22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

15 TEMMUZ 2007 / SAYI 1112 9 BURAK AYDOS Yaşayan elbiselerin zamanı Özlem Süer; Türk moda tasarımının en güçlü isimlerinden biri. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da tanınıyor. Modayı endüstriyel kimliğinin ötesinde, sanata yakın duruşuyla ortaya koyuyor. Süer, son projesi “Zamanlararası Diyalog” adını verdiği performansı ile zaman kavramına yepyeni bir boyut getiriyor. Deniz Yavaşoğulları Bir koleksiyonun hikâyesi olmasının getirilerinden biri de ruh diyebilir miyiz, sizce her koleksiyonun hikâyesi olması önemli mi? Her ürünün, eserin veya kullanım objesinin tasarlanırken, yaratıcısı tarafından bir soruna, bir ihtiyaca ya da yakalanmış bir hisse adanmış bir yanı vardır, bunu bilmek kullanıcısının da hakkıdır, çünkü bildiğinde arada bir köprü kurar. Nelerden ilham alırsınız? Yaşadığım her şeyden. Esin kaynaklarımı derinlerimde olan beni heyecanlandıran duyguların peşinden giderken buluyorum. Okuduğum kitaptaki bir kelime, bir tarihi belge, ya da tarihi başka bir eser veya bir inanç beni heyecanlandırabiliyor. Nasıl yansıtıyorsunuz bunları? Çıkış noktasını bulduktan sonra araştırmaya, okumaya başlıyorum, zamanla rengini bulup materyale dönüşüşünü tanımlıyorum ve görsel katkı sağlayacak ikonunu belirliyorum. Örneğin “Zamanlararası Diyalog”da bu ikon saatti. İşin konseptsel tarafında ise, ODTÜ felsefe mezunu bir arkadaşımla birlikte tüm ekip bir metin yazarak tüm filozofisini oluşturduk. İkon olarak seçtiğiniz “saatler”e nasıl bir mana yüklediniz? Saat, belki zamanı çok direkt anlatan bir obje, ama biz koleksiyonda, bu objeyi zamanı reddettiğimizi göstermek için kullandık, akrebi yelkovanı olmayan, ya da hepsi 12’yi gösteren saatlerdi. Anlatmak istediğimiz, zamanlar üstü bir durumdu. İngilizce’de “timeless” diyoruz; zamansızlık. Bu tavrı daha çok seviyorum, aslında zamanın bizim yarattığımız bir şey olduğunu, sonsuza ait insanın zamanı kendine sınır olarak gördüğünü düşünüyorum. Tasarımınızı bir performans olarak sundunuz, neden? Müzik beni geri çağırdı... Ali Deniz Uslu B Ö zlem Süer, yurtiçi ve yurtdışındaki başarılarıyla ismini en sık duyduğumuz tasarımcılarımızdan. Tasarımlarını, görselliğin ötesinde bir anlam yükleyerek oluşturan, modayı sanatla buluşturan bir isim, aynı zamanda 20 ülkede, 60 butikte satılan bir marka. Tasarımlarını 25 kişilik ekibiyle oluşturan Süer, son projesi “Zamanlarararsı Diyalog”ta zaman kavramını tartışıyor. Süer'le bu kavramı ve tasarımı konuştuk. Tasarım yapmayı nasıl tanımlarsınız? Yaptığım işi, görsel bir işten çok ruhsal ve mental bir iş olarak görüyorum. Özlem Süer... Fotoğraf: Serkan Yıldız Ucu açık ve nereye konumlandırırsanız sizinle gelebilecek bir tavrı olduğu için. Kostüm, moda, giysi nasıl adlandırırsak.. Siz nasıl adlandırıyorsunuz? Ben en çok elbise demeyi severim, kostüm deyince daha çok akla sahne gelir, aslında bazen bir insanın üzerindeki giysi kostümdür, yaşamda duruşuyla tarif ettiği, hayatı sahne gibi görmektir, onun o sırada sahnede ışıkların altında olması gerekmiyor. O kişilere yaptıklarımız da kostümdür. Zamansızlıktan bahsettiniz, belki biraz tezat olacak ama, sevdiğiniz bir dönem var mı? Tabii ki. İlk hazır giyimin çıktığı dönem, bana çok etkileyici gelir. 1960’ların radikal akımı, 1950’lerin Hollywood yıldızlarının duruşu, 1900’lerin başında Arnova’nın etkisi de çok özel. Bunların dışında, bulunduğum dönemi çok seviyorum, 2000'den itibaren retro bir zamana girdik, geçmişe dönüşün kendini bu kadar çok hissettirdiği başka bir dönem yaşanmadı. Bu durumu özlem duygusuna mı bağlıyorsunuz, tükeniş de olamaz mı? Bence olamaz, hele ki şu zamanda. Hepimiz özlemeyi özledik, dünyada tüketime odaklı bir dönem yaşanıyor. Aldığımızı tükettik, bu durum sürerken nefes alma ihtiyacı duyan insanoğlunun eskiyi özlediğini ve eskiyi geri getirdiğini düşünüyorum ve bundan dolayı bugün Londra’da 1800’lerin sonlarına ait bir makyajla, kabarık etekle gezen insanlar görebiliyorsunuz. YENİ BİR TASARIMCI KEŞFETTİM Moda kelimesi sizin için ne anlam ifade ediyor? Moda kelimesinin tüketmeye yönelik bir tavrı olmasını üzücü buluyorum, çünkü tasarım, sanatın kendini sorguladığı bu zaman diliminde, sanat ve kavramsal sanat tanımlarıyla kendini çok yükseğe taşıyor. Modanın entelektüel tavrını ve yaşadığımız dönemin varoluşuna ait bir literatür oluşturmasını, sofistike halini, derin ve anlamlı olmasını çok seviyorum. Tasarımın en çok hangi aşamasını seviyorsunuz, hâlâ çizim yapıyor musunuz mesela? Hâlâ çizim yapıyorum, yazı da yazıyorum ve hâlâ çok heyecanlanıyorum. Tasarımı kendi içimdeki yalnızlığı ve coşkumu yansıtabildiği için seviyorum. Profesyonelleşme süreci bazen yabancılaşma getiriyor, her şeyi çok fazla tanımlayıp disiplinleştiğiniz zaman kurumsallaşmak adına bu coşkudan, heyecandan kopabiliyorsunuz. Biz de kurumsal bir markayız ama her zaman kendi içimizdeki yaratıcılığa, heyecanlara ve amatör ruhu kaybetmemeye önem veriyoruz. Kumaş sizin için ne kadar önemli, ne tarz kumaşlar kullanıyorsunuz? Çok önemli. Kumaşı kullanıyor olmak, bana çok büyük bir heyecan veriyor. Bakıldığında dönem özelliği gösteren ama muhakkak marjinal bir özellik taşıyan kumaşlar kullanıyorum. Kullanmaktan vazgeçemediğiniz “bir şey” var mı? Ekru rengi; beyaza yaklaşan ama beyaz olmayan bir renk, her koleksiyonumda var. Uzun elbiseleri çok seviyorum, gündelik hayatta olmasa da imaj ve performansta kullanılabiliyor. Tasarımlarınız yurtdışında nasıl karşılanıyor? Heyecanla karşılanıyor, alıcılar da artık netleşmeye başladı. Bunlar, yeniye açık, bilindik markaların koca damgalarını yemek istemeyen, deneyselliği önemseyen, “evet yeni bir tasarımcı keşfettim” demeyi seven insanlar, gerçi artık yeni sayılmam ama... Kendinize kıyafet tasarlıyor musunuz? Tabii ki. Gömlek, tek parça elbiseler… Bazen de beğendiğim şeylerden bana uygun olanını üretmek istiyorum. Genelde siyah ve beyaz ağırlıklı oluyorlar. Bir de kendime yaparak başladığım sonra müşterilere de çoğalttığımız, hem etek, hem pantolon, paçalarını bağlayarak kullandığım bir şey var, iş yaparken onunla çok rahat ediyorum, önlük gibi oldu artık, her sezon ondan birkaç tane yapıyorum. urak Aydos, yeni albümünde kendi deyişi ile bir erkeğin “e hali, den hali ve yalın hali”ni anlatıyor, ama bunları kadınların bilmesini de özellikle istiyor. Aydos’a albümünde trompet ve klarnette Hüsnü Şenlendirici, bas gitarda Nurhat Şensesli, davulda Volkan Öktem, piyanoda Burç Şensesli eşlik ediyor. Albümdeki tüm şarkıların söz ve müzikleri ise Burak Aydos’a ait. Düzenlemelerde ise Ahmet Özgül ortak çalışmış. Bundan yaklaşık on yıl önce yayımladığınız “Şartsız, Kuralsız, Hesapsız” albümünde yorumladığınız “Yalnızlık Benim Eski Sevgilim” sizden bize kalmıştı. Daha sonra müziğe bir ara verdiniz. Neden müzikten bu kadar uzak kaldınız? Eğitimim yarım kalmıştı, okula dönüp Bilkent Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi Bölümü’nden mezun oldum. Sonra da kendime doğru uzun bir yolculuğa çıktım. Nasıl bir yolculuktu bu, neler keşfettiniz bu yolculukta? Dilini tam olarak bilmediğim puslu bir iklimde yol aldım uzunca bir süre. Okudum, anlayama çalıştım. Egosuna, komplekslerine yenilenlerin biçareliğini gözlemlerken, egomu dizginlemeye çalıştım. İçime atmayı ve “ya sabır” demeyi de öğrendim. Yitip gidenler ve kazanılanlar neydi? Çocukluğumu yitirdim sanırım ve de cebimdeki kahkahaları düşürdüğümü fark ettim. Ne zaman ki soluğum kesilir gibi oldu, sıradanlaşmaya başladığımı hissettim. Hayallerime sahip çıkmam gerek tiğini anladım. Ben şarkı yazmalıydım, söylemeliydim. Yani müzik sizi çağırdı? Evet öyle demek belki daha doğru. Çünkü ne çalıyor, ne söylüyor ne de yeni şeyler yazıyordum. Derken yeniden yazmaya, söylemeye, çalmaya karşı dayanılmaz bir istek duymaya başladım. Tutamadım da kendimi daha fazla. Yeni albümün çalışmalarına da geçtiğimiz ekim ayında başladım. Burak Aydos’un yeni albümü “30+” yayımlandı. Mesela 20’lerimin kahkahalarını tebessümlerle anıyorum. Siyasi gelişmeler daha çok canımı yakıyor. Her şeyi bırakıp bir kaçıp kurtulma halindeyim sürekli. Keskin hatlı ve değişmez dediğim düşüncelerim daha bir flu sanki, güven duygum da beni hızla terk ediyor. Vücudum zihnime eskisi kadar da itaat etmiyor gibi. Bunlardan uzayan bir liste var karşımda... Albümde dört şarkı var. Hepsinin de hikâyeleri farklı. Bunlardan bahseder misiniz biraz da... “Hep yanında olduğu halde âşık olduğu kadının dikkatini çekemeyen ve çaresizliğinin şarkısını yazan bir adamın, 1915’lerde gönlü aynı sevdaya düşmüş iki kabadayıdan, sevdasını kabadayı âlemine tercih eden, hatta meydan okuyan bir kabadayının, otuz yaşına gelip hayatını sorgulayan bir adamın ve yeni doğan kızına tapan bir erkeğin” hikâyelerini sakladığım bir albümüm var. Kısacası bu adamın yaşadıklarını paylaşmaya çalışıyorum önce kadınlarla, sonra da erkeklerle... SESİMİ KİM DUYARSA... Yeni albümünüzün adı “30+”. Bu ifadeyi yaratan sebeplerden bahseder misiniz? Bu şekilde 30’lu yaşların deneyimlerini, aynı yaş dilimindekilerle paylaşmaya çalışan bir adamın hikâyesini içeren şarkının adını ve albümün hedef kitlesini anlatmak istedim. 30 yaş, erkeklerin psikolojik olarak aştıkları bir sınır mı? Sadece erkeklerin değil, kadınların da öyle. Hatta daha çok kadınların böyle bir sendroma maruz kaldığından bahsedilir. Ben yalnızca kendi hissettiklerimi her iki cinsle de paylaşmaya çalıştım. Daha doğrusu sesimi kim duyabilirse, yaramı kim görebilirse onla… Bu bir erkek albümü mü? Bir erkeğin e hali, de hali, den hali ve yalın halinin hikâyelerinin anlatıldığı bir albüm. Peki, 30 yaşını geçince bir erkeğin hayatında neler değişiyor ya da sizde neler değişti? BJÖRK Bir kez daha... Zekeriya S. Şen jörk karşımıza altıncı albümü “Volta” ile çıktı. Kışkırtıcı, toparlayıcı ve yenileyici bir yapıya sahip albüm, dinleyenin kulaklarında evrensel bir tokat gibi patlıyor. İzlanda’nın yenilikçi ve öncü sanatçısı Björk, albüm boyunca koşuşturan, gıpta edilen bir müziksel işbirliğine girmiş. Topkapı Müzik etiketi ile raflarda yerini alan “Volta”, içerdiği enerji patlaması ile satın aldığınız andan itibaren sizi sarmalıyor. Bir kez daha olası uç noktalar arasında armoniyi yakalayıp çıkaran sanatçı nefes kesen bir simya yaratmış, son çalışmalarına kıyasla düşünceli, hassas ancak kuvvetli, ulaşılabilir ve cesur. “Medulla” ve “Drawing Restraint 9” gibi albümlerinin giriftliği ve karmaşıklığı müzikseverlerin aklında Björk’ün artık başka bir melodik yörüngeye girdiği izlenimini yaratıyor. Bu yüzden hatırı sayılır takipçisini de kaybetmedi değil, ancak kendisine tutkuyla bağlı olanlar da var. “Volta”da sanatçı oyunlu, esprili, haylaz ve akılcı melodilerine daha olgun bir şekilde geri dönüyor, geleneksel parça yapısının sınırlarında dolaşırken araya serpiştirdiği yeni içeriklerle yerinde saymayıp ileriye atılıyor. Björk belki de şu anki müzik dünyasında popülerliği maceraperestlik ile harmanlamasını bilen tek örnek. Hangi sanatçı elektronik, dünya, samimi, öncü, sofistike ve popüler müzik kulvarlarına kritikler tarafından bu kadar yakıştırılıyor? Björk, son yirmi yılın en başarılı stüdyo sanatçısı. Albümleri sadece tematik olarak rabıtalı olmayıp, çok geniş müşterek stilleri ve sesleri dokuyan geniş bir müziksel peyzaj. “Volta” tematik kavramın biraz dışına çıksa bile, melodi paleti bakımından sanatçının hiçbir çalışmasında olmadığı kadar keskin bir atılım içerisinde. On kadından oluşan İzlandalı nefesliler ekibinden Pagan vurmalı çalgı melodilerine, Kongo’nun perküsyon ustası Konono No. 1 ekibinden prodüktör koltuğundan çok müziğin içinde var olan Timbaland’a ve Mali’nin kora virtüözü Toumani Diabate’ye kadar “Volta”da yok yok, hatta daha fazlası var. B Fotoğraf: Semih Kanmaz / Boğaç Dalkıran Değişim serüveni Ayşe Sağlam 3D: Değişim, Dönüşüm, Devinim... Bu yıl 50. yılını kutlayan Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinin bitirme projeleri, yaz sonuna kadar fakültede sergilenecek. Sanat eleştirmeni ve ressam Canan Beykal’ın belirlediği “3D”de çalışmaların alt metnini 50 yılda yaşanan değişim, fakültenin ve sanat anlayışının geldiği aşamalar oluşturuyor. Sergiyle aynı zamanda fakültenin Uluslararası AIAS (Bauhaus ekolü ile kurulan seçkin dünya sanat ve tasarım kurumları) Birliği’ne kabul edilmesi de kutlanıyor. Kendi özgün dilleriyle “DeğişimDönüşümDevinim”i yorumlayan öğrencilerle konuştuk. BELGİN SERT (Seramik sanatçısı) Benim için 3D, iplerden kurtulmayı, farkına varmayı ifade ediyor. Konuya, 15 16 yaşımdan beri üzerinde düşünüp sorular sorduğum kaderciliği merkez alarak yaklaştım. Kadercilik özgürlüğü ve dolayısıyla değişimi kısıtlayan; insanı sınırlayan bir şey. İnsan kadere teslim olduğunda ipler başkalarının eline geçer. Bu bir tür mahkumiyet. Malzeme olarak çamuru seçtim. Çamuru sık kullanmama rağmen ne kadar az tanıdığımı bu projenin oluşum aşamasında anladım. Beni oldukça zorladı; bana bilmediklerimi ve eksiklerimi de gösterdi. Üç kukladan en büyüğü insan formlarına en yakın olanı, bu nedenle en çok onda zorlandım. Kendi el, ayak ve yüzümün kalıbını aldım. Parçaları birleştirme aşaması oldukça sancılıydı, ama istediğime ulaşabildiğime inanıyorum. MELTEM SIRTIKARA (Ressam) En çok ilgimi çeken dönüşümdü. Bir şeylerin birbirine dönüşmesi benim için çok önemli. Algılayıp sunduğumla, resme bakanın algısı; yorumlayışı, eserin izleyiciye ulaşana kadar olan dönüşümü... Malzeme olarak tuval üzerine yağlıboyayı seçtim. Boyayı çok seviyorum. Yoğun kullanıyorum; böylelikle bir şeylerin kapandığını ve içimdeki kimi şeyleri örttüğünü görüyorum. Kendimi evrenin üzerinde düşünüp, her şeye uzaktan bakıp; orada algıladıklarımı işimde kullanıyorum. Özellikle kadınerkek ilişkilerine yaklaşımımı bu bakış açısıyla oluşturdum ve işime yansıttım. Volta, Björk’ün altıncı albümü. Bir müzikal karmaşa gibi görünse de sanatçının yeni bir melodik yörüngeye girdiğine işaret ediyor. “Karmaşık! Katliam” diye haykırıyor. Yani protestosunu bu albümde de sürdürüyor. Albümün açılış parçası aynı zamanda ilk 45’lik olan “Earth Intruders” kulaklarımıza törensel bir eda ile marş ediyor. “Karmaşık! Katliam” diye haykıran Björk bu protesto parçası ile adeta diğer albümlerindeki fısıltılarının intikamını alıyor. “Wanderlust” ilk parçanın aksine dinleyeni bir şok etkisiyle duygusallık diyarına sokuyor. Borazanları, drum’n’bass ritimleri ve kuluçkaya yatmış melodisi ile “The Anchor Song”un daha içine kapanık ve dalgın versiyonunu sergiliyor. Bu iki parça “Volta”nın melodik ve ruhsal hal arasında gidip gelen yapısını belirliyor. Parçalar arasındaki geçişler ise yeni keşfedilmiş sesler, martı ağlamaları, su sesi, korna ve nefesli çalgılar ile yumuşakça sağlanıyor. Björk sükunetle Asya ve Afrika ovalarında kabilesel ortamlarda süzülüyor. GELENEKSEL VE MODERN... Antony and the Johnsons’dan bildiğimiz Antony Hegarty (zaman zaman erkek Björk olarak da lanse ediliyor) eşsiz sesini “The Dull Fame Of Desire” parçasında Björk’e ödünç veriyor. Ortaya çıkan epik çalışma, arka planda yükselen bateri vuruşları ile albümün en iyileri arasında. “Innocence” Björk’ün ağlamaları ve haykırışları ile işlenmiş bir ses yelpazesi. “I See Who You Are” ve “Hope” parçaları ise sırasıyla Çin’in Pipa kralı Min XiaoFen ve Mali’nin Kora ilahı Toumani Diabaté’nin katkısı ile tam bir Dünya Müziği harmanlaması. Enstrümanların etkisi olması gerektiği kadar ön plana çıkmasa bile, geleneksellik ile modernliğin evliliği nefes kesici boyutta. Punk’ın elektronikleşme çabasının güzel bir yansıması “Declare Independence” ise tam bir savaş çığlığı. Albüm Björk’ün oğlu Sindri’ye adanmış olan, yine Antony Hegarty’nin kusursuz sesi ile süslenen, nispeten bir önceki düete kıyasla daha sakin olan “My Juvenille” şükran nidası ile perdesini kapatıyor. “Volta” sanatçının 90’lardaki pop titreşim temalı çalışmaları ile 21. yüzyıldaki deneysel çalışmaları arasında bir köprü. İlk dinlendiğinde bir müziksel karmaşa izlenimi verse bile, Björk’ün “Homogenic” albümünden sonra en kolay yakınlaşılabilir çalışması. Sıcaklığın hüküm sürdüğü bu aylara serinlik üfleyen, kesinlikle kaçırılmaması gereken bir çalışma… muzik@tikabasamuzik.com NURTEN AŞER (Seramik sanatçısı) İşimin adı Özyitim. Burada iyiliği ve kötülüğü; birbirlerine nasıl dönüştüklerini irdeledim. Maddi ve manevi olarak ahlaki çöküşü 3D’ye bağlı kalarak en minimal biçimde anlattım. İyileri, duvardaki anahtarlar ve gerisinde duranlar olarak beyaz renkle; kötüleri de yerdeki büyük üçgen prizmalar içinde duran kenelerle gösterdim. İşimdeki Atatürk’ün, Mevlana’nın ve Nâzım’ın sözleri, aklı, vicdanı ve sevgiyi temsil ediyorlar, ancak isteyenin görebileceği şekilde sundum. Keneler kırmızıdan kahveye kanla beslenerek dönüşüyorlar ve son şekillerini alıyorlar. Kan emiciler; yani dünyayı yönetenler iyilerin kanlarından beslenerek çoğalıp güçleniyorlar. Oysa iyiler yalnız alkışlanıyorlar, giderek tükeniyorlar ve asla ortaya çıkarılmıyorlar. Değişimin bazen kötüye dönüşebileceğini anlattım. En çok felsefeden besleniyorum. Bunun dışında gözlemlediklerim doğrultusundabir takım çıkarımlar yaptım. 45 yaşında ve iki çocuk annesiyim. Hep gençlerle bir aradayım ve bu bana değişen değerlerin ve yaşamdaki dönüşümlerin nereye vardığını gösterdi. Yaşanan gerileme ve yozlaşmanın ürkünçlüğü ve doğurduğu sonuçlar ister istemez işlerime de yansıdı. Ben DeğişimDönüşümDevinim’i ilk akla gelen, ilerleyen ve yükselen SEDA YAZKAN (Heykeltıraş) anlamının tam tersi yönde ele aldım. Bedenle, özellikle kadın bedeniyle ilgilendiğim için bedendeki değişimin olumsuza dönüşümüne odaklandım: Yara izleri... Çıkış noktam, bedenin bütünselliğini kaybetmesi. Bedene gönderme yaparken malzeme olarak deriyi seçtim, çünkü bu meseleyi gerçeklik duygusuna yaklaştırmak istedim. Malzemeye hükmetmek yerine onun beni yönlendirmesine izin verdim. Bu da ortaya çıkacak işi gerçekliğe ve anlatmak istediğime yaklaştırdı. Tiksinç ve gerilimleri olan bir konuyu; yara izlerini gösterdim. Derinin üzerindeki doğal iz ve yırtıklar gerçeklikle örtüştü.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle