Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 6 12/7/07 16:13 Page 1 PAZAR EKİ 6 CMYK 6 PAZAR SÖYLEŞİLERİ 15 TEMMUZ 2007 / SAYI 1112 Şiir ve resim üzerine Ataol Behramoğlu Şiir konusunda duygularımı burada dile getirmeme gerek yok. Başımın tatlı belasıdır demem yeterli. Buna karşılık, yapma konusunda en ufak bir görünür yeteneğe sahip olmadığım resim sanatına olan tutkum, yakın çevrem dışında pek bilinmez. Resim sanatında beni öncelikle çeken, bu sanatın maddeyle olan ilişkisidir. Yaptığınız işe ellerinizle dokunmanın büyüsü. Ciğerlerinizi dolduran, başınızı döndüren boya ve tiner kokusu. Bir resim işliğini her zaman kutsal bir mekân gibi algılamışımdır. Yabancı bir ülkenin o sırada bulunduğum kentinde yaptığım ilk şeylerden biri, resim müzesi ya da galerilerinin yerini öğrenmek ve kendimi ilk fırsatta oralara atmaktır. Ülkemizde bana en çok acı veren şeylerden biri de bu olanaktan yoksunluğumuzdur. Neden bu yoksunluk? Her kentimizde bir resimheykel müzesi açılması bu kadar mı güç? Olanak sağlandığında, ilk ve ortaöğretim kurumlarında bu iş ciddiye alındığında, nice yeteneklerin bir anda fışkıracağından en ufak bir kuşkum yok. Başka ülke kentlerinin müzelerini sınıfça gezmekte olan ilkokul çağındaki çocukları gördüğümde hem hayranlık, hem de kendi ülkemin çocukları adına acı duyuyorum. Bizde resim sanatının tarihi şiir kadar eski değil. Minyatürü aşmak için on dokuzuncu yüzyıl sonlarına kadar beklemek gerekmiş. Minyatür sanatı ise, Batı’nın “ikona”lar dönemine, yani 13. ve 14. yüzyıllar Batı resim sanatına denk düşer. Yanımdan yıllardır hiç ayırmadığım başucu kitaplarımdan biri “Giotto’dan Sezan’a Kısa Resim Tarihi”dir. Sema Kaygusuz için yazmak kendi boşluğunda salınma hakkını ve özgürlüğünü kullanabilmek demek... Fotoğraf: Vedat Arık Yazmak için kibir gerek... Esra Açıkgöz rtadan Yarısından, Sandık Lekesi, Doyma Noktası, Esir Sözler Kuyusu, Yere Düşen Dualar... Bunlar, Sema Kaygusuz’un kitapları. O, kendi dilini kuran yazarlardan. Kelimelerin garip bir yoğunluğa sahip olduğu bu dille yazıyor. Zaman zaman kendi kitaplarını yakacak kadar sertleşiyor bu dil, zaman zaman evreni tek bir kitapta anlatmak isteyen bir kahraman yaratacak kadar kibre bulanıyor. Kaygusuz’un Yere Düşen Dualar’ı 2008’de Fransızca’ya, sonra da Almanca’ya çevrilecek. Öyküleri de, Fransa’daki İnalco Doğu Dilleri Enstitüsü tarafından çevriliyor. Metin yazarlığı yaptığı, fotoğraf albümü “Öbür Yanım” ise piyasaya çıktı. Yeşim Ustaoğlu ile birlikte yazdıkları, Ekim’de çekimlerine başlanacak bir de senaryo var. Biz de bu hareketliliğin ortasında konuştuk yazarla, yazı ve hayat üzerine... Osman Hamdi Bey’in “Kaplumbağa Terbiyecisi” isimli çalışması... O Evet, bir imge yeter, ancak roman ile öykünün gözü farklı. Gözün gerçekten bir ideolojisi var. Göz, alışkanlıklarına göre bakıyor. Ben böyle bir algının varlığını roman yazarken fark ettim. Önceden yeryüzüne baktığımda kırılma anlarını, ışık çakımlarını, bir durumu görüyormuşum, ama beni roman yazmaya iten olgunun kendisi oldu. Oysa bir röportajınızda roman yazmayı düşünmüyorum diyordunuz... Çünkü gözümün öyle bir alışkanlığı yokmuş, ama zamanla değişti. Bu roman, Karadeniz'de bir dağda şahit olduğum yaşlı adamla bir çocuğun konuşmalarından çıktı. Çocuk, dedesine dağlardan hangisinin Kaçkar olduğunu sordu. Dede de, “Büyüğün yanındaki” deyince, çocuk “Ama hani en büyüğü Kaç Kendi boşluğumda salınma hakkımı ve özgürlüğümü hatırlatıyor. Okura da o boşluğu sunuyorum. Ben okur için yazan bir yazar değilim, okura yazan biriyim. O boşlukta ne kadar çıplak kalabiliyorsunuz? Elimden geldiğince. Hayranlık kurumu bizi biraz yapaylaştırıyor, geriyor. Güzel şeyler söylendiğinde yüzüm ağrıyor, büyük bir yük oluyor. Doğrusunu isterseniz, yazıyı verme yasını atlatıp okurla konuşmada biraz tutuğum, bocalıyorum, utanıyorum. Çünkü kafamda bazı sorular var; gelen sevgi bana mı, metne mi, beni ilgilendiren kısmı ne kadar... O yüzden de artık imza günleri yapmayacağım. “Öykünün geceye ve kötüye ait çok özel bir dünyası var” diyordunuz bir yazınızda. Yazarken kararır mısınız, nedir ruh haliniz? Yazarken ne kadar kendini geceden almaya çalışsan da, bu bedenle de ilişkili sanırım, her şey geceye uyanıyor. Her yer karanlıktayken, senin uyumuyor olman cazibeli bir şey. Herkes uyurken ortaya çıkan gerçeklikler etrafınızı sarıyor. Kötülük konusuna gelince... Benim derdim kötülüğü nasıl tanımladığımız. Mesela, egemen ideolog, dilci, kendi suçluluk duygusundan kurtulmak için kör birine özürlü, engelli diyerek, onu özürlü kılıyor. Oysa kör dese, sadece onu kör yapar ve köre karşı sorumluluğunu hatırlatır. Bence bu ikiyüzlüce. Yung demiş ya, “İnsanın zalimliğini anlamak için dört yaşındaki çocuğa bakmanız yeterli.” İnsan, çok iyicil yanları olduğu kadar zalim de bir varlık. Kitaplarınızda sık sık bu zalimliğe yer veriyorsunuz. Çünkü zalimliği ortak bir kültür içinde tanımlıyorum. Oysa yazınsal metin zalimliği bireylere indirgeyip, bireylerin Bu kitabın sayfalarını çevirdiğimde Batı’nın 13. ve 14. yüzyıllardan 20. yüzyıl başlarına yarattığı eşsiz resim örneklerine dalıp giderim. Neden biz böyle bir tarihe sahip olmaktan yoksun kaldık? Neden bizim ülkemizde resim sanatı hiç değilse şiir sanatımıza koşut bir gelişim gösteremedi? Nedenlerini biliyoruz. Buna karşılık 19.yy. sonlarından günümüze Türk resim sanatının atılımları küçümsenemez. Tam tersine, Yahya KemalOsman Hamdi koşutluğundan başlayarak modern Türk resim sanatı şiir sanatımızdan geri kalmayan başarılara imzasını atmıştır. Batı resim sanatının, gerçekçilik, simgecilik, izlenimcilik, dışavurumculuk vb.vb… bütün modernist akımları 19. yy. sonlarından günümüze modern Türk resim sanatında karşılıklarını bulduğu gibi, günümüz resim sanatının genç ustaları, tıpkı şiirimizdeki gibi, Batı’daki yaşıtlarının gerisinde değil önündedir de… Benim kuşağımın bende iz bırakan Mehmet Güleryüz, Komet, Utku Varlık, Orhan Taylan, Alâaddin Aksoy, Muzaffer Akyol, Cihat Aral, Nevhiz gibi ustalarının adlarını burada önemle anmak isterim. Daha genç bir kuşaktan Sali Turan’ın da dünya ölçeğinde bir ressam olduğundan kuşku duymam. Çağdaş Türk resminde çeşitli kuşaklardan “büyük” klasmanına girecek azımsanamayacak sayıda ressamımız olduğunu biliyorum. Şiir ve resim sanatlarımız, yaklaşık olarak 1940’lı yıllardan günümüze, koşut sayılabilecek bir gelişim içindedir Günümüzde resim sanatının şiir sanatını geride bırakmaya başladığı da söylenebilir… Bunun nedenlerini ayrıca irdeleyip tartışabiliriz… Fakat bundan daha da önemlisi, ressamlarımızın ve şairlerimizin birbirlerinden karşılıklı olarak öğrenecekleri şeyler olduğu ve böyle bir buluşmanın her iki sanata da yeni anlatım olanakları kazandıracağıdır. ataolb@cumhuriyet.com.tr Sema Kaygusuz, yazarken en çok geceyi kullanıyor. Herkes uyurken ortaya çıkan gerçeklerin onu sarmasını seviyor. Yazı onun kendi boşluğunda salınma, özgürlüğünü yakalama şekli. Bunları paylaştığı romanı Almanca ve Fransızcaya çevriliyor. kar’dı” diye itiraz etti. Dede de dedi ki, “Sen büyü, büyüdüğün zaman o Kaçkar olacak.” O anda “Bu nedir, buradaki giz ne?” diye düşünmeye başladım. O atmosferin izine düşünce, önce dağ, sonra ada, deniz imgeleri peş peşe geldi ve romanda da bunları anlattım. Peki yazıyla ilişkiniz nasıl başladı? Yazmayı bilmezden önce anlatan bir çocuktum. Yazıyı öğrenir öğrenmez de kurgular, oyunlar yapmaya başladım. Ne zaman ki annem yazdıklarımı saklamaya başladı, o oyun denilen şeyin bir anlamı, niteliği olduğunu anladım. Yani aslında ona anlam veren annem oldu. Üstelik de fark ettiğini bana hiç fark ettirmeden, doğamı bozmadan, beni yazar yapmaya çalışmadan... O yüzden de ben ruhsal olarak yazar değilimdir. içinde evrenselleştirebilir. Mesela, birini öldürmek. Dostoyevski'nin öldürmesi tanrılığa mı yeltenmek, orada bir adaleti mi gerçekleştiriyor... Gündelik hayattaki dil argümanlarımızı kullandığımızda kötülüğü basmakalıp şekilde tanımlıyoruz. Şimdi herkes özde bir olmaktan, Quantum'dan bahsediyor. Önce utançta bir olmak lazım, daha utanmayı başaramıyoruz. Romanda, bütün evreni tek bir kitapta anlatmak isteyen bir karakter var. Sizin yazıya ilişkin en radikal isteğiniz nedir? Yazar kibri o! Gerçek hayatta ne kadar mütevazı, alçak gönüllü, mahcup biri olsan da yazmanın özünde kibir var. Orada bu kibri anlatmak istedim. Yazarken daha önce hiç yazılmayan bir metin yazdığımız yanılsaması içindeyiz. Bir yandan yazılmış bir şeyi yazdığının farkındasın, diğer yandan da hiç böyle yazılmadı, bu yazdığım biricik, diye bir iddia içindesin. Hulki Aktunç demişti, “Henüz yanyana gelmemiş sözcükler olduğu için yazıyorum”. Aksi halde yazmak için bir neden kalmıyor. Kimi arkadaşlarım var, yazamamalarının tek nedeni kibire sahip olmamaları. Ben romanda onu yazarak, yazma yetkinliğimdeki kibri teslim ettim kahramana, kendi kibrimi yazdım. Yazıya dair en büyük korkunuz nedir? Bir öncekiyle aynı ya da onun altında bir şey yazmak. Yazıyorsam, geçen zamanı ve aşamayı da oraya damgalamak isterim. Bundan sonraki, Yere Düşen Dualar’dan daha aşkın bir metin olsun isterim... “Yere Düşen Dualar”ın Fransızca ve Almanca’ya çevrilecek olmasının sizin için anlamı ne? Her yazar, başka dillerde de okunmak ister, bu biraz da kendini dünyalı hissetmekle ilgili. Benim için anlamı, Türkçe düşünüşün, hayal gücünün, imgenin, kurmacanın başka dillerde de karşılık bulması. Roman Göttingen Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nde ders kitabı olarak okutuluyor. Bu, kitabın didik didik edilmesi anlamına da geliyor, rahatsız etmiyor mu sizi? Yoo... Ben, benden çıktıktan sonra kitabın peşinde koşan, onun için endişelenen bir yazar değilim. Mesela, benim metinlerimi inceleyen hiçbir doktora öğrencisine yardımcı olmam, çünkü kitabın bağımsız duruşunu bozmak istemem. ORTA SINIFIN İKİ YÜZLÜ AHLAKI Yeşim Ustaoğlu ile yazdığınız film senaryosunun çekimlerine Ekim’de başlanacak. Nasıl gelişti bu ortaklık? Yeşim’in filmlerini izliyordum, meğer o da benim öykülerimi okuyormuş. “Bulutları Beklerken” filmini izledikten sonra bir ortak arkadaşımızdan numarasını alıp tebrik ettim. “Ben de seni aramayı düşünüyordum, Doyma Noktası’nı okudum” dedi. Sonra aynı arkadaş grubunda sık sık karşılaşmaya başladık. Teklif ondan geldi, “Benim sakin, dingin bir hikâye anlayışım var, senin de adrenalini yüksek, coşkun, kanlı bir bakış açın. Bu ikisi yan yana gelirse iyi olacak” dedi. İki yıl sürekli çalıştık, sonra da ara ara buluştuk. Orta sınıfın iki yüzlü ahlaki, konformizm üzerine bir aile hikâyesini anlattık. Bir de metin yazarlığını yaptığınız fotoğraf albümü, “Öbür Yanım” var. Novartis’in sosyal sorumluluk projesiydi bu kitap. Beş bölge belirledik. Zaten çok gezen biri olduğum için, adreslerimiz belliydi. Çekim yapılırken, ben de metinleri kurdum. Öykülerinizi de böyle mi oluşturursunuz, yola çıkış noktanızda bir görüntü, soru mu vardır? HİÇ YAZMAMIŞ GİBİ BAŞLAMAK Öyleyse kendinizi ne olarak tanımlıyorsunuz? Ben yazı yazdığım zaman yazarım. Bu apartmanda kimse benim ne iş yaptığımı bilmiyor, eski mahallemde de bilmezdi. Çocukken yazan Sema ile şimdiki arasında bir fark olmasın istiyorum, çünkü en büyük motivasyonum daha önce hiç yazmamış gibi baştan başlamak. Yazı size ne sağlıyor? Dostoyevski’den Balzac’a, Leyla Erbil’e, Sait Faik’e... Çok sevdiğim bütün yazarlar, oto analizlerini yapmış, kendi şeytanlarını ortaya çıkarmış, onunla burun buruna gelmiş, yani uçurumdan atlamış yazarlar. Yazı bana bu macerayı sağlıyor.