02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 14 ARALIK 2008 / SAYI 1186 Sanattır kenti zenginleştiren Zülal Kalkandelen ayram haftasında Barselona’da olduğumu duyan bir arkadaşımdan ironik bir yorum geldi: “Demek koyun ya da inek yerine boğa olsun dedin!” İspanya’da boğa güreşi olduğunu hatırlatıyor... Benim gibi bir veganın boğa güreşi ile uzaktan yakından ilgisi olmaz, ama arkadaşım bir yönden haklı. Dünyanın neresine giderseniz gidin, hayvanlara bir şekilde eziyet ediliyor... Örneğin, Amerika’da Şükran Günü’nde olan hindilere oluyor. Hatta bu yüzden her yıl hindileri kurtarma kampanyaları düzenlenir Amerika’da. Ama sonuçta hep aynı şeyler tekrarlanır; bu gibi durumlardan kaçış nafile... Yine de Kurban Bayramı’nda uzak bir yerlere gitmenin faydası yok değil. Sokaklara yayılan kan kokusunu solumuyorsunuz hiç değilse... Diğer taraftan, Barselona’nın boğa güreşi ile özdeşleştirilmesi ise acıklı... Çünkü, bana göre, Katalonya bölgesinin bu güzel başkentinin asıl cazibesi, içinde barındırdığı muhteşem kültür. Bazıları yemeklerini ya da futbol maçlarını da ilginç bulabilir. B Ama bu kentte hiçbir şey, Katalan mimar Antoni Gaudi’nin eserlerinden daha etkileyici olamaz. 20. yüzyılın en büyük mimarlarından Gaudi, Barselona’ya öyle bir damgasını vurmuş ki, etkisi kentin ruhuna işlemiş. Barselonalılar, modern mimarinin bu yetenekli öncüsüne ne kadar minnet duysa azdır. Gaudi’nin bıraktığı miras, yüz yıl sonra bile insanları cezbedip büyülemeye devam ediyor. *** Barselona’nın sokaklarında yürürken, sanatın kalıcılığını derinden hissediyor insan. Zamanla her şey unutulabiliyor; oysa kalıcı olan, kuşaktan kuşağa aktarılabilen sanatsal eserler... Palau de la Musica Catalana denilen Müzik Sarayı’nda Mozart dinlerken de bunu düşündüm. Moldova Ulusal Senfoni Orkestrası, Mozart’ın “Requiem” adlı eserini yorumluyordu. 1791 yılında bestelendi bu eser. Aradan geçen 217 yıla rağmen hâlâ zevkle dinleniyor ve Gaudi’nin yapıtları gibi çarpıcı. Tabii belirtmek gerekir ki, Mozart’ın müziği, Palau de la Musica Catalana kadar olağanüstü bir mekânda çalınmasa da çok güzel. Gösterişsiz bir salonda ya da evde, nerede dinlenirse dinlensin, zamanı ve mekânı aşıp yoğun duygular yaratabiliyor... Barselona halkı, görkemli bir mimari ile bezenmiş bir kentte müzikle iç içe yaşıyor. Labirenti andıran sokaklarda, birden karşınıza flamenko yapan bir dansçı çıkabiliyor.. Güell Park’ta yürürken, kendi yaptığı “hang” adı verilen ilginç bir enstrümanı çalan bir gençle karşılaşıyorsunuz... Kentin meydanları, genciyle yaşlısıyla, erkeğiyle kadınıyla, şarkı söyleyip dans eden insanlarla dolu... *** 2007’de 7.2 milyondan fazla turist ziyaret etmiş Barselona’yı. Bir önceki yıla göre yüzde 8 oranında bir artış olmuş. Nedir bu ilginin sebebi? Sıcak iklimi, ünlü plajları, yemekleri ve gece hayatı mı? Mutlaka hepsinin etkisi büyük, ama bunların bir arada bulunduğu başka kentler de var. Öyleyse neden Barselona? Başta da belirttiğim gibi, bunun en önemli nedeni, kentin büyüleyici mimarisi ve Joan Miro, Salvador Dali gibi büyük sanatçılar yetiştirmiş bir kültür ortamının canlılığı. Bütün bunlara karşın, küreselleşmenin tek tipleştirme politikasının, Barselona’da da işlediği görülüyor... Başka bir ülkeyi ziyaret edince baş köşede McDonalds’la karşılaşmak can sıkıcı doğrusu. Kentlerin yerel kültürünü tanımak, giderek daha da zorlaşıyor. Farklılıkları bulmak için artık arka sokaklarda iz sürmek gerekiyor... Peki, 2010’da Avrupa’nın kültür başkenti olacak İstanbul ne durumda dersiniz? Kenti birbirine benzeyen alışveriş merkezlerinin cenneti haline getirenler düşünsün... G www.zulalkalkandelen.com / [email protected] Gülünesi bir olay... Adnan Binyazar ıradan bir kasaba kahvesi değil olayın geçtiği yer. İşportacı tezgâhı da değil; profesör muayenehanesi... “Süper ihtisas” diye bir kavram var mıdır, yoksa sıradan şarkıcılara “diva”, sokak gezgini oyunculara “star”, popçulara “mega” denmesine benzer bir yakıştırma mıdır bu da?.. Ya da, her işte olduğu gibi, ihtisas ABD’de yapılırsa “süper” mi sayılıyor? Belki de haberi kaleme alan muhabirin, olayı ballandırmak için bulduğu bir sıfat... Bundan kimsenin kuşkusu olmasın; Dr. Ayşe Güler Uygur’un Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni dereceyle bitirmesi, iki ABD üniversitesinde “nükleer ve dahili tıp” alanlarında uzmanlık derecesi alması büyük başarıdır; kadının, Cumhuriyet Türkiye’sinde ulaştığı doruktur. Diyelim, uzmanlığı da “süper”dir; ama Uygur’un adı; böyle olaylara mı karışmalıydı?.. Bir gazete haberinden aktarılan olayın özeti şu: Denklik Sınav Komitesi Jüri Başkanı Prof. Dr. Necati Örmeci onaylamadığından, Dr. Uygur, nükleer tıpta aldığı denkliği dahiliyede iki kez kazanamamış. Dr. Uygur, bunun nedenini öğrenmek için Prof. Örmeci’nin muayenehanesine gidiyor, odasına girmek istiyor. Örmeci’nin sekreteri Nevin Dörtkardeş ve Şükrü Öcal onu önlemeye çalışırken yumruklar havada uçuşuyor. Dörtkardeş, Uygur’un kolunu tutarak yüzüne yumrukla vururken, Öcal da Uygur’u başka bir odaya sokmaya çalışıyor. İki kişinin müdahalesiyle baş edemeyip bunalan Uygur, sekreter Dörtkardeş’in kolunu ısırarak kurtulmaya çalışıyor. Bu yazı, şikâyet üzerine polisin el koyduğu olaya adı karışan kişilerin birikimlerinin yinelenmesini de gerektiriyor: G Prof. Dr. Necati Örmeci: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, aynı zamanda da Denklik Sınavı Komitesi Jüri Başkanı... Uygur, böyle bir profesörün, kendisine, “Sen doktor bile olamazsın. Sen b.... birisin!” diye bağırdığını söylüyor. G Dr. Ayşe Gülay Uygur: Aynı üniversiteyi derece ile bitirdikten sonra, ABD’de Baltimore Hopkins Üniversitesi’nde nükleer tıp ve dahili tıp alanlarında ihtisas yapmakla kalmayan Medical College of Wiscons’ta “süper” ihtisasını tamamlayan, kavga sırasında kaşı yarılan, dudağı patlayan, göz(ünün) altında kanama oluşan bir bayan... G Sekreter: Kavganın başkişisi. Uygur’u yaralayan o. Uygur da onun kolunu ısırmış... Uygur onlardan şikâyetçi oluyor, Örmeci’nin iki çalışanı da Uygur’dan... Yazının amacı kimseyi yargılamak değildir. Büyük olasılıkla olay yargıya gidecek, kamuoyu yargının kararını öğrenecektir. Örmeci, “Bize hakarette bulundu. Adalete güveniyoruz!” diye ortalarda bağıradursun, biz onları polisle baş başa bırakalım. Ama... TBMM’de bile bu tür olayların daha âlâsına rastlansa, ağza alınmaz küfürlerin arasında sandalyeler uçsa, böyle bir olayın bilim adamları arasında geçmesi insanın kanını donduruyor. Düzey bu olunca, sokak politikacıları da Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oymaya kalkıyorlar! Yakınıp duruyoruz halkımız aydın değil diye... Öyleyse soralım: Aydın kim; kime baksın da aydınlansın?.. G [email protected] S İstanbul’da yazmak... Enver Aysever stanbul üstüne bir kitap yazıyorum. Doğrusu bir semtin öyküsünü yazmaya çalışıyorum. Bildiklerimi yeniden anımsamak, eksiklerimi gidermek ve öğrenmek için okumalar da yapıyorum. Kitaplarla bir kenti kavramaya inanmama karşın, bir süredir unuttuğum sokaklarını yeniden keşfetmem gerektiğini fark ettim İstanbul’un. Kaç zamandır, kolay yazan biri miyim yoksa yazı masasına oturmaktan kaçınan biri miyim, diye sorup dururum kendime. Uzun yürüyüşlerin yararını biliyorum, bir de araba kullanmak işe yarıyor. Öyle bir trafik bizi esir alıyor ki; kurgular yollarda yapılıveriyor, düşler caddelerde kuruluyor. İşin matrak yanı bu keyifli oyun, kentin karmaşasına karşı bir direnç geliştirmeme neden oldu. Yine de yazıdan kaçtığımı, türlü bahaneler yarattığımı fark ettim çoktandır... Bir yerlere yetişmekten vazgeçmek ve İstanbul’da yaşayanlarla bir sözleşme yaptığımıza inanmak işi kolaylaştırıyor. Bu kentte hiçbir buluşma sözü bağlayıcı değildir. Geç kalmak, kimi zaman