Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 4 7/6/07 15:20 Page 1 PAZAR EKİ 4 CMYK 4 PAZARIN PENCERESİNDEN Mağdur hokkabaz Selçuk Erez A BD ile, AB ile kötü yöneltilen ilişkilerimize, terör sorununun çözümlenmemiş olmasına, artan işsizlik oranına, memurun, esnafın, tarımla geçinenlerimizin perişan hallerine bakıp iktidarın, ülkeyi iyi yönettiğini mi söyleyeceğiz? Giderek artan dış ticaret açığı ile, bu boyutta kayıt dışı ekonomiyle mi düze çıkmayı bekleyeceğiz? Yoksa “Eskiden daha kötü günler de gördük” diye avunacak ve daha iyisinden vaz mı geçeceğiz? Oy dileyen iktidarın bu sorulara cevap vermesi gerekmez mi? Ama ne diyorlar? Milletin seçtiği meclise cumhurbaşkanı seçme fırsatı verilmiyor! Anayasanın kuralları neden önceki başkan seçimlerinde hesaba katılmadı da şimdi bunlara uymamız isteniyor? “Cumhurbaşkanını halk seçsin” diyoruz; ona da izin vermiyorlar! Demek ki biz yine mağduruz: Birkaç yıl önce başkanımız Siirt’te okuduğu bir şiir için hapse atılmamış mıydı? Bunlar söylenirken “kırmızı ışıkta geçerken yakalanan şöförün ‘ama başkaları da geçmişti’ demesi cezasını gidermez!” diyene, “Siirt’te şiir okuduğundan değil, içinde bir şiirin bulunduğu konuşmasında halkı sınıf, din, ırk ve mezhep.. farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiğinden mahkum oldu” diyenlere aldırmadan sürdürüyorlar bu “biz mağduruz” numarasını.. Gel de değerli dostum Turan Akbaş’ın hikâyesini anımsama: Kent büyümüş, öyle büyümüş ki eskiden ortasında bulunan ve “Cambazhane Meydanı” olarak anılan arsa, bir kenar mahalle çöplüğüne dönüşmüş. Her sene baharda burada çadır kuran cambazhane de giderek eski görkemini yitirmiş; har vurup harman savuran ortakları, parayı cebe indiren kasadarları sayesinde maaşları ödeyemez hale gelmişler, fillerini, foklarını satmışlar, iki sıra çoluk çocuk önünde ipe tırmanıp perende atmak zorunda kalmışlar. “Bu gidişle batacağız!” demiş biri. Geçmişin çelişkilerine dair... Volkan Aran akıp Sabancı 2007 Uluslararası Araştırma Ödülü’nü bu yıl Yunan asıllı Amerikalı bir akademisyen kazandı. Christine Philliou’nun çalışmasının adı, “Algılama Paradoksu: Osmanlı Geçmişini, ‘Ulusal Bugün’ Gözüyle Yorumlamak”. Tarihin henüz kimse tarafından açılmamış tozlu sayfaları Atina kütüphanesinde Philliou’nun önüne geldiğinde o da iki kuşak öncesine kadar “Osmanlı” olan bir geçmişin unutkan çocukları gibi bunların taşıdığı önemi göz ardı edebilirdi, ama öyle olmadı. Osmanlı son dönem tarihine ait bu önemli yazışmalar, Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiltere Büyükelçisi Konstantin Musurus’un İstanbul’a geçtiği notlar, mektuplar gün ışığına çıktı, onlarla birlikte Osmanlı Tarihi’nin algılanmasına dair paradokslar da ortaya döküldü. Philliou ile çalışması ve o döneme ait yeni bulguları üzerine konuştuk: Amerikan vatandaşısınız ama sanırım Yunan bir aileden geliyorsunuz. Osmanlı Tarihi’ne olan profesyonel ilginizin kişisel bir tarafı var mı? Annemin ailesi Tarlabaşı’ndan ve Şarköy yakınında Eriklice köyünden geliyor, babamın ailesi ise Makedonya’dan. Yani aslında hiçbiri Yunanistan yerlisi sayılmaz. Beni Osmanlı Tarihi’ne yönelten insanların bu kadar yakın bir geçmişi bu kadar uzakmış gibi görmesi oldu. Makedonya’da, Selanik’te insanlar Bizans İmparatorluğu’ndan, eski Yunan’dan, Atinalılardan bahsediyor, ama Osmanlı İmparatorluğu sanki hiç olmamış gibi davranıyor. Çalışmanız hem Yunan hem Türk tarafında Osmanlı geçmişinin unutulma çabasıyla ilgili. Sizce bunun nedenleri her millet için aynı mı? Bir seviyede aynı. Ulus devletlerin kendi tarihlerini oluşturması için Osmanlı İmparatorluğu mirası ya dışarıda bırakıldı ya da minimize edildi, ama kurulan kimliğe göre değişen nedenler de vardı. Örneğin Araplarda Türklüğün ve pozitif Müslümanlığın unutulması gerekiyordu, Balkanlarda ise Türk ve Müslüman kimliğinin. Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer milletlerden çok daha fazla Türklere ait olduğu algısı vardır. Bu algı bir ölçüde diğer milletler için, örneğin Yunanlılar içinde böyle mi? Sanırım bu her iki taraf için de çelişkiler taşıyor. Türk tarafında bir yandan bağımsız ve modern bir devlet kurmak için kendini Osmanlı geçmişinden ayrı tutmak ihtiyacı vardı, “En iyisi kapatalım!” demiş coğu... Sirkin son hokkabazı Gaffar, “Ben bir numara düşündüm; kapatmadan fırsat verin bunu deneyeyim!” demiş. “Peki dene!” demişler. Kentin sokaklarına delikli bezler asıp üstlerine “Dünyanın en ihtiyar akrobatı hayatının son atlayışını yapacak!” diye yazmışlar. O gün çadır ağzına dek dolmuş. Ortada, tepeye kadar uzanan bir merdiven duruyormuş. İhtiyar hokkabaz, bir elinde mikrofon, diğerinde koltuk değneği topallayarak gelmiş ve seyircilere seslenmiş: Saygıdeğer seyirciler, dedem, ninem bu sirkte çalıştılar, anam ve babam bu sirkte tanışıp evlendiler, ben burada doğdum... Çocukluğum cambazları izleyerek geçti. Büyüyünce önce aslan bakıcısı, sonra aşçı, arada sırada cambaz, bazen de hokkabaz olarak çalıştım. Gaffar, merdivenlerden güçlükle tırmanırken konuşmasını sürdürmüş: Ama bütün bunlar çok geride kaldı... Şimdi başım dönüyor, gözlerim yarım görüyor, kollarımda güç kalmadı... Birazdan kendimi bu merdivenin tepesinden bırakacak ve böylece siz en hakikatlı izleyicilerinin önünde hayatımın son atlayışını gerçekleştireceğim. Ölmekten korkmuyorum. Elveda benim sevgili seyircilerim! Önce çocuklar ve kadınlar, sonra da erkekler haykırmaya başlamışlar: Atlama Gaffar! Ölmeni istemiyoruz... Aramıza dön! Gaffar duraklamış: Sizlere gösterecek başka numaramız yoktur. Buradan inersem paranızı geri vermem gerekir... Paramızı istemiyoruz... İn ordan! Gaffar yine konuşmuş: Artık yaşamak istemiyordum; yapacaklarımı engelleyerek beni mağdur ettiniz: Bu kentin asil halkının isteği karşısında boyun eğmek zorunda kalıyorum. Hepinize teşekkür ederim. Şimdi sizden, bildiklerinize, komşularınıza, yarın aynı yerde ve saatte aynı numarayı tekrarlayacağımı duyurmanızı rica edeceğim! S ama bir yandan da Türkler olarak tüm bu diğer milletleri hâkimiyeti altına almış olmakla ilgili, hegonomik bir bakış açısından kaynaklanan bir gurur duyuluyordu. Yunanlılarda ise bunun tam tersi oldu. Hem bağımsızlıktan önce Türklere köle olduklarını söylüyorlar, hem de ticarete hâkim olup, imparatorluğu gizli gizli kendilerinin idare ettiğini. Bu karışık duygular Osmanlı’dan kopan tüm uluslarda var. Bahsettiğiniz paradoks biraz da ailevi geçmişle, milli geçmişi sahiplenme çabası sırasında yaşanmıyor mu? Evet. Yunanistan’da insanlar, nüfus mübadelesinden önce ailelerinin nerede yaşadıklarına dair bilgiye, doğum sertifikalarına, sahip oldukları toprakları gösteren eski belgelere sahipler. Onların Anadolu’nun gitmedikleri bir köyünde yaşadıklarını biliyorlar, ama bu köylerin Osmanlı İmparatorluğu’na ait olduğunu, devletle, bu bireyler arasındaki karmaşık ilişkileri anlamıyorlar. Bu da geçmiş algılarında kör noktalar ve boşluklar yaratıyor. Çalışmanız sırasında Atina’da Gennadius kütüphanesinde bulduğunuz İngiltere Büyükelçisi Konstantin Musurus’un yazışmaları bu paradoksu anlamamızda nasıl bir katkı sağlıyor? Bu yazışmalar Osmanlı devletinin ve toplumunun inanılmaz karmaşıklığını gözler önüne seriyor ve ulusdevlet kavramıyla birlikte aidiyet kategorilerinin ne denli basite indirgendiğini görmemizi sağlıyor. Benim bu kadar önemli yazışmaları düşünün bahsettiğimiz yazışmalar o yüzyılda Osmanlı’nın kaderinde en büyük etkiye sahip bir Avrupa devletinin büyükelçisinin notları ve mektupları böylesine ilgisiz bırakıldığı bir yerde, tesadüfen bulmam da şu paradoksu ispatlıyor: Osmanlı geçmişinin izleri bizi çepeçevre sarmışken, belki de ulusal hayallerle gözümüz kapandığından bu izleri algılayamıyoruz. Batı’da Ortadoğu ve Osmanlı Tarihi üzerine çalışan araştırmacılarda hâlâ şarkiyatçı anlayışın geçerli olduğunu düşünüyor musunuz? Bunun etkisi kesinlikle var ama değişen zamanla birlikte bu etkide de bir değişim oldu. Amerika’da öğrencilerimin bilgilerinin gazetelerden okuduklarıyla sınırlı olduğunu, bölge tarihini derinlemesine bilmediklerini görüyorum. Gazetelerde gözüken Müslümanlar ise duyguları, mantığı olan insanlar gibi gösterilmiyor, tam bir insan gibi sunulmuyor. Bu anlamda şarkiyatçı bir bakış var. İslam’ın değişim yaşadığını ve insanların davranış şekillerinin de değiştiğini anlamıyorlar. Sünni ve Şii ayrımını gazeteler altı ay önce keşfetti. Irak’ta insanların birbirlerini öldürmelerinin nedeni anlatılırken SünniŞii ayrımını öyle hikâyelediler ki sanki bu coğrafyada insanlar hep birbirlerinden nefret etmiş ve hep birbirlerini öldüregelmiş de, bugün de iç karışıklığın nedeni buymuş, Amerika’nın orda olmasıyla ilgisi yokmuş gibi bir resim ortaya çıktı. Aslında bu ölümlerin, yani bugünkü resmin bir parçası olduğumuzu sanırım hepimiz anlamalıyız. Ne yazık ki bugün Amerika’da Ortadoğu ve Müslümanlar için dolaşıma sunulan bilgilerin çoğu tarihte hiç olmadığı kadar politik projeyle ilişkili durumda. Bu proje dışında kalıp da o kültüre dair araştırmalar yapmak isterseniz finansal destek bulmanız ya da iş olanağı bulmanız da zor. Yani kendine özel bir gündemi var bu projenin. DİLİ ÖĞRENMEK... Makalenizde “1820’lerde Fenerler, Yunan bağımsızlık hareketine katılan ajanlar olduğu görüşüyle öldürüldükten sonra, devletin dış ilişkileri neredeyse bitme noktasına geldi” diyorsunuz. Osmanlı’da Fenerler dışında Avrupa dilini bilen hiç kimsenin bulunmayışı garip değil mi? İlginç bir soru, çünkü bu aynı zamanda o döneme ait insanların nasıl düşündüğünü bugün doğru algılamamızdaki güçlüğe de işaret ediyor. O dönemde insanların Avrupa dili öğrenmesi beklenmiyordu, Avrupa dilleri o dönemde aşağı seviyede görülürdü, sosyal olarak değersizdi. 1820’ler bu açıdan büyük bir dönüm noktasıdır. Fenerlere Avrupa ilişkilerinde bu derece bağlı olmak ve dış ilişkileri yürütemez hale gelmek Avrupa dillerinin önemini stratejik bir hale getirdi, ardından Avrupa dillerinin öğrenilmesi için okullar açılmaya başlandı. Yunan devrimi bu bilgi sayesinde Tanzimat’tan önce modernleşme hareketine dahil olabildi. Türk ve Yunan toplumları arasındaki bugünkü ilişkiyi, tarihin öğretilme şeklini, birbirlerine karşı duygularını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bugün geçmiştekinin aksine her iki ülkede de birbirlerinin dilini öğrenen gençler var. En azından iki toplum birbirine ait görüntülere sahip. Diziler, filmler, kültürel alışveriş düşman ve bilinmeyen bir karşı taraf karanlığından kurtarıyor bizi. Tarih öğretimi konusunda Yunanistan’da bir parça aşırıya bile kaçıldı ve sanki Osmanlı döneminde Yunanlıların hiçbir problem yaşamadığı ki kendini savunan bir devlet ve bağımsızlık ilan etmeye çalışan bir halk varken bu pek gerçeği yansıtmıyor gibi bir durum ortaya çıktı. Gençlerin birbirlerinin ülkelerini ziyaret etmeleriyle bu paylaşım artacaktır. C hristine Philliou Amerikalı bir akademisyen. Anne tarafı Tarlabaşı ve Eriklice köyünden, baba tarafı ise Makedon. Philliou hem kişisel hem ülkesinin geçmişini görebilmek için Osmanlı tarihine merak saldı. Yakın tarihin nasıl bu kadar uzak gösterildiğini anlamaya çalıştı… Sonuç, çelişki ve paradokslar…