Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
14 ARALIK 2008 / SAYI 1186 9 Hayatı bu kadar çok sevme anne Müjde Arslan Susan Sontag, ölmekten değil, bir gün mücadele edememekten, yenilmekten korkuyordu. Derdi bedeninin yok olmasından çok, beyninin durması ve artık üretememekti. Kanserle ve ölümle baş edebilmek için tek bir yolu vardı, yazmak… O da son ana kadar yazdı... Oğlu David Rieff ise annesinin ölümle dansını kitaplaştırdı… B ir gün herkes ölecek! Bunu çoğu zaman unutmak isteriz. Hollywood’un kıyameti andıran çoğu filminde kahraman ve sevgilisi dışında neredeyse herkes ölür; film süresince iliklerimize kadar ölüm korkusunu yaşarız: Çünkü bu her an ölebiliriz demektir. Filmin sonundaysa kahraman hâlâ yaşadığı, tehlike geçtiği için mutlu ayrılırız salondan: Ölmemişizdir. Susan Sontag’a üçüncü kere kanser (MDS) olduğunu açıklayan doktor, “bütün çabalara ve niyetlerine karşın” hastalığının bir tedavisi olmadığını söyler, olabildiğince tepkisiz. Bu, daha önce iki kere yakalandığı kanseri yenen Sontag’a şaka gibi gelmiş olmalı. Susan Sontag’ın ölüme direnen inatçılığı olmasa iki kanseri yenebilir miydi ama inat, ölümü ne kadar erteleyebilir? Sontag, üçüncü kere kanser olduğunu öğrendiğinde 71 yaşındaydı, ama henüz öğrenme heyecanı, yaşamı bilme isteği hesaba katılırsa çok gençti. Kim tam anlamıyla yaşının geldiğini, artık ölmesi gerektiğine inanabilir ki; hiç yaşlanmayan kalbine, ruhuna ne diyebilir ki? Sontag’ın bu denli yaşama tutunmasını gözleyen, ölünceye dek her anını yaşayan oğlu gazeteciuluslararası ilişkiler uzmanı David Rieff, tüm hasta yakınları gibi onun için bir şey yapamıyor olmanın acısını, iç huzursuzluğunu bir kitap metnine dönüştürüyor. Bir oğul olarak annesinin ölümünü belgeliyor. Annesinin ölümünü yazmayı, annesinin bir vasiyeti gibi kabul ediyor Rieff. Bunu yaparken son derece temkinli: Nerede duracağını, ne kadarını anlatacağını son derece tartıyor: Annesi olsa belki durup kimi zaman ona soracak ama soramıyor; içsesine inanmak zorunda. David Rieff için her şey bir Ortadoğu gezisi dönüşünde başlıyor: Kaynayan dünyanın sorunlarının ağırlığı altında annesinden bir şeylerin yolunda gitmediğinin haberini alıyor. Ertesi gün birlikte hastaneye gidiyorlar ve hastalıkkanser o saatten sonra evin başköşesine oturuyor. Ne dünya meseleleri ne son zamanların iyi, heyecan verici sanatsal aktiviteleri, hiçbiri onu geri planda bırakamıyor. Kitapta hasta ve yakınlarının doktorla olan ilişkisi üzerine de duruluyor: Şu kısmı doğru ki tüm mesleklerde olduğu gibi doktorlarda en kestirme yoldan işlerini yapıp, önlüklerini çıkarmanın peşindeler: Sizin için sonu ölmek olan bir cümle, onlar için çok sıradan olabiliyor; yapabilecek hiç mi bir şey yok? Yok. Bu çözümsüzlük, acizlik hastalar için ölümden bile beterdir herhalde. Doktorlar bunu çoğunlukla kendi aralarında konuştukları bir dille anlatırlar; bu anlaşılmayan dil ölümün yakınlaşmasının etkisini biraz olsun dağıtır sanırlar. David Rieff’in belirttiği gibi çocuklaştırırlar hastayı; anlamayan, bir şey bilmeyen, her söylenene inanan biri sanırlar. Sontag araştırmacı ve denemeci yanının da etkisiyle uzun süre araştırıyor; hastalığını günlüğünde her gün yeniden, en güzel kelimelerle tanımlamaya çalışıyor, yazıyor. Bu sebeple Sontag’ın son araştırma sahası yaşadığı kanser denebilir. Doktorların hiç Susan Sontag oğlu David Rieff ile. umut yok demesine aldırmadan ne kadar acılı ve umutsuz olursa olsun kemik iliği transplantasyonu yaptırıyor ve ıstırapla ölüyor. Çünkü Sontag, ölmekten korkmuyor, bir gün mücadele edememekten, üretememekten, yenilmekten, bedeninin yok olmasından değil, beyninin durmasından korkuyor. Ölüme direnmiyor, yaşama tutunuyor. Susan Sontag’ın mücadele dolu yaşamındaki en zorlu sınavı olmalı, ölmeden önceki son bir yılı, 71. yaşı. “Elias Canetti’nin bir oyununda, bütün karakterler boyunlarında üzerinde ölecekleri yazılı olduğu madalyonlarla işlerine giderler. Oyunun öncülü de bu noktadır: Böyle bir bilgiyle yaşamak hayat deneyimini, insanın imha olacağı, ortadan kalkacağı anı bekleme odasına dönüştürür.” Reiff, kitabında Canetti’yi özellikle anımsıyor: Sontag onu çok sevdiği ve aynı zamanda özellikle öne çıkardığı ölüm duygusunu çok önemsediği için ona başvuruyor. Çünkü annesi de Canetti’nin bir tür ölümlülükle uzlaşamama, ölüme razı gelememe eğilimini paylaşıyor. “Ölümü lanetliyorum” diye yazmıştı Canetti, “başka bir şey yapamıyorum”. Annesiyle konuşamadığı için Canetti’nin bu sözlerini tekrarlıyor Rieff. Agora Kitaplığı’ndan “Ölüm Denizinde Yüzmek” adıyla yayımlanan kitabı İngilizceden çeviren Pınar Savaş, bu kitabı annesi yine kanser sonucu ölmeden kısa bir süre önce okumuş ve çevirmeye karar vermiş: bu kitapla tanışmasını bir başka kanserli hasta yakınıyla konuşmak gibi yorumluyor. Meselenin aralık sayısında yazdığı “Geriye Ölümden Başka Bir Şey Kalmamışsa” adlı yazısında annesiyle Susan Sontag’ın ölümü arasında paralellikler kuran Savaş, “Öldüğünü, büyük bir ıstırap içinde öldüğünü ve ölümden çok korktuğunu biliyordum – en az Sontag kadar korktuğunu,” diyor. Kitapta öne çıkan bir nokta daha var, o da hasta kadar yakınındaki kişinin ölümle yüzleştiği. Bu hâlâ yaşayan, yaşayabilecek olanın da ölüm teslimiyetini yaşamasına neden oluyor; ondan daha çok korkuyor, karşısında daha çok küçülüyor. Ölen kişi için, ölüm bir düşmanken, yanındakiler için ölümün cismi ve onunla nasıl baş edileceğinin sorusu kalıyor. Sontag, Canetti gibi 72. doğum gününe üç haftadan az zaman kala öldüğü Memorial SloganKettering Kanser Merkezi’nde son anına dek yaşamayı başardı. David Reiff, annesi Sontag’a, hastalık günlerinde en çok şunu söylemek istiyordu: “Hayatı bu kadar çok sevme anne!” Belki de ölüm, hayatı çok sevdiğimiz için vardır. G Tanrım, çok kiloluyum! Ne güzel olurdu insanın kendi varlığına hâkim olması. Ama olmuyor, bilincimiz, Daniela (17 yaşında, lise öğrencisi) Yaklaşık 1.5 yıldır anoreksiyayım. Geçen yıl annem, ikizim ve ben tatile giderken kaza geçirdik. Kurtarma ekipleri üç saat çalışmayla bizi çıkarabildiler. Şuurum yerindeydi ve annemle ikizim yanımda öldü. Uzun süre komada kaldım, kendime geldiğimde ailem artık yoktu. Kimsem olmadığından, bizi erken yaşta terk edip bir daha aramayan babamla yaşamaya başladım. Kendimi kimsesiz ve istenilmemiş hissediyordum. Babam sıkça iş seyahatlerine çıkıyordu, hep yalnızdım. Yemek yemek istemiyordum, yediklerim giderek azalıyordu, ancak bu babamın dikkatini çekmiyordu. Kendimi tutamayıp çok şey yersem kusuyordum. Boyum, 1.66 metre, kilomsa 53’tü, önce 56 kilo verdim, sonra arkası geldi... Kilo vermek bir bağımlılık haline geldi, durmak istemiyordum! Kazadan kendimi sorumlu tutuyor, bunu hak ettiğimi düşünüyordum. Zayıfladıkça üşüyordum, başım dönüyordu, rengim solmuştu... Bir gün bayıldım. O sırada sadece 39 kiloydum. Ölmemem için suni beslemeye aldılar. Tedavi merkezine sevk ettiler, sekiz aydır buradayım. Hedefim üniversiteye başlamak. Ancak bu bağımlılığı yenmek çok zor. Kahvaltıda yediğim her lokma için kendimle savaşıyorum. Ne yaparsam yapayım yemek düşüncesi her saniye aklımda, esaret gibi! Bazen başaramayacağım endişesine kapılıp karanlık bir deliğin içine düşüyorum, ama önümde daha uzun bir yolun olduğunu da biliyorum. Öğle yemeğinde merkezdeki kızlarla adeta bir yarışa giriyoruz, elimizde değil, ancak herkesin kafasında en az kim yiyecek düşüncesi dönüyor. Başka bir kızı yerken seyretmek bana hayata bakmak gibi geliyor. Onun hakkında, o an “Bak ne kadar güçsüz, yemek yiyor, açlığına yenik düşüyor ve ‘en iyi arkadaşı’ anoreksiyaya karşı geliyor” diye düşünceler saplanıyor kafama. Korkunç bir his başkalarının önünde yemek yemek! Merkezdeki kızlarla dertleştiğimde hepimizin bir hikâyesi olduğunu gördüm. İnsanlar bizi yanlış anlıyorlar; biz, sadece zayıf olmak için öldüresiye perhiz yapmıyoruz, herkesin bunun için farklı, derin sebebi var. Bunu bir gün yenebileceğimi umuyorum, ama şu an yemek düşünmeden bir anım geçmiyor. G bilinçaltımız durmaksızın yağmalanıyor. Sistem insanlarla oynuyor, üstelik inceden inceye… Anoreksiya da sistemin oyunlarından biri… Genç, zayıf ve güzeli idealleştiren kapitalizm, bu ideal uğruna ölüme yatanları umursamıyor… Asuman Çetiner derin ve temelini ailede aramak gerekiyor; cinsel taciz, ihmal, sevgisizlik, iletişim kopukluğu, yüksek beklentiler, başarıya yönelik aşırı baskı nedenlerin başında geliyor. Hastaların aile profilleri de bunları doğruluyor; çevrenin düşüncesine öncelik veren, ne pahasına olursa olsun “iyi aile” izlenimlerini koruyan ailelerden söz ediliyor. Anoreksiyalıların hastalıklarını kabullenmemelerinde de bu aile terbiyesi yatıyor! Bu yüzden çoğu hastaya ancak kritik noktaya geldiklerinde müdahale edilebiliyor. Ergenlik çağında aşırı zayıflığın bedeli ise âdet kanamalarının durması, büyümenin engellenmesi, hatta cinsel organların gelişmemesi. Açlıklarını bastırarak vücutlarını kontrol altına almaya çalışan gençlerin beyinlerinde durmaksızın yemek yemek olmasına rağmen kendilerini ölüm eşiğine getirene kadar zayıflatmaları empati gücümüzü zorluyor. Ancak her hastanın belki de her şeyden önce dinlenmeye ihtiyacı var. İki genç kız öykülerini paylaşıyor. G R eklamları, televizyon dizilerini, gazeteleri, defileleri... zayıf hatta “0 beden“ kadınlar süslüyor. Mesaj basit; güzel olmak mı istiyorsun, önce zayıf olmalısın! Bir yandan modern toplum hızla şişmanlarken, öte yandan giderek daha zayıf kadınlar güzellik ideali olarak bilinçlere yerleştiriliyor. 1960’lardan bugüne, güzelliği zayıflıkla bağdaştıran bir akım söz konusu. Bu akımın en yakın takipçisi ise kadınlar. Dolayısıyla, zayıflama tutkusunun yarattığı hastalıkların mağduru da onlar. Bunların başında da anoreksiya geliyor. Bağımlılık olarak nitelendirilen hastalık özellikle ergenlik çağındaki kızları vuruyor. Çoğunlukla zayıflamak için yapılan masum bir perhizle başlıyor. Aslında uzmanlara göre anoreksiyayı tetikleyen asıl nedenler çok daha Nora (15 yaşında) Henüz 13 yaşındaydım, mutluydum, ama yakınlarım tarafından hep şişko olduğum söyleniyordu. Onlara hak verirdim, kilo vermem gerektiğini düşünürdüm. Boyum 1.55, kilom 54’tü. Rejime başladım, üç haftada yedi kilo verdim, ama kendimi hâlâ şişman görüyor, daha fazla kilo vermem gerektiğini düşünüyordum. 10 kilo verdiğimde ailem yeterince zayıfladığımı söyledi, durmak istemiyordum ve duramıyordum. Uyanır uyanmaz ilk düşüncem, kilo almamışım oluyordu ve tartıya koşuyordum. Kilo göstergesi düştükçe mutlu oluyordum. Kahvaltı yapmıyor, okulda yemeğimi arkadaşlarıma veriyor ya da çöpe atıyordum. Fazla yediğimi düşündüğümde vicdan azabı çekiyordum. Yemekten sonra aldığım kalorileri yakmak için saatlerce spor C M Y B C MY B yapıyordum. Annem, babam çalıştığından çoğunlukla evde olmuyor, beni kontrol edemiyorlardı. Yatmadan tekrar tartılıyordum. Kendimi bu derece kontrol edebilmek güzel bir histi. 40 kiloya düştüğümde ailem endişelenmeye başladı, ama o ilgi de ruhumu okşuyordu. Hep kardeşimde yoğunlaşan, hasret kaldığım ailemin ilgisine kavuşmuştum! Zayıfladıkça beni daha çok umursarlar diye düşünüyordum. Sonunda istemememe rağmen beni psikoloğa gönderdiler. İlk görüşmemizde tartılmamı istedi. O an da inanılmaz utanç sardı beni! “Kilolarımdan” utanıyordum! Oysa 39 kiloydum. Psikolog, anoreksiya olduğumu söyledi. Kabul etmedim, çünkü bence hâlâ çok şişmandım. Psikolog, iki kilo daha verirsem beni hastaneye sevk edeceğini söyledi. Rutinimi değiştirmedim. Doktor ziyaretine gitmeden tartıldım, 37 kiloydum! Çok sevindim. Doktor kilo verdiğimi anlamasın diye, 1.5 litre su içtim. Psikoloğu böylece atlattım. Doktor hayatımı tehlikeye attığımı, benim yaşımdakilerin tüketmesi gereken yemeğin dörtte birini yemediğimi söyledi. Gurur duydum, “Daha az yemeyi başarabilirim”diye düşündüm. Aileme terapinin fayda etmediğini ve bundan tek başıma çıkacağımı söyledim. İki haftada dört kilo daha verdim, 33 kiloya düştüm! Sürekli titriyordum, yorgundum, yaşadığımı hissetmiyordum. Kilo verme bağımlılığımdan başka şeye vakit ayıramadığımdan arkadaşlarımı kaybetmiştim. 33 kiloyla 4.5 hafta yaşadım, ta ki karnıma korkunç sancılar saplanana kadar. Hastanede, yarım saat geç kalsam bağırsak tıkanmasından öleceğimi söylediler. İlk kez kendime nasıl zarar verdiğimin farkına vardım. Yavaş yavaş yine yemek yemeyi öğrendim, ama hâlâ kalori hesabı yapıyordum. Bir yıl sonra yine 46 kilo oldum! Yeniden hayata dönmüştüm. G