ulaşamamak mücbir sebeplerden kaynaklanır... O halde; her kim önden varıyorsa gidilecek yere, kendince bir oyun kurmalıdır... Kitap okuyabilir örneğin... eğer güzel bir kahvedeyse kişi, dışarı bakabilir, kalabalıkla ilgili akıl yürütmeler yapabilir. Yeni İstanbul bu türden bir iletişimi ve zaman kullanımını uygun görüyor... Boğazın Anadolu Yakası’nı daha keyifli bulanlardanım. Arkadaşlarla bir meyhaneye gitmek için sözleşmiş, bu kez erken varan olmuştuk. Yürüyüşe koyulduk. Üsküdar’dan arabayla geçerken sahil şeridinde daha çok dar gelirli ve muhafazakâr insanların yoğunlukta olduğu parkı gözledim. Renkli balonlar arasında koşuşan çocuklar, balonlar gibi İ renkli türbanlarıyla anneler ve yazık ki inatla aile reisi gibi davranan babalar gördük. Kestaneciler, helvacılar, diyeceğim cümbür cemaat, pek de denizin farkında olmaksızın, biraz da telaşlı biçimde dolanmaktaydı parkta. Denizi fark etmenin bir uygarlık ölçütü olduğunu düşündüm. Aslında biraz daha önden düşünürsek bu sahil şeridini, Harem’den Üsküdar’a bölgeyi de irdelememiz gerekir. Denize sıfır banklarda oynaşan çiftlerin çokluğu hemen gözümün önünde... Üstelik hem tutucu çevrelerden gelenler, hem de diğerleri kısa aralıklarla doluşmuşlardır buraya. İşsiz güçsüzler, avareler; haftanın hangi gününde olduğunuza ve günün hangi saatinde oradan geçtiğinize bağlı olarak sahne alırlar. Hafta sonları çekirdek çitleyen aileler görürsünüz... Bu bölge, gece görgüsüz bir yaşama döner. Bayağılığın paçalardan süzüldüğü barlarda, ucuz zamparalar, boktan sesli şarkıcılar ve oynak kadınlar görürsünüz. Metresleriyle gelenlerle, yaşı geçkince olduğu halde, bu aşırı kibar garsonlarla yeni bir sevgili edineceğine inananlar arasında, sıkıntı yaratan bir uzlaşma olduğunu fark ediverirsiniz. Birkaç saat arayla buralarda değişen iklime, ortamdaki ucuzluğa hayret edersiniz. Gündüzün muhafazakâr kaçamak buluşma yerleri, gecenin şehvet ambarlarına döner... Hayret... Üstelik tüm bu olup bitenler, aslında kentin ortasındadır. Kız Kulesi yalnızlığına mı üzülsün, muhataplarının körlüğüne mi şaşırsın?.. Neyse... Kuzguncuk’un eski yapılı birkaç yalı ve çokça yeniden inşa edilmiş modern evlerinde daralan kaldırımlarında güçlükle ilerledik. Araba gürültüsünü bir süre sonra işitmez olduk. Dünyaya açılan yeni bir pencere, mucizevi bir biçimde, ansızın bir hediye sunar gibi Boğaz’ın sularıyla burun buruna getirdi bizi. İki yapı arasında unutulmuş bir boşluktan, ayaklarınızı uzatsanız değeceğiniz kadar yakın olabiliyorsunuz suya... Tek başına kalmış uzun ömürlü bir ağacın elleri uzanıyor size... Balıkçı sandallarına el sallamak serbest, selama selam geleceği de kesin... Birden oluşan tenhalığa şaşar kişi. Az ilerde, tuhaftır ama, bambaşka bir sınıfa ait insanların buluştuğu parkta buluverdik kendimizi. Deminki orta halli kalabalık yerini bir üst seviyeye bırakmıştı. Portatif sandalyelerini deniz kenarına yerleştirip, evden gelme mis kokulu kahvelerini yudumlayan iki orta yaşlı hanım ve biraz yaşlıca beyle selamlaştık. Aynı arzunun peşine düşmek bizi dost kılmıştı. Amatör balıkçıların telaşsız hali, bir bisikletlinin çağın dışında bir hızla çevirdiği pedallar, genzimize süzülen sevinçli soğuk, hepsi birden İstanbullu olduğumu anımsattı yeniden. Bu kentte söz söylemek için; sokaklarında dolaşmak, denizinden taşmak gerektiğini ansıdım. Hırpalanmış bir yalının önünde asılı satılık levhası canımı sıkmadı desem yalan. Yaşamın ahengini bozan tatsız olaylardan yorgunum. İstanbul’un bir semtini yazmak için tüm sokaklarını, caddelerini tanımak, kapılarını okşamak, insanlarını görmek isterdim. Çocukluğum, gençliğim aktı bu kentin içine ve ben şimdi orta yaşımda, içtenlikten yoksun, telefon iletileriyle gelen bayram dileklerini hüzünle okuyorum. İstanbul’u dinliyorum... Gözlerim bir açık, bir kapalı... G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle