22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 30 KASIM 2008 / SAYI 1184 Dünyanın ağası Zülal Kalkandelen Dünyanın toplam yüzölçümü 510.065.284 km2. 5.613.963 rakamı, bunun ne kadarına denk gelir? Yaklaşık yüzde 1’ine... Bu rakam, Amerika’nın dünya üzerinde hiç asker bulundurmadığı toprakların yüzölçümünü gösteriyor. Geriye kalan 504.451.321 km2’lik alanda Amerika’nın askeri gücü var. Bu sayıları nasıl bulduğuma gelince... Mother Jones dergisinin ekim sayısında, Amerika’nın dünyanın diğer ülkelerindeki askeri gücünü gösteren bir harita yayımlandı. Pentagon’un hiç asker bulundurmadığı bölgeler haritada açık yeşil renkte... Bu bölgelere bakınca şu liste çıkıyor karşımıza: Libya, İran, Kuzey Kore, Batı Sahra, Burkina Faso, Togo, Kongo Cumhuriyeti, Merkezi Afrika Cumhuriyeti, Papua Yeni Gine ve Fransız Guyanası... İşte bu bölgelerin yüzölçümlerini bulup toplayınca, dünya yüzölçümünün yaklaşık yüzde 1’i kadar olduğunu gördüm. Fransız Guyanası, Fransa’ya bağlı denizaşırı il statüsünde. Geri kalan 9 ülkeden Libya, İran ve Kuzey Kore dışındakiler ise, fakirlik, açlık ve susuzluktan kıvranıyor... Ne petrolleri var ne de konumları stratejik... *** Haritada Türkiye nasıl gösterilmiş? Sarıyeşil çizgili bir grafik kullanılmış. Ne demek bu? Haziran 2000Aralık 2007 arasında bu bölgede asker sayısında azalma yönünde bir değişiklik olduğu anlamına geliyor. Türkiye ile ilgili açıklamada şöyle yazıyor: İncirlik Hava Üssü, uzun yıllardır Amerikan askerlerini barındırdı ve Irak Savaşı nedeniyle çok önemli bir merkez haline geldi. Geçen sonbaharda, Ermenilere yönelik 191523 Osmanlı soykırımını kınayan bir yasa tasarısının Kongre’de görüşülmesine öfkelenen Türk politikacılar, üssü Amerika’nın kullanımına kapatmakla tehdit etti. Tasarı kısa bir süre sonra rafa kalktı. Durum şu: Sözde soykırım yasa tasarısı, 10 Ekim 2007’de Temsilciler Meclisi’nin Dış İlişkiler Komitesi’nde 21’e karşı 27 oyla kabul edildi. Türkiye, tepki olarak Washington Büyükelçisini Ankara’ya Pentagon. çağırdı. Kongre üyelerine yönelik lobi faaliyeti yürütülerek ilişkilerin büyük zarar göreceği anlatıldı. Bush yönetimi ise, Ankara’nın, Irak’a gönderilecek ABD kuvvetlerinin sevkıyatı için Türk yollarını kısıtlamasından kaygı duyduğunu söyledi. Sonunda tasarı ertelendi. Bakalım Obama başkanlığı devralınca sözde soykırım tasarısı ne olacak? Buna bağlı olarak İncirlik tartışması yeniden gündeme gelecek mi göreceğiz... Ama İncirlik gibi bir noktaya yerleşen Amerika’nın kolay kolay oradan çıkacağını düşünmek yanıltıcı olur. Sonuçta İran’a olan yakınlığı ortada... *** Mother Jones’un harita ile ilgili haberinde, Bush’un 2004 başkanlık seçiminden birkaç ay önce, Amerikan askeri üslerine ilişkin bir plan açıkladığı da anlatılıyor. Soğuk Savaş’tan bu yana yapılan en sert plandı bu. O dönemin Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in hazırladığı düzenlemenin amacı, zayıf durumdaki savaş makinesine hayat vermekti. Bunun için yapılacak şey, eldeki kuvvetleri son teknolojiyle donatıp, daha az güçle daha çok iş yapabilecek ve aynı anda dört bölgede birden çatışma yürütüp baskı kurabilecek hale getirmekti. Amerika, o günden beri bunu sağlamak için dünyanın birçok yerinde üsler kurmaya devam ediyor. Pentagon’u yönetenler, söz konusu haritaya bakıp ne düşünüyorlardır acaba? “Vay be, dünya imparatorluğumuz muhteşem görünüyor!”mu diyorlardır? 151 yabancı ülkede 510.927 asker... Yaklaşık 120 milyar dolar ederindeki 761 askeri üs... 21. yüzyılda imparatorluk, parayla, silahla ve dünya yüzölçümünün yüzde 99’unda asker bulundurarak kuruluyor... G www.zulalkalkandelen.com / kzulal@yahoo.com Davranış inceliği... Adnan Binyazar ovanlarının çevresinde kanatlarını birbirine değdirmeden uçuşan arıları görünce, toplumda dengeli davranışın doğal bir düzenin sonucu olduğunu düşündüm. Sayısı milyonları aşan balık sürüleri de suyun içinde birbirlerine sürtünmeden oradan oraya akışıyorlardı... Arılarla balıkların dünyasındaki düzen, dengesizlikten ahlak çürümesine uğramış insanın davranış ilkelliğini yansıtmaya yetiyor! Arı ya da balık kadar olsaydık, silaha her yıl milyarlarca dolar yatırılır mıydı acaba?.. Mevlana’nın, “Hak, ipekböceğine verdiğini file vermemiştir.” sözünde; insanın varoluşunun, verilenle verilmeyen arasındaki doğal dengeye bağlı olduğu anlamı gizli. Öyle ya, böyle bir denge olmasaydı, on binlerce ışık yılı uzaklıktaki yıldız kümeleri milyonlarca yıl, bulundukları yerde kalabilirler miydi?.. Doğa, dengesini yaratılışta bulur. İnsan, doğal dengeyle yetinmez; düşüncesiyle, dengeler yaratır. Denizin derinliklerinde dengeyle yaşayan sayısı belirsiz varlık varken, ayağı yere basan insan nasıl olur da bir türlü denge tutturamaz şu dünyada?.. Düşünce, davranışın denektaşıdır. Düşünebilmekte kendini alabildiğine özgür kılan insan, her davranışını ahlakın denektaşından geçirmek zorundadır. Bunu yapıp, davranışlarına incelik katabiliyorsa, “yaratık” olmaktan kurtulur; “uygar insan” olur. Sıradan olaylar üzerine sıradan bir yorum bile bu genellemelere açıklık getirmeye yeter. İki haftadır Berlin’deyim. Bir yerde sürekli yaşanırken ayrıntılar görülemiyor. Uzun aralardan sonra gidince, sen göremezsen de ayrıntı kendini fark ettiriyor... Özel kabullerin dışında, bizde hastaneye gidip de doktor ya da hemşireyle ağız dalaşına girmeyen yoktur. Sorun, hastayı yüzüne bakıp iyi dinlememekten doğduğu kadar, sözcük seçiminden de kaynaklanıyor. Örneğin hemşire konumundaki bayanlar, iyi giyimlilere “siz” diye seslenirken, işçi ya da köylü kılıklıklara “sen” demekte sakınca görmüyorlar. Almanya’ya bakıyorum; muayenehaneler bir yana, alışveriş yerlerinde bile “sen” diye bir şey yok. “Siz” derken de söze “lütfen”le başlıyorlar. Yakını diye birini öne alıp başka birini arkada bırakmak da yok. Öyle davranılmayınca, iş yapanla yaptıran arasında mutluluğa dayalı bir etkileşim doğuyor. Bu koşullarda niye hırgür çıksın! Hemşireler asık suratlı da değil. İğneyi batırırken espriler yapıp hatır soruyorlar. Hastanın eline bir parça pamuk verip, bastır şuraya demiyorlar, kendileri bastırıyorlar. Delinen yerden kan sızmadığını görünce plasteri sıkıca yapıştırıp, bastırmanızı sizden rica ediyorlar. Peki, onların bu davranış inceliği nerden kaynaklanıyor? Ancak emeğin, karşılığını gördüğü düzenlerde insanın güven duygusundan söz edilebilir. Almanların “Arbeitsmoral/çalışma ahlakı” dedikleri, insanı ve zamanı önde tutan anlayışın temelinde bu güven duygusu yatıyor. Bizde ise, profesöründen maden işçisine çok kişi böyle bir güvenden yoksundur. Bu düzeni sağlamak, en başta, insanı davranış ilkelliğine sürükleyen koşulları ortadan kaldırmaya bağlı. Yoksa, Alman’ın damarında dolaşan kan bizimkinden kırmızı değil... G binyazar@gmail.com K Israrla laiklik diyorum Enver Aysever K işinin görüşlerine inanması, hararetle savunması iyidir çoğu zaman. Eğer bir irade ortaya koymaz, üzerine düşünüp, savaş verip, bir anlayışın ardından gitmezseniz başarılı olma, devrim yapma olanağınız yoktur. Ancak yine aynı kişi; bir başkasının da kendi kadar haklı olabileceğini, savunduğu fikirlerin doğruluğundan kuşku duyarak kavrayabilir. Açayım... Üniversitede ders verdiğim öğrencilere sordum; ‘Kendinizi nasıl tarif edersiniz?’ diye. İlkin bir bocalama olduğunu gördüm. Genç insanlar hangi kimliklerini öne çıkaracaklarını, aidiyetlerini hangi kavramlar üzerinden oluşturduklarını dillendirmekte ikirciklik yaşadılar. Aşırı siyasallaşmış ortamlarda bireylerin kendilerini ilk olarak bu kimlikleriyle ortaya koymak istedikleri açık. Ama bunu toplum içinde, yüksek sesle yapmak hâlâ cesaret işi... Bir iki öğrenci ‘müzisyenim’, ‘rockçıyım’ diye vaziyeti idare etti. Sosyalist dili içselleştirmiş birkaç kız öğrenci ‘kadınım’ dedi. Yazık ki, kolaycılıkla ve ezberle durumunu tanımlamaya çalışan birkaçı ‘Atatürkçüyüm’ deyiverdi. Türban taktığını bildiğim bir kız öğrenci ‘Müslümanım’ dedi önce, ardından ‘Kürdüm’ diye ekledi. Sesi isyankâr ve siyasal iklimden kaynaklı güvenli, güçlüydü... İki Yahudi öğrenciden biri ‘Siyonistim’ dedi, diğeri sessizliği yeğledi. Kıyamet buradan koptu. Gördüm ki; hemen her ortamda, İsrail imgesiyle özdeş algı öfkelendiriyor. Tartışma her ne kadar derin ve demokratik olamadıysa da, kimi gözlemler yapma olanağı verdi. Öğle yemeğini birlikte yiyen, okula beraber gidip gelen, belki sevgili olan bu gençler; aynı havayı soluduklarını hızla unuttular. Haklılıklarından emin biçimde, karşılarındakini duymaksızın öfke sözlerini ortaya döküp, saçtılar... O gün gördüm ki toplumsal kutuplaşma olgusu, tartıştığınız konunun ne olduğuyla ilintili olarak değişiyor. Söz gelimi, siyasal İslamcı olan biri ile bir Kemalist, İsrail söz konusu olunca aynı safta yer alabiliyor. Ya da Kürt sorunu tartışıldığında sosyalist bir kız, türbanlı arkadaşıyla aynı yerde durabiliyor. Ancak türban söz konusu olup, iktidarın oyuncağı ve simgesi olarak önüne konunca, aynı kız, bu dayatmaya direnip muhalif bir dili yeğliyor. Günün üzücü verilerinden biri Kemalist gençlerin siyasete yönelik derinleşme sorunuydu. Resmi öğretinin onlara sunduğu düşünsel konfor, toplumsal dokuya yönelik yeni fikirler edinmelerinin önüne set çekmişti. Tartışmayı derinleştirdiğimde, dahası farklı konumlardan gelen ve hak savaşı verdiğini dile getiren arkadaşları direnç gösterdiğinde, ya geri adım attılar ya da yasakçı bir dili seçtiler. Kaç zamandır yeni bir öğretiye doğru yönelen küresel siyasal ortamın, ne tür yeni kavramlar ortaya koyacağı üstüne düşünüyorum. İlginçtir; bu postmodern süreç ya da kapitalist evrim süreci, bana yeniden ve inatla modern kavramlara dönmem gerekliliğini anımsatıyor. Öğrencilerin karmaşık düşün yapısı ve ruhsal açmazları da, bir berraklaşma gereksinimini ortaya koyuyor. Eğer modern toplumsal önermelerin doğru dürüst ve yerli yerinde olan; örneğin insan hakları, eşitlik gibi kavramların yücelmesini sağlayamazsak, daha dindar ve ırkçı toplumların olacağı endişesini taşıyorum. Kimilerinin, yahu milliyetçiliğin temeli zaten ulusdevlet değil mi, dediğini duyar gibiyim. Ya da Nazi Almanya’sını anımsatmak için sabırsızlananlar olduğunun farkındayım. Ancak üzerinden geçtiğimiz iktisadi krizin, tüm konumları sorun haline getireceğini, buradan da yine ulusal yapıların güçlenerek çıkacağını sezdiğim için, benimki bir tür önlem çağrısı. Diyeceğim; henüz dünyanın Marx’ı keşfettiğini söylemek, paylaşım yöntemleri üstüne umutlanmak için erken... Geldiğim nokta, çok daha koyu bir laiklik öneriyor. ABD’nin “Tanrı bizimle birlikte” diye kısaltabileceğimiz dindar saldırganlığının dünyayı nasıl kana buladığını gördük. Bir başkanın Tanrı tarafından görevlendirildiğine inanması, koca bir halkın da bunun peşine düşmesi kolay açıklanabilir değildir. Kuşkusuz vaat edilmiş toprakların peşinden koşan nicelerini de biliyoruz. Ya da cihat peşinde ömür tüketenleri... Laiklik bugün her zamankinden önemli... Kimi sosyologların, siyaset bilimcilerin yeni bir durum diye söz açtıkları bu süreç; vahşi, saldırgan, güdüleriyle davranan ve insan aklının üstünde güçlere inanan bireyler yaratmakla meşgul! Diyeceğim; fikirlerini çok seven, meşruluğundan, haklılığından ve değişebilir olduğundan kuşku duymayan insanlar hangi düzende yetişiyorsa, o yapı çökmeye yazgılıdır. Bir başka deyişle, dinsel bir öğreti, milliyetçi vurgular, hamasi bir dilin içinde boğulmaya tutsaktır. Buradan demokrasi adına sahici bir çoğulculuk bulmak olanaklı değildir. Demek ki laiklik düşünmek için olmazsa olmaz bir kavram olarak önümüzde durmaktadır. İmanlı gençler nerede yetişirse yetişsin, özgürlüğün önünde engeldir. Ben modernizmi yeniden düşünüyorum. G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle