22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 ARALIK 2008 / SAYI 1186 Duygu ile aklın buluştuğu yer: Fotoğraf Tahsin Aydoğmuş, bir fotoğraf sanatçısı. Memur olarak çalıştığı Ayasofya’nın sihrine kapılıp onu fotoğraflama isteğiyle başlayan serüveni Aydoğmuş’u dünyanın en iyi fotoğrafçılarından biri yaptı. Şimdi Ayasofya’ya gönül borcunu ödüyor; 20 yıldır fotoğrafladığı Ayasofya’yı bir kitapta topladı. Ali Deniz Uslu tokat gibi çarptı suratına: “Yahu sen nerede yaşıyorsun? Ayasofya Camisi’nin neresi olduğunu bilmiyor musun?” Dört minareli Ayasofya Müzesi’ni ya da cevabı verenin ifadesiyle Ayasofya Camisi’ni ilk kez gördüğünde çok etkilendi. Dönemin müze müdürü Sabahattin Türkoğlu’yla görüşmesinde kefili olmadığı için küçük bir de atışma yaşadı. Şimdi o günü tebessümle anlatıyor: “Referansın kim, diye sordu, ‘Kefilim benim’ dedim. ‘Senin işe girmeye niyetin yok’ diye tersledi, ‘Ben kimseyi mahcup etmedim, öncelikle de kendimi’ dedim. Bunu duyunca iyice tepesi attı ‘Çık dışarı’, diye bağırdı, ardından da ‘Kapının önünde bekle’ diye ekledi.” Bu konuşma, Aydoğmuş’a Ayasofya Müzesi’nde bir memurluk kazandırdı. O günü, unutamadığı günlerden biri olarak işaretledi takvimine. Tarih, 6 Haziran 1979’du ve 16 Haziran 2003’te emekli olana kadar ne kendini, ne Türkoğlu’nu mahcup etti. Gelelim onun fotoğraf tutkusunu ateşleyen ve onu dünyaca tanınır bir fotoğrafçı yapan aşkın başlamasına: “Ayasofya’ya girdim ve nevrim döndü. İlk bakışta aşk buydu. Oranın ruhu vardı, yaşıyordu, değişiyordu, insanlarla iletişim kuruyordu, sizi alıp götürüyordu.” Aydoğmuş, müzeyi gezenlerin onun fotoğraflarını çekişini dikkatle izledi, hatta müzenin kapalı günlerinde dünyaca ünlü fotoğrafçıların çekimlerini de dikkatle inceledi. Lise yıllarındaki fotoğraf tutkusunu yeniden alevlendiren de bunlar oldu. ahsin Aydoğmuş, bir memur emeklisi. Onu herhangi bir emekliden ayıran fotoğrafçılığı ve “Ayasofya” adlı fotoğraf kitabı. Üstelik dünyanın en iyi fotoğrafçılarının aldığı Leica Ödülü’ne sahip. Şimdi biraz geriye dönüp, onu fotoğrafa götürenlere bakalım... Malatya doğumlu Aydoğmuş’un fotoğrafla yolu, lise birde mahallenin futbol takımında oynarken tanıştığı bir arkadaşı sayesinde buluştu. İlk makinesi bir Kodak’tı. Mahalle maçlarını fotoğrafladı, siyah beyaz film banyosu yaptı, ama bu merak orada kaldı. Liseyi bitirdikten sonra ailesiyle İstanbul’a geldi. Hayat zordu, çalışıyordu, bir yandan da üniversite sınavlarına hazırlanıyordu. Ege Fen Fakültesi’ni kazandı, ama parası yoktu, gidemedi. Bugün geldiği yerden bakınca, İzmir’de okuyamamasına üzülmüyor, aksine memnun, çünkü gitseydi... Aydoğmuş 1976’da askerliğini yaptı ve kendi ayakları üzerinde durabilmek için iş aramaya koyuldu. İstanbul Kültür Müdürlüğü’nün açtığı bir sınava katıldı, yazılıda yüz üzerinden yüz, mülakatta da on üzerinden on aldı. Önce Topkapı Sarayı’na sonra da Ayasofya Müdürlüğü’ne çağırıldı. Sultanahmet’i de, Ayasofya’yı da ilk kez o gün gördü. Hatta Ayasofya’yı bulmakta zorlanınca, birine sordu: “Ayasofya Müzesi neresi?” Yanıt T Tahsin Aydoğmuş’un objektifinden Ayasofya’da bir an ve bir kare... Fotoğraf: Vedat Arık 1985’te Pretica marka bir fotoğraf makinesi aldı. Kültür Bakanlığı restorasyon eğitimi alması için önce Milas’a, daha sonra da Venedik’e yolladığında, kendi deyimiyle “taşların resmini çekmeye” başladı. Bir süre sonra da 50 mm bir objektif ve bir Nikon edinip, o güne kadar da kullandığı renkli pozitifi bırakıp, pozlaması maharet isteyen, ışık hatasını affetmeyen dia pozitif kullanmaya geçti. Arkadaşlarının “sen fotoğraf çekme” eleştirilerine kulak asmadığı gibi, Aydemir Gökyüz’ün “Bütün Yönleri ile Fotağrafçılık” kitabını alarak daha da asıldı işe. Bugün her cümlesinin sonunu “Ayasofya olmasaydı bunlar olmazdı” diyerek bitirmesi boşa değil. Aydoğmuş’un fotoğraflarındaki etkileyiciliğin nedeni, iyi fotoğrafçı olması kadar, Ayasofya’nın her köşesini bilmesi; ışığı hangi saatte nasıl aldığını, yansımalarını... İlk sergisini açtığında yıl 1991’di, yer ise Ayasofya. Açtığı hatıra defteri ise fotoğrafına yeni bir açılım kazandırdı. Deftere yazan isimsiz bir izleyici, “Bu fotoğraflarda niye insan yok” diye soruyordu. Karelerine insan taşımaya heves ettiren de işte bu soru oldu. Çalışmalarının en önemli meyvesini 1999’da aldı Aydoğmuş, fotoğrafçılığın olimpiyatları olarak görülen “Uluslararası Leica Fotoğraf Yarışması”nda birinci oldu. Bunu yerli yabancı onlarca ödül izledi. Yeni çıkan “Ayasofya” fotoğraf kitabıyla, onu bu noktaya getiren Ayasofya’ya gönül borcunu ödüyor. Fotoğraflarının hepsi siyah beyaz, çünkü ona göre 1500 yıllık bir eseri, fotoğrafın da ilk rengiyle görmeli. 20 yılda çektiği fotoğraflarını bir yılda tasnif ederek hazırladığı kitabı babasına adayan Aydoğmuş, “Biz üç kardeştik, annemizi küçük yaşta kaybettik ve babamız bize her şey oldu.” diyor. “Ana sevgisini tadamadım, ama bana hayatı veren o adama az da olsa bu şekilde teşekkür etmek istedim.” Kitabın sponsoru Shell. Şirketin CEO’su George Spanoudis de bu işin fikir ortağı. Üç bin adet basılan kitabın içindeki fotoğraf sayısı 104. Peki, Aydoğmuş’a göre iyi fotoğraf nasıl çekilir? “Fotoğraf iletişimdir, pozlamada ise duygu yoktur” diye yanıtlıyor: “Kamerayı elinize alınca herkes sahteleşiyor, o yüzden bu işi fark ettirmeden yapmak en doğrusu. İşte o anlar muhteşemdir. Ne zaman ki fotoğrafın gözle değil, beyinle çekildiğini öğrenirseniz, iyi çekmeye başlarsınız.” Aydoğmuş’un yeni projesi, altı yıldır üzerinde çalıştığı Urfa. İki yıldır ekonomik nedenlerle programın gerisine düşse de, yakında Urfa’yı onun gözünden izleyeceğiz. Bu kitabın kime adanacağı da belli: Tüm kahrını çeken ve desteğini hiç esirgemeyen karısına... G Ben bir aracıyım... Hülya Soyşekerci Şükran Yücel bir öykü yazarı ve çevirmen. Bütün çevirmenlerin makus talihine o da yenikti, tiyatro çevirmeni olarak küçük bir çevrede tanınıyor, biliniyordu. Tiyatro Dergisi’nin yılın tiyatro ödüllerine çeviriyi de eklemesi, “Bana Bir Picasso Gerek” oyunuyla Yücel’i ödüllendirmesi bir milat oldu. Yücel’le tiyatroyu konuştuk: Biz sizi öykülerinizle tanıyoruz daha çok, ama tiyatro dünyasında da çevirilerinizle tanınıyorsunuz. Çeviri yapmakla yazmak arasındaki fark ne kadar derin? Tiyatro, yıllar içinde hiç yitirmediğim bir tutku. Zaman zaman öyküye ağırlık verdiğim anlar oldu ama tiyatroyla duygusal bir bağım var. Eşim Erkan’ın (Yücel) tiyatrosu için oyun çevirmeye başlamıştım. Belki de bu nedenle, oyun çevirmek bir vasiyet gibi oldu benim için. Sevdiğim bir oyunu okuyunca, bu oyunun Türk seyircisiyle buluşması için hemen çevirmek istiyorum. Çevirmenin iki dil ve iki kültür arasındaki “aracı” rolü beni büyülüyor. Aslında edebiyatın da bu yanını seviyorum. Hayatı kendi algıladığınız anlamda okura sunmak, bu da bir tür aracılık. Çevirirken, bir metni yorumluyorsunuz, yazarken de hayatı. Sonuçta yazmak ve çevirmek, ikisi de bir yorumlama çabası. “Tiyatroda metin yalnızca ateşleyici bir öğedir. Tiyatro sanatını değerlendirebilmek için yalnızca metin dili değil, yaratıcı bir oyun düzeninin, dekorun, giysinin, ışıklama ve benzerlerinin dili de önem kazanır” deniyorsa da bence metnin (yazının) de bir ağırlığı vardır tiyatro sanatında. Uzun süreden beri bu sanatın içinde soluk alan bir tiyatro insanı olarak ülkemizin “tiyatro metinleri kütüphanesi” hakkında neler düşünüyorsunuz? Tiyatronun metin dışındaki öğeleri her zaman çok önemlidir. Aksi takdirde, edebiyattan farkı olmayan bir okuma tiyatrosu olur. Tiyatro, “söz”e gerek duymadan da ifade edebilir söyleyeceği şeyi. Ama her şeye rağmen, kendini bir dil işçisi olarak gören benim için sözün bir kutsallığı var. Ülkemizde bir “tiyatro metinleri kütüphanesi” yok ne yazık ki. Tiyatro metinleri kolayca yok olur, gider. Devlet Tiyatroları’nın Edebi Kurulu’nun havuzunda birikmiş yerli ve çeviri beş bin oyun metni olduğu söyleniyor. Tiyatro metinleri basmak yayıncılar için de cazip olmadığı için oyunlara ulaşmak zor. Tiyatro oyunlarını çevirmeden önce ve çeviri sırasında nasıl bir yöntem izliyorsunuz? Öncelikle oyunun yazarını araştırırım. Zaten bir oyun yazarına bağlandığım zaman, onun pek çok oyununu çeviriyorum, Tom Stoppard ve Sam Shepard’la böyle oldu. Hayatımın birkaç yılı Stoppard ve Shepard’la geçti ama çevirdiğim on oyundan sadece biri sahnelendi. Çünkü Oyun çevirmenin, oyunu sahnede seyretmekle daha da zenginleşen bir deneyim olduğunu söylemeliyim. “Bana Bir Picasso Gerek”i, Arif Akkaya’nın yorumuyla gerçek bir Gestapo merkezi gibi kurguladığı Duru Tiyatro’nun kazan dairesinde izlemek beni çok heyecanlandırdı. Bu sahnelemeyi yazarı Jeffrey Hatcher da görseydi, etkilenirdi mutlaka. Tiyatro ile dil arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Tiyatro ile dil arasında çok akışkan bir karşılıklı ilişki var. Tiyatro son yıllarda, sokağın dilinden çok etkileniyor. İngiliz ve Amerikan oyunlarındaki sert argoyu Türkçeye aynı Şükran Yücel, bugüne kadar 25 tiyatro oyununu Türkçeye çevirdi, ancak sadece altısı sahnelendi. Gerekçe hep “Bizim seyirci bunu anlamaz” oldu. “Bana Bir Picasso Gerek” çevirisiyle Tiyatro Dergisi’nin “en iyi çeviri” ödülünü alan Yücel bu savı çürütmekle kalmadı, çevirmenin varlığını da gün yüzüne çıkardı... entelektüel düzeyleri çok yüksek bulundu. “Bizde seyirci bunları anlamaz” dendi. Neyse ki Dost Kitabevi Yayınları, Stoppard’ın ve Shepard’ın Toplu Oyunları’nı bastı. Oyun çevirisi sürecinde, diyalogların, öncelikle karakterlere ve Türkçe konuşma diline uygun olarak çevrilmesine dikkat ederim. Dilin akışı da çok önemlidir benim için. Çevirdiğiniz oyunun sahnelendiğini görmek, oyunu sahnede izlemek nasıl bir duygu? Ben daha eleştirel yaklaşan bir seyirci gibi izlerim oyunu, ayrıntılara takılırım. Çevirirken gözümün önünde canlanan oyunla sahnedeki oyun her zaman çakışmayabilir. Tiyatro oyunu, yazıldığında değil, sahneye konulup oynandığında hayat bulur. Dekorla, ışıkla, kostümle ve oyunculukla bambaşka bir atmosfer kurulur. Orada önemli olan yönetmenin yorumudur. canlılığıyla yansıtmak bazen zor olabiliyor. Çeviri yaparken, dilin olanaklarını ve sınırlarını zorlamak gerekebilir. Bazı cümleleri ikinci dilde ifade etmek güçtür. Tiyatro çevirisi de şiir çevirisi gibidir, anlamı ve içeriği ifade ederken, yapıtın ses tonunu ve ritmini de yakalamak gerekir. Bu her oyunda farklıdır. Bazısı senfoni gibidir, güçlü bir ses ister, bir diğeri oda müziği gibi dingindir. Bazısı rock ve heavy metal’e benzer. Sahnede canlandırılan yaşamın seyirciye inandırıcı bir biçimde yansıtılması için en uygun sözcükleri seçmek zorundayız. Aynı zamanda giderek daha az sayıda sözcük kullanarak konuşan bir topluma dilin farkına varmadığımız zenginliklerini hatırlatmak gibi bir işlevimiz de var gibi geliyor bana. Sözcüklerini kaybeden bir toplum, geçmişini de kaybeder. Fotoğraf: Uğur Demir Bana Bir Picasso Gerek” çevirinizle Tiyatro Dergisi’nin Tiyatro Ödülleri’nde “Yılın Çevirmeni” ödülünü aldınız. Bu, çevirmenliğin sorunlarını da dillendirmenize olanak sağladı, sanırım… Bizde çevirmenin adı yoktur. Türkçeye çevirdiğim yirmi beş oyundan sadece altısı sahnelendi. Her oyun çevirdiğimde, bu sonuncu olacak dediğim çok oldu. Bu ülkede hiç sahnelenme şansı bulamayan binlerce oyun yazılıyor ve çevriliyor. Oyun çevirmenlerinin çoğu yaptıkları işin karşılığını alamıyor. Telif hakları sorunları devam ediyor. İyi çeviri her zaman ödüllendirilen bir şey değil bizde. Tiyatro Dergisi’nin oyun yazarını ve çevirmenini ödüllendirmesi önemli, diğer tiyatro ödüllerine de bu kategorinin eklenmesinin zamanı geldi diye düşünüyorum. G C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle