22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 Ölüm, geçmiş, özlem ve sonbahar Esra Açıkgöz 1. sayfanın devamı Sonbahar, Özcan Alper’in ilk uzun metrajlı filmi. Ölüm orucuna katılmış, “Hayata Dönüş” operasyonunu yaşamış bir karakteri anlatıyor. Kamerasını böyle “tehlikeli” bir konuya çevirmekten çekinmiyor, çünkü durduğu taraf net. Filmde ölüm kadar hayat da var, özlemi ve tutkularıyla. Bu, yönetmenin kendi kuşağına bir vicdan borcu ödemesi… A lper, Yusuf’a hayat vermek için çok uzaklara bakmamış; Ulucanlar’da öldürülen üniversite arkadaşı, 120 gün ölüm orucunda kalan ve Wernicke Korsakoff olan başka bir arkadaşı, 18’inde içeri girip 28’inde çıkan bir dostu… Bu filmle vicdan borçlarını ödüyor. Bunlardan biri, bu ülkenin insanlarına, halkına... “Çabuk unutan bir toplumuz” diyor, “sadece halk için geçerli değil bu, entelektüeller, aydınlar, solcular için de geçerli. Bu ülkede Yaşar Kemal’ler, Abidin Dino’lar, Rıfat Sonbahar filminden bir kare. O yüzden kamerasını böyle riskli bir konuya çevirmekten çekinmemiş. Bu ince hatta yürürken kırmızı noktalarını çok daha önceden belirlemiş. Ne sanatsallıktan ödün vermiş, ne de durduğu yerden… “120 kişinin öldüğü, iki bin kişinin etkilendiği bir olaydı” diyor, “Taraf olayım derken, sanatsal olarak ajitasyona düşebilirdim, ancak sanatsal bir şey yapayım derken, onların duygularını, gerçek hikâyeyi de öldürebilirdim”. Filmi yaparken önce, “Ben nerede duruyorum, ne anlatmak istiyorum, kimin tarafındayım” diye sormuş kendine, ardından da sanatsal olarak çok iyi olmasını nasıl sağlayabilirim, diye… “Sonbahar” filminde Yusuf karakterini Onur Saylak canlandırıyor... Eka rolü ise, Mega Kobaladze’nin. Özcan Alper. Ilgaz’lar, Aziz Nesin’ler yetişmiş... Aziz Nesin dizindeki yırtığa yama yaptırıyor, ama kitaplarından aldığı paralayla çocuklar için vakıf kuruyor. Abidin Dino bütün parasını Yaşar Kemal’i İstanbul’a yollamak için kullanıyor. Daha bir sürü örnek var. Bu insanları düşünüp, bu değerler üzerinden baktığımda, tabii ki bu ülkeye, halka, memlekete kendimi borçlu hissederim”. Diğer alacaklıları ise, içinden geldiği kuşak... “2000’de öldürülenler, bizden çok uzak değillerdi. Estetikle, sinemayla ilgili olmasam onlardan biri olabilirdim. Onlar, benden daha az yetenekli değillerdi. Cezaevindekilerin çıkardıkları dergilerde, inanılmaz yetenekleri görüyorsunuz. Bir şekilde daha vicdanlı davranıp gençliklerini başka türlü geçiriyorlar. O yüzden onlara karşı borçlu hissetmemde de yanlış bir şey görmüyorum”. YUSUF DA SİZİN GİBİ BİR İNSAN... 61. Locarno, 4. Uluslararası Avrasya, 3. Uluslararası Altın Kaz, 15. Altın Koza Film Festivalleri’nden aldığı ödüller bunu başardığını gösteriyor. Variety dergisinin yazdıkları da anlamlı; son zamanlarda uluslararası festivallerde kendini gösteren, içe dönük sinema anlayışı ile geçmişteki gibi politik Türk sinemasını kendisinde barındıran yeni bir sinema anlayışına sahip, Sonbahar... Alper de sonuçtan memnun, ancak bu memnuniyetin ödüllerle alakası yok. “Bu sorunları yaşayanların hassasiyetlerini gözeten bir yerde durduğumdan, duygu ve düşüncelerini içeriden anlattığım için, onları incitip incitmeme konusunda rahatım. Tabii ki birilerinin hoşuna gitmeyebilir. Ben Yusuf’un daha çok insani tarafını, duygularını anlasınlar istedim” diyor. Ona bu rahatlığı verenlerden biri de, F Tipi deneyimini de yaşamış, sekiz yıl cezaevinde yatmış bir arkadaşlarının, Cemil Aksu’nun, sette çalışması. Aksu, içerde olduğu sürede babasına, sevgilisine, arkadaşlarına yazdığı mektupları açmış onlara. Filmin oyuncusu Onur Saylak için de bunlar iyi bir yol gösterici olmuş. Filmin bir drama olduğunu da düşünmeyin. Çok kolay melodrama kaçabilecek bir konu olduğu halde buna düşmemiş Alper. Seyirciyi bilinçli olarak yabancılaştırıyor filmden. Bir iki yerde “Hayata Dönüş” operasyonunun gerçek görüntülerini kullanması biraz da bundan. Politikadan uzak insanlar için bu sahnelerin itici olabilme olasılığını da göze almış. “O dönem, filmdeki görüntülerden daha kötüsü” diyor, “diri diri yakılan “Sonbahar”ın ilk galası... Sonbahar’ın ilk galası filmin çekildiği Artvin’le Arhavi’de yapıldı. Çünkü yönetmen Özcan Alper ve yapımcısı Serkan Acar da Artvinli. Filmin danışmanlarından 10 yıl cezaevinde kalan Cemil Aksu da yönetmenin çocukluk arkadaşı. Gittiğimiz her yerde galayla ilgili hissedilir bir heyecan vardı, çünkü çoğu filmde rol almıştı. Ana rollerden birini oynayan Gülefer teyze, tüm ekibin ve Hopa’nın sevgilisiydi. 80 dönemi ve sonrasında, ailesinde pek çok gözaltı ve tutuklanma yaşanmıştı. Sola sevdalıydı, ama eleştirileri de vardı. “Solculuk paylaşmak demektir. Şimdiki solcular paylaşmayı bilmiyor” diyor, eskiden kalabalık olduklarını, şimdi kimsenin kendilerini arayıp sormadığını, hepsinin işadamı olduğunu anlatıyordu. Artvin’den Ardanuç’a geçtik, Serkan Acar’la. Ardanuç’un nüfusunun 1980’de 40 bin iken, yaklaşık dört yıl sonra beş bine indiğini, darbe sırasında on beş yaş ve üstü herkesin stadyumda toplandığını, eziyet gördüklerini anlattı ilçe sakinleri. Rakamlar ne kadar gerçek bilinmez ama belli ki Ardanuç, gençlerini, kalabalıkları, eski sosyal hayatını özlüyordu. Tıpkı Hopa gibi Ardanuç’ta da kullanılabilir durumda olan bir sinema salonu yoktu. Film izlemek için tek çareleri vardı, Artvin’e gitmek… Tıpkı, şimdi galaya geldikleri gibi… Film bitince soruları başladı, bilinçliydiler, kimi zaman ön açıcı, kimi zaman eleştirel… Filmi İstanbul, Ankara, İzmir gibi metropollerden önce izlemek ise keyifli bir işti onlar için ve hiçbiri bir tekeli kırmış olmanın keyfini gizlemiyordu… G SİBEL ÖZ Alper, Gülefer rolündeki Raife Yenigül’le. insanların görüntüleri iyi kötü bu toplumun hafızasına yer etti. Görüntüler insanlara tanıdık gelecektir, öyle olmasını da istedim. Onlara çok yabancılaştığınız, sizin dışınızdaymış gibi izlediğiniz bu ölümleri, Yusuf gibi insanlar yaşadı, diyorum”. O, Hayata Dönüş operasyonunu televizyondan öğrenmiş. İçerde olan arkadaşlarından haber alabilmek için uğraşmış. Ertesi gün İstiklal’de operasyonu protesto eden eylemde yerini almış, daha sonrakilerde de… Alper için, coğrafyalar, mekânlar kendi dilleri, kimlikleriyle kullanılmalı sinemada. O yüzden karakterleri Hemşince konuşuyor. Bu, Hemşince’nin kullanıldığı ilk uzun metrajlı film. Artvin ve Hopa’da gösterim yapıldığında izleyenler kendi dillerini bir filmde görünce “bizim dille sanat da yapılabiliyormuş” demişler. Filmin başrollerinden birini de bu insanlardan birine emanet etmiş Alper. Yusuf’un annesi Gülefer ya da gerçek adıyla, Raife Yenigül, Hopa’da ÖDP kadın kollarında çalışan, çay mitinglerinde konuşan biri. O da çocukları, yeğenleri nedeniyle cezaevinden haber beklemenin sıkıntısını biliyor. Akrabası olmasına rağmen önce kabul etmemiş filmde oynamayı Yenigül, sonra rahat iletişim kurulmuş, bu filme de yansımış… İstiyor ki, filmi konuşulsun ve hatta birilerini rahatsız etsin! Solda da bir tartışma başlatsın. Türkiye’deki demokratikleşme süreçlerinde iyi kötü yer almış olanlar da, siyasetle ilgilenmeyenler de izlesin, ama ille de üniversite gençliği... O gençlerden galaya katılabilenler filmi F Tipleri’nde kalan, ölüm orucuna girenlerle izleyecekler… Şimdiden yeni bir projeye başlamış Alper. Kamerasında belki Türkiye politik tarihinden bir görüntü olacak, belki dörtlü bir aşk hikâyesi ama solculardan taraf tavrını koruyacak. Madem sinema hayatı güzelleştirici bir güç, bu gücü, haksızlıkları göstermekten, ülkenin güzelleşmesi için hayatını ortaya koyan aydınlar, solculardan yana kullanmasından doğal ne var ki?.. G “Kayıp Yolcu” koşulsuz inanmayı anlatıyor... Hayat denen yolculuk... ırtınalı bir gecede İstanbul’a doğru yola koyulan bir yolcu otobüsü Kızılırmak yakınlarında ortadan kaybolur. Yolculardan bir daha haber alınamaz. On beş yıl sonrasına kadar... Kayıp otobüsün bir gece görüldüğüne dair bir söylenti yayılır. Söylentinin sahibi kentin “delisi” Yılmaz’dır. Yine de herkes büyüsüne kapılır ve taşradaki kirli çamaşırlar ortaya dökülür yavaş yavaş. Olayı haber yapan yerel gazete satış rekorları kırarken, yaşananlar ulusal basının da ilgisini çeker... Necati Göksel’in Altın Kitaplar’dan çıkan “Kayıp Yolcu” adlı kitabı bu hikâyeyi anlatıyor. Tamamen kurgu; ancak çıkış noktaları Göksel’in çocukluk, gençlik yıllarında yaşadıkları. Kasabada geçen çocukluk, İstanbul’da üniversite okumaya başladığında kasabasına dönmek için sürekli yapmak zorunda kaldığı otobüs yolculukları... Bunun gibi bölük pörçük anılar yardımcı olmuş kitabın yazımına. “Bir bayram günüydü” diyor, “Ankara’ya geldim, ama İstanbul’a dönüş için otobüs bulamadım. O zamanlar fırsatçılar vardı, yasal olmayan otobüs seferleri düzenliyorlardı. Onlardan birine bindim. Garın dışında, ışıkları sönük bir otobüs... Sanki aslında var olmayan bir otobüsmüş gibi”... Kayıp Yolcu, hem gerçek bir kayıplığı anlatıyor, hem de toplumda henüz yerini bulamamış insanların ruh hallerini. Sadece bu romanı değil, diğer kitapları, Kara Kadife ve Hayat Askıda’da da, bir yolculuk söz konusu. Nedeni basit; “Hayat da zaten bir yolculuk. Yaşımız ilerledikçe, hayat değiştikçe farklı farklı şeyler görüyoruz. O yüzden sadece tek doğru benim diyen her türlü ideoloji beni rahatsız ediyor. Açık düşünceden, açık toplumdan yanayım”. Kitapta insanların bazı şeylere ne kadar kolay inandıklarını eleştirel bir gözle anlatması da bundan. F Efsane, gerçek, gerçek üstü... Kitapları okuyanı bir sorgulamaya itsin istiyor. Bundan kastı kılavuzluk yapmak değil, sadece bildiklerini insanlarla paylaşmak. Kitapta hiç tarih yok, ancak olaylar örgüsüyle zamanın izini sürdürüyor Göksel. Faks makinesinin olduğu, ama cep telefonunun olmadığı, her evde telefonun bulunmadığı, gazetelerin tipoyla basıldığı bir dönem bu. Yani 80’li yıllar... Kitabın konusunun, deli Yılmaz’ın söyledikleri üzerine oturması ise bir ironi. Ayrıca, Türkiye’de delilerin kutsal sayılmasına da vurgu yapıyor. “Öyle mezarlar vardır ki Türkiye’de, evliya mezarı diye insanlar dilekte bulunurlar, adaklar adarlar, çoğunda bir deli yatıyordur. Bir köprü başında herkese meydan okuyan Deli Dumrul diye bir kahramanımız var mesela. Yılmaz, ortak bakıştan farklı bir algılayış ve davranış biçimi olduğundan deli damgası yiyor. Hayattaki bütün algılarımız, inançlarımız, düşüncelerimiz çoğu zaman çocukluktan beri bize öğretilen, belletilen kavramlarla oluşuyor. Şartlanmalarla, beyin yıkamalarla yaşıyoruz hepimiz”. 1988’den beri yapımcı olarak TRT İstanbul Televizyonu’nda çalışan Göksel’in yazıyla ilişkisi çocukluğuna dayanıyor. “Annebabam Almanya’ya çalışmaya gitmişlerdi, ben de tatillerde yanlarına gidiyordum. Orada yaşadıklarımı yazıyordum. İnsanın içinde bir şeyler olması, kendini ifade çabası olması gerekiyor ki yazsın. Dolayısıyla çocukluktan itibaren vardı bu bende” diyor. Bu ifadenin nereye ulaşacağını hesaplamadan yazıyor, çok satmak gibi bir derdi yok. Yazdıklarının aynı temalardan hoşlanan insanları bulacağından emin. Aksini yapmak elinden de gelmiyor, çünkü o zaman samimi olamaz... Şimdi dördüncü kitabını hazırlıyor. Tarihi bir roman bu, 15991600 yıllarında geçiyor. Kraliçe Elizabeth döneminde Necati Göksel. Fotoğraf: Vedat Arık İngiltere’den Osmanlı’ya doğru bir gemi yola çıkar. Osmanlı sultanına hediye edilecek eski kilise orgunu taşıyan gemide, org ustası, ilk İngiliz seyyahlarından Thomas Dallam da vardır. Dönemin padişahı, 19 kardeşini birden boğdurtmuş 3. Mehmet’tir... Göksel, “O dönem Osmanlılarla ilgili pek bilgi olmadığından, Dallam’ın önyargısı yok. Onun güncesinden hareketle Osmanlı, İngiltere, padişahlık olaylarını anlatıyorum” diyor. Bir de “Çarşambaları bayanlara, diğer günler umuma” diye bir kitap üzerine çalışıyor. “Anadolu’da sinemalar çarşambaları sadece kadınlara açıktı. Erkekler de sinemanın karşısında toplanır, kadınları izlerlerdi” diyor; “Bunun etrafında sinemayı anlatacağım. Ayrıca Hayat Askıda’nın devamını yazacağım”. G C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle