22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 14 ARALIK 2008 / SAYI 1186 Lokanta basmak... Selçuk Erez Türk kahvehanesinde tiyatro... Kreuzberg’de yeni bir tiyatro açılıyor. Üç ay sürecek festivale ev sahipliği yapacak tiyatro eski bir balo evi. Festivalin konusu göçten çok göç sonrası yaşananlar… Üçüncü kuşak şimdi de derdini tiyatro ile anlatacak… erlin’in Kreuzberg semtinde bir festival başladı, adı “Dog Land”. Ocak ayına kadar sürecek olan festivalin ana odağını “göç” hikâyeleri oluşturuyor. İkinci ve üçüncü kuşak sanatçılarından Fatih Akın, Feridun Zaimoğlu, Neco Çelik, İdil Üner ve Ceza gibi ünlü isimlerin de yer aldığı festival, alışageldiğimiz göç hikâyelerini birer sanat eseri olarak kullanmaktan öteye geçip sanatın mekânını ve alanını genişletiyor. Festivale ev sahipliği yapan bina ise eski bir balo evi.. 1800’lü yıllarda balo evleri Avrupa’nın en önemli eğlence merkezleriydi; bu nedenle özellikle Batı Avrupa’nın birçok ülkesinde mahalle başı bir balo evine rastlamak mümkün. Festivalin kuratörlerinden Tuncay Kulaoğlu ile Kreuzberg semtinde, mekâna ismini veren Ballyhaus Nauynstrasse’de buluştuk. Ve önce mekanın eski hikâyesini dinledik. Ballyhaus Nauynstrasse 1863 yılında kuruluyor, değişik evrelerden geçtikten sonra 1983 yılında Kreuzberg Belediyesi’ne bağlı bir kültür evine dönüşüyor. Ancak mekan Kreuzberg’in kültürel ihtiyaçlarını karşılayamadığı için belediye farklı bir isimle ve farklı bir konseptle mekânı değiştirmek istiyor. Akla gelen ilk isim ünlü sanat yönetmeni Shermin Langhoff oluyor; çünkü Langhoff ve ekibi yaklaşık üç yıldır Berlin’de göç sorununa dair festivaller düzenliyor. Kulaoğlu da Langhoff’un ekibinden… Şimdi festival sayesinde sinemayla derdini anlatan T. Kulaoğlu. üçüncü kuşak tiyatroyla da görünür olacak… Kulaoğlu, özellikle üçüncü kuşak tarafından ele alınan göç sorununun tiyatro sanatında pek önemsenmediğini doğruluyor. Ancak bir kaygısını dillendirmeden de edemiyor, ona göre göç sorununun bir trend haline gelmesinin, Almanya’da birçok kişinin bu konuda doktora tezleri yazmasının ve bu konuya bir “sempati” beslenmeye başlanmasının ciddi bir tehlikeye dönüşme ihtimali var. Bu tehlikeyi yaratan arada kalmak, göçmen ve yabancı olmak gibi konuların azınlıklar üzerinden yürütülmesi ve son yıllarda birçok sanat dalının temel nesnesi haline gelmesi. Kulaoğlu’na göre kimi yaklaşımlar pragmatik, “Paranı vereyim sen bana hikâyeni anlat” gibi kalıcı olmayan bir ilgi söz konusu. “Biraz sert olacak ama sanki hayvanat bahçesinde, tel örgülerin arkasındaymışsın gibi hissediyorsun kendini; çünkü otantiksin” diyor. “Entegrasyon ve göç konusunu en iyi Türkler bilir gibi bir anlayışın hakim olması, sana sanatçı olarak bakmalarını engelliyor”. H ayatı artık Mobese kameralarından izliyoruz: Dört kabadayı, polis kıyafetine girmişler... İçkili lokantayı basıyorlar. Lokanta tıklım tıklım. “Nereye gidiyorsunuz?” Soran garsonların hayalarına birer tekme. Kendilerini polis olarak tanıtanlar, bir masada oturan genç bir kadını saçlarından yerde sürükleyerek götürüyorlar. Müşteriler? Garsonlar? Seyrediyorlar! Adamları polis sanmışlar, kadın da zaten kim bilir ne biçim bir şeymiş.. Adamlar polis olsalar bile, kadın da ne biçim şey olursa olsun, polisin böyle davranmaya hakkı mı var? Üniformanın en yaldızlısını giyip gelseler hazırolda mı duracaksınız? Masanızda oturan kadını zorla kaldıracak, yerlerde sürükleyerek götürecekler... Hani siz erkek oğlu erkektiniz? Haldun Taner sormuştu: “Hangi milletin istiklal marşı ‘Korkma!’ diye başlar?” Biz çok taşaklı erkek bir millet değil miydik? Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen iken şimdi ne olduk? Bu kadar çok mu korkuyoruz ki Mehmet Akif bize “Korkma!” demek gereğini duymuş... Hani biz Çılgın Türktük? Bu olayların sadece ve sadece bu ülkede demokrasinin var olmadığını tüyler ürpertici bir şekilde yansıttığının farkında mıyız? Bunun ekonomik krizin, irticanın önünde bile yer alan bir sorunumuz olduğunu biliyor muyuz? Çare arıyor muyuz? B Aslı Borucu Berlin’de ana teması göç hikâyeleri olan festivalin mekânlarından biri de, kahvehaneler... Amaçlarının tam da bu zihniyeti değiştirmek olduğunu söyleyen Kulaoğlu, izleyici/seyirci, sanatçı/sanat malzemesi arasındaki hiyerarşik ayrımı kırmanın çok önemli olduğunu vurguluyor; bu yüzden etkinlikler sadece bir tiyatro sahnesinde gerçekleşmiyor, izleyiciler hikayelerini anlatan kişilerin “gerçek” dünyalarına adım atıyor. Bu adımlardan biri de kahvehaneler… TÜRK LOKUMU YA DA ALMAN KIZARTMASI Kahvehane projesi, Neukölln ve Kreuzberg olmak üzere iki tiyatro parkurunu, toplam on iki kahvehaneyi, kapsıyor. Amaç, seyirciyi salona sokmamak. Kahvehanelerde de diğer etkinliklerde de olduğu gibi temel konu göç. Organizatörler ve sanatçılar buna “göçmen/göç sanatı” demekten ısrarla kaçıyor ve göç sonrası anlamına gelen “postmigrantisch” etiketini yapıştırıyor. “Almanya uzun bir süre göç ülkesi olduğunu kabul etmedi. Bugün göçün de ilerisinde olan toplumsal değişimler ve transformasyonlar var. Burada yaşayan üçüncü ve dördüncü kuşak Türk gençlerine baktığınızda o insanlar Türk falan değil” diyor Kuloğlu. “Bir yerden göç etmemişler ama göç arka planına sahipler ve bu arka plan onların peşinde bir gölge gibi dolaşmaya devam ediyor.” Peki kahvehanelerin göçmenler için bir anlamı var mı? Bu soru “1950’li yıllarda işçilik yapmak için Almanya’ya gelen Türklerin akşamları gezip tozabilecekleri, bira ya da çay içebilecekleri mekanları yoktu. Birçok Alman meyhanesinde de ‘Türkler giremez’ gibi yazılar asılıydı.Türk göçmenler meyhane ya da kafe açabilmek için işletme izni alamıyorlardı; çünkü ‘yabancıydılar’. Çalışma izinleri çalıştıkları fabrikalarla sınırlıydı” diye yanıtlıyor Kuloğlu. “Bunun üzerine birinci kuşak ‘misafir işçiler’ tescilli dernekler kurdular, zamanla bunların lokalleri oluşmaya başladı. Bugün Almanya’nın birçok kentinde dolaştığınızda kahvehanelerin tabelalarında ‘bilmem ne kültür evi’ yazar. Buralar bugün de birçok Türk genci için önemli sosyalleşme alanı”… Kahvehane sahiplerinin mekanlarının bu yeni hallerine bir itirazları yok, çünkü Alman toplumunun kafasındaki, kadınların giremediği, entegrasyona engel, uyuşturucu satılıp, kumar oynanılan, kimsenin aslında içeride ne olup bittiğini tam olarak bilemediği Türk kahvehaneleri imajının yıkılmasının zamanı geldi de geçiyor bile... Bu nedenle festival de Berlin’de yaşayan ve sayıları “öteki” sayılmayacak kadar çok olan Türk popülasyonu ile Alman toplumunun arasındaki köprüyü genişletmek için önemli bir adım gibi gözüküyor. G C M Y B C MY B Çareyi, “Polisten kimlik sorun” diyen yetkililer mi yoksa liderleri saçmaladığında tepki göstermekten çekinen hatta alkışlayan iktidar ve muhalefet partisi milletvekilleri mi bulacaklar? Kedinin zaman zaman kendi kendine oynayan, kendi başına buyruk kuyruğu kadar da mı olamıyor, tepemizde duranlardan bağımsız davranamıyoruz? Bizden sonra gelenler korkarım bizi kedi kuyruğundan bile haysiyetsiz sayacak, köpeğin keyfi yerindeyken salladığı, keyfi kaçtığında iki bacağının arasında yere sarkıttığı o sümsük kuyruğuyla bir tutacaklardır. Günaşırı okuduğumuz poliste ölüm ve sakatlanma haberleri, polis sanılan herkese karşı ürkülmesine, korkulmasına yol açıyor. Biri ölünce yetkililer olayı kınayacaklarına işi örtbas etmeye kalkmıyorlar mı? Kaç delikanlıyı “yere düşen polisin kendinden ateşlenen tabancasından seken kurşun” öldürdü? İnsan Hakları İzleme Örgütü HRW, Türkiye’de polis şiddetiyle ilgili raporuyla bizi bu konuda uyarıyor: “Polisin davranışlarını ve soruşturmalarını denetleyin, yetkililer polisi aklayacak açıklamalardan kaçınsınlar, amirlerin de sorumluluğunu soruşturun, disiplin cezalarını uygulayın!” Çözüm eksiksiz bir demokraside, vatandaşın polisi, kafasını