02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

R PAZAR 9 7/6/07 15:25 Page 1 PAZAR EKİ 9 CMYK 10 HAZİRAN 2007 / SAYI 1107 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Bir yalnız adam Ataol Behramoğlu Orhan Veli hiç âşık oldu mu? “Ölümünden sonra müsveddesi diş fırçası sarılmış bir kâğıtta bulunan bu son şiiri tamamlanmamıştır” açıklamasıyla verilen “Aşk Resmi Geçidi”nde on iki sevgili sıralanır. Bu arada, bu şiirin “tamamlanmamış” olduğu konusunda kuşkuluyum. İkinci sevgilinin anlatıldığı kıtada dize başlangıçları nokta noktayla geçilmiştir. Orhan Veli sonradan üzerinde çalışmak üzere mi koydu bu noktaları, yoksa özellikle mi öyle bıraktı şiiri, şairin kendisinin bir açıklaması bulunmadığına göre, tahmin etmek kolay değil. Bu kıtada, “adlarımız yan yana yazılırdı duvarlarda” sözleriyle tanımlanan bu belli ki “mahalle” arkadaşı sevgiliyle, “yangın yerlerinde” neler yapıldığı her zaman bir giz olarak kalacaktır… Fakat, konumuz bu değil... “Aşk Resmigeçidi”nde bir düzine sevgili sıralanmış olmasına karşın, aşk konulu bir başka şiirinde, “İş Olsun Diye” başlıklı şiirde şöyle diyor Orhan Veli: “Bütün güzel kadınlar zannettiler ki Aşk üstüne yazdığım her şiir Kendileri için yazılmıştır. Bense daima üzüntüsünü çektim Onları iş olsun diye yazdığımı Bilmenin…” Hangi şiire inanacağız? “İş Olsun Diye”de söylenene inanacak olursak, “Aşk Resmigeçidi”nin de iş olsun diye yazıldığını kabul etmemiz gerekecek… Oysa bu şiirin son kıtasında tanımlanan on ikinci sevgilinin imgesi, “iş olsun diye”ye sığmayacak kadar önemli(ve şiirimiz bakımından öncü) bir imgedir: Kırık Matruşka Berat Günçıkan arakterin adı Duru. Yorucu, karanlık bir aşktan kaçarken kendini hayata atan, toslamadık duvar bırakmadıktan sonra taşıyıcı annelikte duran Zehra çıkıyor karşısına. Hayatları birbirine geçiyor, Duru yeni yolları denese de aklının bir ucunda “bu bebek benim, ben büyüteceğim” diyen Zehra duruyor… Gazeteci İpek Özbey’in ilk romanı “Kırık Matruşka” iki kadının dostlukları çerçevesinde hayata dair her şeye dokunuyor… Soluksuz bir roman, İstiklal Kitabevi tarafından yayımlanan “Kırık Matruşka”. Özbey de soluksuz sorularımızı yanıtlıyor: K Roman yazmaya uzun bir gazetecilik sürecinden sonra karar verdiniz… Romandan öncesine şöyle bir göz atsak… Gazeteciliğe 1990’da başladım. Önceleri yazılı basında çalıştım, özel televizyonların açılmasıyla işin görüntülü habercilik kısmına geçtim. HBB, Kanal 6, NTV, TGRT ve CNN Türk’te çalıştım. Roman yazma isteğini günlük hayatın yoruculuğu mu yarattı? Belki de düş gücüm… Bende aslında biraz kitaptaki Duru gibiyim, bir değil birçok kişiyim. Bazen kendimi tanıyamıyorum. Bir gün öyle, bir gün böyle. Oturup “Peki gerçek İpek kim” diye düşündüğümde de “Belki de onunla hiç tanışmadım” diyorum, kendime. Biraz ondan, biraz bundan, hepsi benim işte. Benim gazetecilik hikâyem de böyle başladı. Aslında oyuncu olmak istiyordum, birkaç saatliğine de olsa başka insanların hayatına sahip olmak, onlar gibi düşünmek, biraz da oyun oynamak. Olamadım... Sonra dedim ki, madem başkalarının hayatını oynayamıyorum, onlarla yazı üzerinden oynayıp hayatlarını yazayım. Kendinizi yazmaya da soyunabilirdiniz… Herkes gibi benim de yazıyla ilişkim günlüklerle başladı. Sonra Heybeliada’da yazkış oturduğumuz bir dönemde küçücük odama kapanıp kâğıt ve kalemimle yaşamaya başladım. Evimiz sobalıydı. Yazıyor, beğenmiyor, yakıyordum. Bu çok uzun zaman sürdü, sonra da ortaya Kırık Matruşka çıktı. Bu günahıyla sevabıyla bir “ilk kitap”… Kendimce aldığım dersler, gördüğüm eksikler var. Kırık Matruşka benim bebeğim, onu büyüteceğim ve geniş bir ailesi olana kadar da çalışacağım… Gazeteci İpek Özbey, ilk romanı “Kırık Matruşka”da kafası karışık iki kadının dostluğunu anlatıyor. Birisi gazeteci, diğeri taşıyıcı anne. Gazeteci Duru, Zehra’yı yıllar önce kürtajla aldırdığı çocuğunun yerine koyuyor ve… “Kırık Matruşka benim bebeğim” diyor Özbey “Matruşka’yı büyüteceğim...” Bir insanın yazması için sıkı bir derdi olması gerekir diye düşünüyorum, söylenemedik sözler, anlatılamayan meseleler, sizin derdiniz nedir? Yaşanmamış hayatlar… Diyorum ya, düşlediğim her hayata kavuşamıyorum ben. Yetişmek kaygısıyla yarım bırakıyorum bazen, büründüğüm kimliklerin derinine inemiyorum. Belki ancak böyle yetişebilirim onlara. Üstelik derdim de bir değil, birçok. Her şeye “Neden” sorusuyla yaklaşıyorum. Kitapta yer aldığı gibi “soru işareti kancasını takıyor bana, olduğum yere mıhlıyor ve bir ünlem olarak yaşıyorum”… Gazetecilik zamanla yarıştıran, bu yüzden de meslek sahibini soluksuz bırakan bir iş, bu romanınıza da yansıyor, hem gazetecilik yapıp hem roman yazmak zorlayıcı değil mi? Aslında zor. Belki bu kitabın görülen eksikliklerini de bu yoğunluğa, zamansızlığa, özellikle televizyonculuğun verdiği hıza bağlayabilirim. Edebiyatta olmaması gereken bir şey hız. Önce onunla savaşmalıyım diye düşündüm. Ve bırakıyorum televizyonculuğu, artık sadece yazacağım. Karakteriniz çok kişilikli, kafası karışık bir kadın, ama siz ona Duru adını vermişsiniz. Sanki bu karışıklık, bu telaş bitsin ister gibisiniz… İnanın telaşın nereden kaynaklandığını ben de uzun zamandır bulmaya çalışıyorum. Bulursam da onunla konuşup, “Yavaşla artık ya da benden uzaklaş” demek istiyorum. Çok kişiliklilik hoşuma gidiyor. Karışık kafa da güzel bir şey. Karışıklık bitsin istemiyorum. Bitmez zaten. “Ben bir dozerim” çünkü, ama bunları içimde telaşla değil, daha uzun yaşatmak istiyorum… Duru’nun karışık kafası bir konuda net, çocuk taşıyıcı anne Zehra’nın olmalı... Neden? Çünkü orada Duru için önemli olan Zehra, yani taşıyıcı anne. Duru onu çocuğu yerine koyuyor ve her anne gibi, hak sadece çocuğunun zannediyor. Üstelik onu nasıl hayata bağladığını gördükten sonra ona yardımcı da oluyor. Elbette böyle bir konuda hak tek bir kişiye ait olamaz, ama Duru da tarafsız olduğunu söylemiyor zaten. Üstelik mükemmel biri ya da mantıklı bir kadın değil ki… Ece Temelkuran’ın bir kitabının adı da “Bütün Kadınların Kafası Karışıktır”dı, sizce neden kadınların kafası karışık, bu karışıklık manalı bir durum mu? Bütün kadınların karışık mı bilemem, ben ve sevdiğim bütün kadınların karışık olduğunu söyleyebilirim. Aslında bence erkeklerin de kafası karışık, ama onlar düşüncelerini dillendirmeyi sevmedikleri ve paylaşımı çok da önemsemedikleri için farkına varamıyoruz. Yoksa yaptıkları tüm “hataları” nasıl “sadece erkek” olmalarına bağlayabiliriz. Bence aslında konuşmaya çok ihtiyaçları var. Bizler, yani kafası karışık kadınlar bunu paylaşabiliyoruz. Belki paylaştıkça yalnızlaşıyoruz, ama korkmuyoruz. Romanı okuyan, yakın tarihin ve bugünün üzerinde yürüyor hissine de kapılıyor, bir sonraki kitapta da okura yine aynı şeyi mi vaat ediyorsun? Hayır. Bambaşka bir kitap üzerinde çalışıyorum. Üstelik şimdi Kırık Matruşka’da yapmadığım bir şeyi yapıyorum. Orada çala kalem yazmıştım. Şimdi harita çıkarıyorum. Rol kişilerimin öykülerinin derinine iniyorum. Onları tanımaya çalışıyorum. Tanıdıkça bu insanların nereye kadar, ne yaşayabileceklerini hayal ediyorum. “Gelelim sonuncuya Ona bağlandığım kadar Hiçbirine bağlanmadım Sade kadın değil, insan Ne kibarlık budalası Ne malda, mülkte gözü var Eşit olsak der Hür olsak der. İnsanları sevmesini de bilir Yaşamayı sevdiği kadar ” Burada betimlenen sevgili, şairin yaşamındaki gerçek bir sevgili mi, yoksa olması özlenen, hayal ürünü bir sevgili imgesi midir? Bana daha çok ikincisiymiş gibi geliyor… Şiirlerinden, fotoğraflarından, hakkında anlatılanlardan tanıdığımız Orhan Veli, daha çok bir yalnız adamdır. Topluluk fotoğraflarında bile yalnızlığı duyumsanır... İtiraf ederim ki, şiiri kadar beni her zaman büyülemiş olan bir yönü de bu yalnızlığıdır... Döneminin çok ilerisinde bir yalnız adam... Bir şiir peygamberi... Ve yaşadığı gibi yapayalnız bir ölümle, otuz altı yaşında, yaşamdan ayrılıp gitmiş... Geride bir küçük cilt içinde, eşsiz büyüklükte bir şiir mirası bırakarak… Geçen hafta tanışıp B. Ada’da unutulamayacak bir dostluk gününü paylaştığımız İranlı genç Azeri şair, çevirmen, yayınevi yönetmeni Şehram Şerdaiy, çevirisine uzun yıllar emek verdiği paha biçilmez bir armağanla geldi o görüşmeye: Orhan Veli’nin Azerice şiir seçkisi… “Kayıkların Boyaları Sizin İçin” başlıklı (Arap alfabesi harfleriyle ve özenle basılmış) bu kitapta, ilk kez gördüğüm fotoğraflar da var. Bunlardan biri, sevgili şairimizin ölümünden sonraki yüzünün kalıbı... Bu yüzdeki, yumuşak, yakınmasız, ama derin ıstırap, bana “Pieta” resimlerindeki İsa’yı anımsattı… “Hiç âşık oldu mu” sorusu burada anlamını yitiriyor… Aşk konulu şiirlerin ne için, kimin için yazıldığı da... O çapta, o duyarlılıkta bir şair için aşk, yaşamayı sevmek kadar insanları da sevmeyi bilmenin parantezinde anlamlıdır ancak… Adaletsiz bir dünyada, hürlük ve eşitlik için mücadelede asıl anlamını kazanır… [email protected] Ruh olgunluğu... Aylin Kotil Üstümüzde tonlarca yük varmış gibi hissettiğimiz anlar… Aslında bedenen değil, hatta zihnen de değil ruhen yorulduğumuz anlar... İyidir aslında ruh yorgunluğu, çünkü ruh arada bir yorulmalı, yorulmalı ki olgunlaşıp hayatın keyfine varmalı. Burada gelinecek en güzel nokta ise, basitleşmeden basit yaşayabilmektir. Etrafımızda krediler verdiğimiz insanları sıkmadan, serbest bırakarak ne kadar özümüzü sevdiklerini de görebilmektir. Çünkü önünde sonunda öleceğimiz duygusu içimize yerleşmiştir. Bunu özümsedikten sonra hayatla, kişilerle, olaylarla kavga etmeyi sevmez olgunlaşmış ruh. Sadece hayatı karşılar, olduğu gibi, geldiği gibi. Ölüme yaklaşmış birinin, aklı ermeye başlayan gence nasıl bir nasihati olabilir acaba? “Her anın tadını çıkar!” Ancak yaşanmışlıklar, ruh yorgunlukları, sıkıntılar çekilmeden, hep ve sadece güzellikler yaşanarak “anın tadını” çıkarmayı öğrenmek mümkün olmasa gerek. Bizi sıkıntıya sokan, düşündüren, hatta bazen düşündürmek istemeyen her konu aslında hayatla olan bağımızı hep biraz daha arttırmaktadır. Çünkü çelişkiler yaşamadan değerler de oturmaz. Değerler olmayınca da hayatın kalitesi sığlaşır. Değerler mutlaka çok önemlidir, ancak hayatımızı yaşamaktan da alıkoymamalıdır. Tabi ölümsüz olduğumuzu düşünmüyorsak... Hayatı keşfetmek, ondan tat almayı becerebilmek dahası insan sevebilmek varılan en büyük ruh olgunluklarının sadece bir bölümüdür. O yüzden sıkmayın canınızı çok, ruhunuzu yorgun hissederken, ardından öğrenilecek, tecrübenin keyfine varılacak güzellikler mutlaka bizi eşikte bekleyecektir. Ancak bazen ruh yorgunluğunun bizi aştığı durumlar da olur. O zaman ruhu yormaktansa bedeni yormak daha mantıklı bir davranıştır. Hele de böyle havalarda bedeni doğayla birlikte yormak, “pestil çıkana kadar” doğanın içinde savrulmak o an için şarj olmamızı sağlar. Başkalarından bizi kurtarmaları için yardım beklememek en can alıcı noktadır. Çünkü kendi kendimize deneyimlediklerimizle hayattan keyif almayı öğrenebiliriz ancak. Bütün bunlarla hayatı keşfederken, her şeye rağmen hayatın güzel olduğunu defalarca öğreniriz. Çıkılan iç yolculuklarda, üzüntüler, hesaplaşmalar vardır, ancak sonu mutlaka keyiftir. Olgunluğun ve öğrenmişliğin getirdiği keyif… Hayat her şeye rağmen güzeldir. İyi pazarlar. [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle