Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 9 KASIM 2008 / SAYI 1181 Kafasız tavuklar Zülal Kalkandelen Önce The New York Times’da şu satırları okudum: “Bu, hepimizin etrafta kafası kesilmiş tavuklar gibi oradan oraya koşuşturduğumuz, 19. yüzyıl tarzı bir panik.” Boston merkezli yatırım firması GMO’nun Başkanı R. Jeremy Grantham, küresel mali krizi böyle anlatmış. Bu tanımlama, bana, Türkçedeki “Mal canın yongasıdır” deyişini hatırlattı. Parasını kaybeden insanın kendisini boynu kırılıp kafası koparılan tavuğa benzetişi ilginç ve acıklı gerçekten... Grantham’ın sözlerinden sonra Başbakan Erdoğan’ın “ümük” yorumu geldi. IMF ile anlaşma yapılsın diyenlere, “Krizi fırsat bilip ümüğümüzü sıkalım derlerse olmaz” diye yanıt verdi Erdoğan. Görüldüğü gibi küresel mali kriz, birçok kişiyi boyun endişesine düşürdü. “Ya boynumu koparırlarsa?”, “Ya boynuma çöküp nefes almamı engellerlerse?” türünden korkular taşıyor insanlar. Peki, IMF’ye karşı olmadığını açıklayan Erdoğan, neden şimdi bu endişeye düştü? Bugüne kadar her krizde kendini IMF ile pazarlık ederken bulan Türkiye değil miydi? Amerika’da patlayıp tüm dünyaya yayılan ekonomik krizin, gelişmekte olan ülkeleri sonunda yine IMF ile masaya oturtacağı belliydi. Küresel kapitalizmin çarkı böyle işliyor. Naomi Klein’ın “The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism” (Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi) adlı kitabında anlattığı gibi kapitalizm, felaketlerden yararlanarak yoluna devam ediyor. Savaş, terör, sel, açlık vb. her türlü ekonomik, doğal ya da politik felaket, kriz yaratıyor ve böylece küresel kapitalizmin şok terapisi için yol açılıyor. Zayıf olan krizle yıkılınca bundan çıkar sağlayacak güçler devreye giriyor. Kredi ve nakit sıkıntısına düşen ekonomilere biraz gaz verilip ayağa kaldırılır gibi yapılıyor. Ama bunun için önce neoliberal ekonominin şartları öne sürülüyor. Yani, özelleştirme, devlet müdahalesinin kısıtlanması ve sosyal harcamalarda kesintiler öneren reçeteler dayatılıyor. Bir süre sonra da sıcak para girişiyle tamamen dışa bağımlı hale gelen ve cari açığı artan ekonomiler, en ufak bir sarsıntıda tekrar yıkılacak hale geliyor. Bir kısırdöngü bu. Felaket kapitalizmi bu şekilde ilerliyor. IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar da, bu sistemin en önde gelen aktörleri. Hep böyleydi; IMF, zaten hep “ümük sıkmak” için var oldu. Bunu kurumun kendi uzmanları bile söylüyor. 1980’lerde IMF’nin Latin Amerika ve Afrika’daki yapısal düzenleme planlarını tasarlayan ekonomist Davison L. Budhoo, sonraları şu itirafta bulundu: “1983’ten itibaren yaptığımız her şey, Güney’in ‘özelleştirilmesini’ ya da bitirilmesini temel alan yeni bir anlayışa dayanıyordu.” O nedenle, Erdoğan’ın ABD/AB yönetimindeki IMF’ye yönelik “ümük sıkma” uyarısı gariptir... Türkiye, her ne kadar üyelik payı ödüyor olsa da, IMF’nin yönetiminde söz hakkı yok denecek kadar azdır. Gelişmiş ülkelerin egemenliğindeki IMF için yeni bir görev tanımı yapılmadıkça da, bu kurum gelişmekte olan ülkeler için bir çözüm olmayacaktır. Nitekim bu gerçekleri gören Venezüella, sonunda IMF ve Dünya Bankası ile ilişkilerini bitirip özgürlüğünü ilan etti. Türkiye ne zaman IMF’nin etki alanından çıkacak belli değil... Ama görünen o ki, felaket kapitalizmi yoluna devam ediyor. Kimin elinde baltayla gezdiği, kimin kafası uçurulan tavuk yerine konmak istediği apaçık ortada. “Yine o bilindik sol söylemler!” diyerek bu yazdıklarımıza dudak bükenler vardır mutlaka... Eh, nicedir emekçinin canına okuyan klasik sağ söylemleri savunacak değiliz ya... G www.zulalkalkandelen.com / kzulal@yahoo.com Kadın üzerine çeşitlemeler... Adnan Binyazar adın; inciyle, mücevherle, altınla, cıncık boncukla süslenip, güzelliğine güzellik katıyor, böylece doğanın ona bahşettiğinin ikinci yaratıcısı oluyor. Bir de, şairlerin, romancıların, ressamların, bestecilerin yaratısıyla güzelliğin evrensel katlarında dolaşan kadınlar var... Yine de, Simone de Beauvoir’ın deyimiyle, kadın, “meçhul!”dür; öyle ki, güzelliğinden kuşkusu olmayan kadın da yoktur, kendini güzel bulmayan da... Kadın, kendi yaratısının “güzel”idir; çirkinliğiyle kendini yiyip bitirenin gönlünde bile “güzellik” yatar. İpekler giyinip kuşanma, mücevherlerle donanma, süs bebeği gibi ortalarda dolaşma, onun kendini beğendirme isteğinden doğmuyor; bunun kökü, kendi cinsiyetiyle rekabete dayanır. Erkeğin bu tür görüntülerle ilgisi yoktur; erkek, onu, kadını kadın kılan yönleriyle algılar. Güzelliğinin, ancak kadınlarca duyumsanacağını sezen kadın, ona süslü övgülerle yaklaşan erkeğe, “Güzel miyim?” diye sormaz, “Yakışmış mı?” der. Güzellik, soyutlamadır. Kadına sahip olan çoktur; onun güzelliğine eren ise binde bir bile değildir. Shakespeare’in “Othello” tipinde olduğu gibi, erkeğin bilinçaltında, taptığı kadına karşı, güzellik duygusuna erememekten doğan bir nefret gizlidir. Sanatta tapınılırcasına yüceltilen kadının, özellikle dinsel söylemde aşağılanmasının nedeni bilinçaltına virüs gibi gizlenen bu duygudur. Öyle değilse, şu ilkel düşünceler, hangi akıl dilinin ürünüdür?.. “Kadınları zarar vermeyecek miktarda aç, aşırı gitmeyecek kadar da kıyafetsiz bırakınız. Çünkü kadınlar iyice doyar, güzelce giyinirlerse onlar için dışarı çıkıp gezmekten sevimli şey yoktur.” (İbn’ül Cevzi) “Bir kadın kocasından boşanırsa, ona cennet kokusu haram olunur.” (Dini Bilgiler, s. 61) Kadın, “1. Giyim kuşam hevesinden maymun, 2. Fakir düşmeye razı olmadığından köpek, 3. Kocasına ve diğer insanlara kibrinden yılan, 4. Gece gündüz dedikodu yaptığından akrep, 5. Evden eşya sattığından fare, 6. Erkeklere hile kurduğundan tilki, 7. Erkeğine itaat ettiğinden dolayı ‘koyun’dur.” (İmamı Gazali) Ancak erkeğine itaat ediyorsa, kadın, “kişiliği olmayan, yönlendirilen, güdülen, tepkisiz” anlamında, koyun; yoksa maymun, köpek, yılan, akrep, fare, tilki... oluyor. İnternette bir fotoğraf dolaşıyor... Sırtları görünen iki türbanlı bayan top sahasına benzer bir yerde oturuyorlar. İkisi de kotlu. Sağda olanın beli kalçasına kadar açılmış. Oradan, külotunu beline tutturan ip görünüyor. Ruhun şâd olsun Orhan Veli! “Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;/Entarisi sıyrılmış, hafiften;/Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;/(...) Olmaz ki!/Böyle de yatılmaz ki!” Bir bayanın kalça üstü açıklığının ne sakıncası var; bence yok; ama el, “Bizim hanım benden kaçar, başını örter, k….. açar,” sözünü patlatıveriyor... Saçı başı örtülse de kadın artık koyun değil! Maymun, köpek, yılan, akrep, fare, tilki... hiç değil!.. Bu adlandırmalar, kadına değil, olsa olsa, otuz kırk yıllık eşini ortada bırakıp, bürosunda sekreter avına çıkan din simsarlarına yaraşır... G binyazar@gmail.com K Devrimcilerin işbirliği ve yurtseverlik Enver Aysever C umhuriyetin seksen beşinci yaşı kutlanırken ilginç bir gelişme oldu. TKP (Türkiye Komünist Partisi) bugüne dek takındığı tutumun tersine, cumhuriyete selam etti. İçinden geçilen koşulların ideolojik değişimler/dönüşümler doğurması doğal. Burjuva sınıfı üstüne inşa edilen bir devlet, işçi sınıfının karşıtı gibi dursa da, geçen süreç farklı sorular edinmemize neden oldu ve farklı bir dille konuşma gereksinimi ortaya çıktı. Osmanlı’nın Batılılaşma sürecinin zorunluluktan kaynaklı olduğunu biliyoruz. Bir cihan imparatorluğunun, salt yayılmacı bir anlayışla varlığını sürdürmesi olanaklı değildi. Batı, dinle ilişkisini soğutup, iktidarı Tanrı’dan bireye indirmeyi başarınca, hızla devrimler yapma olanağını buldu. Kuşku yok ki bu süreç kanlıydı ama nihayetinde insanlığın serüveninde bir kırılma noktası olacaktı. Burjuvazi devrimci bir kimlik edinmiş, dönemin büyük filozoflarının eşliğinde aydınlanma gerçekleşmişti. (Elbette bütün bunların tatlı bir düş gibi gerçekleştiğini savlamıyorum. İki satırda özetlenen sorunlar, esasen yoğun bir kavga sürecidir.) Bizim coğrafyamızın temel sorunu, Batı’ya paralel bir gelişim gerçekleştirmek istenmesine karşın, oradaki sınıfsal öncülerin olmayışından kaynaklı dönüşümlerin sıkıntılı ve tepeden olmasıdır. Son dönemlerin meşhur tartışması 1908 Meşrutiyet hareketinin devrim olup olmadığı yönündedir. İttihat Terakki hareketi, burjuvazisi oluşmamış bir toplumda, demokratik, halkın egemen olduğu bir düzenin temelini atmaya çalıştı. Bu olanaklı mıydı? Aykut Kansu gibi kimi akademisyenler, 1908’in basbayağı bir devrim olduğunu, Kemalizmin bunun üstüne inşa edildiğini, esas devrimin gölgelenmesinin de bu gerekçeden kaynaklandığını yazdı. Buna kuşkuyla bakıyorum. İttihat Terakki kadrolarının padişahla kurdukları güçlü duygusal ve aidiyet bağının Osmanlı’yı kurtarmaya yönelik olduğu da açık. Hal böyle olunca ortada partiler ve seçmenler olsa da gerçek bir demokrasiden söz edilemez. Ancak bir modernleşme çabasından söz açılabilir; ki bunu da azımsıyor değilim. Bu süreçte ortaya çıkan Osmanlı aydınları bir tür kurtarıcı misyonu üstleniyordu. İmparatorluğu silah gücüyle ayakta tutma çabalarının yanı sıra, ulus yaratma gayretinin fikri temelini de oluşturmaya çalışıyorlardı. Bir yandan da Osmanlı’nın hâkim sınıfı olmaya çalışan Türkler, net bir tutumla piyasalara egemen olma arzusundaydılar. Diyeceğim; ortaya çıkan tablo tam bir piyasacı, modernleşmeci ve sınıfsal olarak farklılıkların altını çizen ve birinden yana tavır alan görünümdeydi. Elbette küresel işçi hareketlerinin ideolojisi sosyalizm ilgi alanlarında değildi. Bu kopuş tarihsel bir çatışmanın ve hesaplaşmanın zeminini doğurdu. Sosyalistlerin dünyaya yönelik bir başka tasarımı vardı. Gerçi kimileri, ortada burjuvazi yoktu da, işçi sınıfı var mıydı, diyebilir. Esasen toplumsal olarak her iki sınıfın da varlığı tartışmalıyken, kimi öncü sosyalistlerin ortaya çıkışı, salt emek hareketleriyle açıklanamaz. Örneğin; Batı’dan taşan sömürgeci anlayışa yönelik takınılacak tutum, bir anlayışın gereğidir. Bağımsızlık, özgürlük fikri de aynı bağlamda değerlendirilmelidir. Unutmayalım ki; Mustafa Kemal bu süreçte Bolşeviklerle yakınlaşmış, kimilerine göre pragmatik gelse de, esasen temel anlayış olarak ‘tam bağımsızlık’ ekseninde bir işbirliğine gitmiştir. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, toplumun hücrelerine işlemiş derin acılara sosyalistlerin bakışı önemlidir. Belki ortada doğru dürüst bir burjuva ve işçi sınıfı yoktu. Ancak bu sınıfların bakışlarıyla körüklenecek ya da sonlanacak sorunlar vardı. 24 Aralık 1918’de Mustafa Suphi’nin Yeni Dünya gazetesinde yazdıkları dikkate değer; “Türk ve Kürtlerin Ermenileri, Ermenilerin Kürtleri ve Türkleri takibe, mahva, yok etmeye koşmaları; bu fetihlik davasında medeniyetleri vahşetle yoğrulmuş Avrupalı emperyalistlerin insan ruhuna ektikleri, akıttıkları zehir; bu, masum milletler arasına kasd ile sokulan, din ve millet hırslarıyla yakılan bir düşmanlık; Ermenilere Anadolu’nun yarısını vaat edip sonra Türk ve Ermeni milletleri arasında katliamlar ve yağma ateşleri yakıp, daha sonra sonra da tutuşturdukları bu yangını söndürmek için Küçük Asya’nın işlerine karışmak...” “Anadolu’yu ne Türklere, ne Kürtlere, ne de Ermenilere değil, ancak kendilerine almak... Bu hakikati Türk ve Ermeni işçi ve köylüsünden bilmedik anlamadık hiç kimse artık kalmamış olmalı...” TKP’nin selamını bu bağlamda değerlendirmek gerek. Küçülen dünya, tüm ulusların kanını emmekte ve içinde bulunduğumuz Anadolu toprağı da bunun dışında kalamamaktadır. Hal böyle olunca; koyu milliyetçi hareketlerin körüklendiği, dini istismarın yeni bir sömürge aracı olarak kullanıldığı bu süreçte, farklı türden devrimleri anlasalar bile; işçileşen burjuvalarla, burjuvalaşan işçiler yurtseverlik bağlamında kol kola girmelidir. Bu toprağın insanlarının sorunları kimi zaman biçim değiştirse de, bir türlü tükenmiyor. Niye? Devrimcilerin kanı toprağa çok kolay aktığı için olmasın! G www.enveraysever.com C M Y B C MY B