az sonra kırabilecek bir zebani olarak görmemesini sağlayacak düzenlenmelerin yapılmasındadır! G erezs@superonline.com Bitki ressamlarına ihtiyacımız var! Deniz Yavaşoğulları Işık Güner, Türkiye’nin üç bitki ressamından biri. Bitkileri tanıtan kitaplar veya ansiklopediler için çizim yapıyor, kurslar veriyor. Bu bir talep. Onu yaratansa ekoturizmin gelişmesi ve Türkiye’ye duyulan ilginin artması. Fotoğraf: Özgen Özen I şık Güner, bir bitki ressamı. Bitki ressamlığı deyince akılda çok belirgin bir kavram oluşmuyor, zaten Türkiye için henüz çok yeni. Hollanda veya İngiltere gibi bitkilere ve bahçelere çok düşkün olan ülkeler içinse çok bilinen ve önem verilen bir kavram. Işık Güner’in bu işe ilgi duyması babasının botanikçi olmasından ve bitkilerle iç içe büyümesinden kaynaklanıyor. Bitki ressamlığını İngiltere’nin Kew Kraliyet botanik bahçesi baş artisti Christabel King’den öğrenen Güner, dört sene Boğaziçi Üniversitesi’nde ANG vakfının düzenlediği kurslara katılmış. Ardından yurtdışında kendini geliştirmiş. Bitki ressamlığı en çok bitkileri tanıtan kitaplarda kullanılıyor. Aslında Türkiye bitki çeşitliliği açısından çok zengin bir ülke, hatta Avrupa’daki ülkelerden çok daha zengin. Ancak bitki çeşitlerinin anlatıldığı ve resimlerinin kullanıldığı kitaplar basılmıyor, Güner’e göre bu çok büyük bir eksiklik. Özellikle de bu zamanda, çünkü ekoturizme ilgi artıyor. Buna rağmen Türkiye‘ye gelen doğa düşkünü turistler bitkilerle alakalı bilgi alacağı hiçbir kaynak bulamıyor. Halk da bu değerin farkında değil, oysaki hem Türkçe hem İngilizce kitaplar yapılsa bu durum değişecek. Güner bitkilerin neden resmedilmesi gerektiğini şöyle açıklıyor; “Fotoğrafla resim aynı değil, resimde bir bitkiyi diğerinden ayıran önemli ayrıntılar çok daha belirgin ifade edilebiliyor. Kimi zaman bu ayrıntıları bir kesit halinde alıp, büyütüp çiziyoruz. Böylelikle o bitkiyi merak edenler için daha ayrıntılı bir anlatım oluyor”. Işık Güner, Ataşehir’deki Nezehat Gökyiğit Botanik Bahçesi’nde bitki ressamlığı kursu veriyor. İlk kursta 12 kişilik kontenjanı zor doldurduklarını, ikinci kursta ise 40 kişinin arasından seçim yapmak zorunda kaldıklarını anlatıyor. Özellikle de kadınların çok ilgi gösterdiğini söylüyor. Öğrencileri arasında bu işi hobi olarak görenler de var. Ancak Güner’e göre bu iş ciddiye alınmalı, çünkü Türkiye’de bitki ressamlarına ihtiyaç var, ayrıca ekoturizmin yaygınlaşmasıyla beraber pek çok kitap projesi de gündeme geliyor. Güner; “Bu kriz günlerinde belki herkese bitki ressamı olun hemen iş bulursunuz diyemem ancak Türkiye’de bu işi yapan iki kişiden biri olarak birçok projeyi reddetmek zorunda kaldığım da bir gerçek” diyor. Türkiye’de bitki ressamlığı üzerine eğitim alınabilecek bir kurum yok, sadece bazı kurslar ve workshoplar var. Bu konuda kendini geliştirmek isteyenlerin sürekli çizim yapması gerekiyor. Işık Güner, Çağan Şekercioğlu’nun Whitley Doğa Koruma Vakfı tarafından ödüle laik görülen Doğal Zenginlik Projesi’nde de üç yıl boyunca yazları bitki ressamlığı kursu vermiş. Projenin son kursu 2009 yazında gerçekleşecek. Ardından, Kars bölgesinde yer alan endemik (yöreye ait) bitki türlerini tanıtan ve tamamen kurs öğrencilerinin çalışmalarından oluşturulan bir kitap çıkarılacak. Güner’in şu an üzerinde çalıştığı bir başka kitap projesi de ekoturizm için önemli alanlardan biri Kaçkar bölgesi üzerine. Bölgenin patikalarının haritası çıkarılacak ve bu patikalarda yer alan bitkiler anlatılacak. Ayrıca İngiliz çizerlerle birlikte Şili’deki bitkileri konu alan bir kitap için çalışmalarını sürdürüyor. Güner ekoturizm alanında Türkiye’ye duyulan ilginin artmasıyla bitki ressamlığı eksikliğinin daha da belirginleştiğini bir kez daha hatırlatıyor. Konuya ilgi duyanları bir an önce çalışmaya başlamaya çağırıyor… G İletişim: iguner000@hotmail.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle