediye gibi kaydımı yaptırdım ve yerleştim. Burs aramaya başladım, Sultanahmet’te bir kurum, haftada bir sohbetlerine katılmam karşılığı burs vereceğini söyledi, ama sohbetlere girebilmek için de kapalı olmak gerekiyordu. Bunu kabul etmedim, ama maddi sıkıntılarla başa çıkamayıp oraya giden öğrenciler var. İstanbul’da yaşamanın iyi tarafları da var tabii ki. Çok çeşitli insanlarla tanışıyorsunuz. Küçük yerlerde genelde tek tip insan vardır. İnsanlar birbirlerini tanırlar ve çok dedikodu olur. Büyük şehirde sokakta milyonlarca insan var ama ne sen onları tanıyorsun ne de onlar seni tanıyor. İstediğini yaparsın sokakta kimse seni önemsemez ya da sen önemsemezsin. Kimilerine göre bu insanları uzaklaştırsa da beni özgürleştiriyor. Sosyal faaliyetler gelişmiş. İstediğin kadar sinema, tiyatro, sergi var. Her şeyin iyisi de var kötüsü de. İyi kafeler de var kötü barlar da. Sevdiğin bir şarkıcı, oyuncu, yazar görebilirsin, tanışabilirsin. İstanbul’un en heyecan verici taraflarından biri bu. Son olarak kendine destek sağlamak istediğinde kolayca iş bulabilirsin. Kalifiye işler olmayabilir ama para kazanabilirsin. Ama bana göre öğrenci dersleriyle ve bölümüyle ilgilenmeli. Okuluna engel olmamalı.” D. H. üniversiteye Ankara’dan gelmiş. Türkiye’nin ikinci büyük şehrinden gelmesine rağmen ilk geldiğinde o da zor günler geçirmiş. O günlerin hiç geçmeyeceğini düşünmüş: “2005 yılında üniversiteyi kazandım. Ailem Ankara’da oturduğu için İstanbul’da okumama çok tepki gösterdiler, inat ettim, İstanbul’a geldim ve AÖS’e yerleştim. AÖS karma bir yurt, ülkücüler etkindi ve erkekler kızlara huzur vermiyordu. İki ay sonra ülkücülerden bir çocuk yanıma gelip reislerinin benden hoşlandığını söyledi, ben de istemediğimi söyledim. Birkaç kez daha geldiler, ben her seferinde reddettim. Sonra ‘reis’ kendisi geldi ve benden hoşlandığını bütün yurdun öğrendiğini, istemesem bile bir süre onunla çıkıyormuş gibi yapmam gerektiğini söyledi. Korkmuştum, bir ay kadar yurda gitmedim, arkadaşımda kalmaya başladım. O arkadaşımla eve çıktım daha sonra. En yakın arkadaşlarımdan biriydi ama eve çıkınca anlaşamadık. Evden ayrılmak zorunda kalınca tekrar yurda geçmem gerekti, Çemberlitaş Kız Öğrenci Yurdu’nda kalmaya başladım. O zaman günler geçmeyecek gibiydi, şimdi ise anılarda kaldı. Ne olursa olsun yalnız yaşamak güzel. Yalnızken sadece kendi dertleriniz oluyor bir de ailenizin sıkıntıları eklenmiyor.” G E. H. Beykent Üniversitesi Radyo Sinema Televizyon bölümünde okuyor. Samsun Çarşamba’dan gelmiş İstanbul’a. İlk üniversitesi değil. Daha önce Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okumuş. Çeşitli sebeplerden dolayı dördüncü sınıfta okulu bırakmış. E. H.’ye İstanbul, Ankara ve Samsun arasındaki farkları sordum; “Aslında Ankara ile Samsun arasında kültürel açıdan çok farklar yok ama biz ilçede olduğumuz için ilk başlarda zorlandım. Ankara bürokrasinin hâkim olduğu, sessiz, sakin, devlet memurlarıyla dolu bir şehir. Bazen genç olduğunuzu unutuyorsunuz, o sessizlik sizi de sarıyor. Sonra İstanbul’a geldim okula kaydımı yaptırdım ve kenti tanımak için düştüm yollara. Elimde haritayla her yeri gezdim. Gezerken başıma gelen ilginç olaylardan biri, nereye gidersem gideyim, ‘yıkım mı var, belediyeden mi gönderdiler’ diye sormaları. İnsanlarda yıkımla ilgili bir korku var. Ben gezerken genelde çok para almam yanıma. Akbili ve yemek paramı alır çıkarım ama çantam hep dolu görünür. Kâğıtlar, notlarla doludur. yerler bir arada ama İstanbul’da öyle değil. Hastaneye gittiğim zaman okula gidemiyorum, okula gitsem başka bir yere gidemiyorum. Her şey birbirine girmişti. Adapte olamamıştım bu duruma. İnsanlar bana sürekli Adıyaman’dan geldiğim için, Kürt müsün, Adıyaman neresi diye sorular soruyorlardı. Beni cahil, kültürsüz, hiçbir şey yapmayan biri olarak görüyorlardı. Aslında Adıyaman neresi diye sorarak kendi cahilliklerini, kültürsüzlüklerini ortaya çıkarmış oluyorlardı. Ülkelerinden bihaberdiler. Geldiğim yerdeki insanların yeterince kültürlü olmadığını düşünürdüm ama İstanbul’da gördüm ki üniversite öğrencileri bile dünya ya da Türk klasiklerini okumamış, hayatlarında hiç klasik müzik dinlememişler. Lisedeki arkadaş çevrem gerçekten kültürlüydü. Küçük bir yerde yaşadığımız için dünyayı, büyük şehirleri oradaki yaşamları merak ederdik. İstanbul’daki insanlar birçok olanağın içinde hiçbir şeyi merak etmiyorlar. İstanbul’da bilgisizliğin verdiği bir önyargı var. Babam memur emeklisi ve üniversiteye başladığımda büyük ekonomik sıkıntılarım oldu. İstanbul’a geldim okula, yurda Üniversite heyecanı, aileden uzakta yaşama korkusu hepsi üst üste gelir. Koca şehirde neyle karşılaşacağını bilemezsin, korkarsın ama gemileri yakmışsındır! İşte Anadolu’dan İstanbul’a gelen üç genç kızın çelişkileri, korkuları ve kendileriyle didişmeleri… *** Başbakanın “hitabet sanatı”yla ilgili olarak daha öncelerde de yazmıştım. Bunlardan, cumhurbaşkanlığının söz konusu olduğu günlerde yayımlanan “Başkomutan Erdoğan” (18.11.06) başlıklı yazıdan bazı satırları bir kez daha okuyalım: “Söylenilen sözlerdeki tutarsızlıkların yanı sıra, ses tonundaki iniş çıkışların ve ‘hitabet’teki beklenmedik yön değişimlerinin yapay ve sağlıksız grafiği ise benim gibi başka birçok kişiyi de tedirgin ediyor olmalıdır... İncelenmesi gerçekten ilginç sonuçlar verebilecek olan bu garip ‘grafik’, beni ülkemiz adına kaygılandırıyor… 1960’lardan bu günlere, üst düzeydeki hiçbir politikacının konuşmasının içeriğinde ve tarzında (hitabet tonunda) bu ölçüde bir saldırganlık ve hemen sonrasındaki alttan alışlar arasında şaşırtıcı gidip gelmeler, bu kadar tutarsızlık, birbirini tutmazlık, bu ölçüde tedirgin edici ve ürkütücü bir yapaylık görmedim…” Birkaç gün önceki “öfkeli” konuşmada da bu özellikler aynen sergilenmekteydi… *** Türkçemizde “öfke” üzerine pek güzel deyimler vardır: “Öfke baldan tatlıdır”, “öfkeyle kalkan zararla oturur”, “öfke gelir göz kararır, öfke geçer yüz kararır” gibi… Görebildiğimiz kadarı ile, her neye karşı ise, başbakanın öfkesi yatışıp geçecek gibi görünmüyor… Yakın tarihte, “öfke”lerini “hitabet sanat”larının odağına yerleştiren politik “önder”ler görülmüştür. Bunlardan benim aklıma ilk gelenler, en tipik olanlar, Hitler ve Mussolini’dir. Bildiğimiz kadarı ile öfkeleri hiç geçmemiş, fakat kendileri fena halde geçmişlerdir. G [email protected] Zaman, aşk zamanı değil Aylin Kotil G eçenlerde bir okurumdan gelen elektronik postada evli bir adamla ilişkisi olduğu yazılıydı. Durumunu anlatıp, sonuna da bunu size niye anlatıyorum bilmiyorum, diyerek cümlesini bitirmişti. Okurlardan gelen her elektronik postaya cevap yazıyorum ancak, buna bir şey yazmadım. Çünkü soru yoktu, tartışılacak görüş yoktu. İki gün “Sizden bir cevap bekliyordum” diye sitem etmiş okurum. İster istemez Deniz Gezmiş’in hapisteyken söylemiş olduğu bir cümle aklıma geldi: “Bu çocuklar daha doğru dürüst âşık bile olmadılar”. Bunu okuduğum gün içim acımıştı. Davalarına sahip çıkan nice insanlar, genç insanlar, âşık olamadan ölüp gitmişlerdi. Belki de onlardan sonraki kuşakların derdi tasası olmadan, rahat rahat aşkı yaşasınlar diye. Tekrar aynı döneme geldiğimizi düşündüm tüm bu türban olaylarından sonra. Toplum olarak aşkla meşkle uğraşılacak dönemden çıkıyoruz, dedim üzülerek; Laikliğin olmadığı yerde aşkın da olamayacağını çok iyi bilerek. Başımızdakilerin 14 yaşındaki, gelişimini tamamlamamış bir kız çocuğunu eş olarak seçebildiklerini okudum ürkerek. Ne aşkı dedim içimden, ne aşkı? Bu yüzden çok daha önemli konular var ülkede. Sarsarak uyandırmak zorundayız birbirimizi. Öyle orda burda ağlayarak laiklik elden gidiyor diyerek de değil. Birey olarak tek tek çabalayarak. 2229 yaş arası kızlarımızın ev kadını olmayı tercih ettikleri bir dönem içersinde ülkemiz. CHP ne yapıyor? Tek tük kalan CHP’li belediyeler ne yapıyor? Bu kızlarımızı meslek sahibi edindirecek, özendirecek kurslar nerede? Bu kızlarımızı evlerinden çıkararak, çağdaş topluma kazandıracak yönetim birimleri ne yapıyor? Aşk meşk dönemi bitti arkadaşlar. İş başa düştü. Birçok konuda toplumu gaza getirip toparlayanlardan bu konuda ses çıkmıyor nedense? Ancak bizler olaya sahip çıkarken, aynı toprağın insanları olduğumuzu unutmamamız gerekiyor. İç çatışma bizleri sadece zayıflatır. Zayıflatılmış toplum ABD’nin Türkiye için öngördüğü ve tercih ettiği en önemli özellik. Zaman, kimsenin ekmeğine yağ sürmeden davamızı anlatabilme ve kazanabilme zamanıdır. Kimseyi dışlamadan, itmeden... İyi haftalar. G [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle