22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 7 Röportajlar: Deniz Yavaşoğulları / Candeğer Muradoğlu ORAL ÇALIŞLAR (Gazeteciyazar) Gazetecilik hayatınız boyunca kendinize hiç otosansür uyguladınız mı? Sürekli uyguladım. Türkiye’de bugüne kadar gazetecilik yapan birçok meslektaşım öldürüldü, yargılandı, hapse girdi, işkence gördü, kurulu düzene karşı çıktığı için gazetesinden atıldı, işsiz kaldı. Düşünceleri nedeniyle defalarca yargılanmış, tehditler almış bir gazeteci olarak “Korkmadan her istediğimi yazıyorum” diyemem. Gazetecilerin kendini sansürlemesini gerektiren nedenler neler? Birinci neden devlet, yani cezalar... Yazdığınız yazıdan dolayı size dava açılabilir, hapse girebilirsiniz. İkinci neden tehdit eden güç odakları, mafya, ırkçı çete, devlet içindeki gizli bir güç vs, bu mekanizmaları hesaba katmak, size yönelik tehditleri karşısında başınıza gelebilecekleri düşünmek zorundasınız. Üçüncü neden sermaye çevreleri. Türkiye'de gazetelerin çıkmasını sağlayan kuvvet sermaye. İlan ya da patronaj gazetelere ekonomik güç sağlıyor. (…) Yazı yazarken ülkenin ekonomik (…) güç odaklarını dikkate almak, üslubunuza dikkat etmek zorundasınız, dikkat etmezseniz, dikkat ettirirler zaten. Çalıştığınız gazetenin patronunun ya da gazeteyi yönlendiren ekonomik gücün (…) ilişkilerini de göz ardı etmemeniz lazım, örneğin hükümetten kredi alıyor, hükümetle, devletle akçalı ilişkilere giriyor olabilir. Dördüncüsü, çalıştığınız yayın grubunun siyasi ve ideolojik tercihlerine ters düşmemeniz gerek. Yani hem gazete yönetimi hem de okuyucuyla ilişkiler açısından,onlara ters gelen şeyler yazamazsınız. Fakat tüm bunlara rağmen gazetecinin gerçeği ifade etme, topluma aktarma isteği, azmi ve cesareti var. 15 yıldır haftada 6 gün yazı yazıyorum ve şu ana kadar yazılarımla ilgili hemen hemen hiç soruşturma açılmadı diyebilirim. Bunun sebebi istediklerimi yazamamam değil, yazarken kendimi kontrol ederek ifadelerimi düzelterek, yasaları, hakaret sınırlarını dikkate alarak yazmam. Bu şekilde bir üslup geliştirtirdim. Düşünün bir gazetecisiniz ve Hrant Dink cinayetinin arka planını araştıracaksınız. Bu araştırmayı yaparken, devletin çeşitli kurumlarıyla karşı karşıya gelebilirsiniz, ille de devam edeceğim derseniz de riskleri göze alıp korkarak yazmak Oral Çalışlar, Nebil Özgentürk, Can Dündar ve Hrant Dink Beyrut gezisinde. zorundasınız. Gazetecilik riskli bir meslek. Daha rahat, özgür yazabildiğiniz dönemler oldu Mesela 301. maddede “eleştiri sınırları içinde kalan mu? yazı suç oluşturmaz” diye bir ibare var, peki ya oradaki Zaman zaman toplumsal demokrasi ve toplumsal sınır nedir veya neye göre belirleniyor? mücadelenin yükseldiği dönemler oluyor. Örneğin 60’lar Bu tamamen o soruşturmayı açan savcının veya davayı ve 70’lerde vardı böyle bir durum ve bu dönemlerde yürüten yargıcın şahsi değerlendirmesine kalıyor. Örneğin gazeteciler de daha özgür hareket edebiliyorlardı. Her “Türkiye fakir bir ülkedir” cümlesi kimileri için “Türklüğü istediğimizi yaptık, dedik, anlamında söylemiyorum, aşağılamak” anlamına gelebilir... Türkiye henüz tam bunları. Mukayese anlamında 12 Mart’a (1971) kadar tamına demokratik bir ülke değil, 301. madde dışında daha özgür bir ortam vardı. CHP’nin ve sol hareketin düşünce özgürlüğünü kısıtlayan daha birçok madde var. nispeten güçlü olduğu 70’lerde de daha özgür bir ortam Türk Ceza Kanunu hazırlanırken biz Türkiye Gazeteciler söz konusuydu, ama ikisinin de arkasından baskı geldi. Cemiyeti yönetimi olarak Adalet Bakanı’na, Başbakan’a Ama artık şunu görmeliyiz, yeni şeyler söylemek gittik ve düşünce özgürlüğünü hedef alan 26 maddeyi gerekiyor. Hiçbir şey artık eskiye dönerek değiştirmelerini istedik, fakat bunlardan ancak 13’ünü çözülemeyecek. değiştirebildik. Yazamadım/Çizemedim KÜÇÜK İSKENDER (Şair) Her düşündüğünü, söylemek istediğini kural tanımadan açıkça ortaya koyan bir kişilik olarak biliniyorsunuz, gerçekten öyle mi? Kurallar eğer insanların mutluluklarını, mutsuzluklarını ve özgürlük alanlarını denetleyerek bir iktidar kurmayı hedeflemişse ve artık toplumun huzurundan ve aydınlığından çok, belirli bir zümrenin refahının rehberiyseler, ben o kuralları elbette tanımam. Tanıyanlarla da aramda her zaman husumet olur. RASHIT (Müzik grubu) Bugüne kadar hiç kendinizi sansürlediniz mi? Oğuz Taktak: Sansür doğduğumuz andan itibaren bize dayatılan bir kavram. Aile, öğretmen, patron, devlet... Bunlar sırayla giden, tamamen doğru işlediğine ve akılcı olduğuna inanmadığım bir otorite zinciri. Bence bireyler buna boyun eğmese, kurumlar boyun eğmek zorunda kalır. Bize gelince, biz ahlakla ilgili konularda otosansür yapıyoruz, fakat onun dışında siyasi konularda kendimizi sansürlediğimiz söylenemez. Kendinizi sansürleme nedenleriniz neler? Bülent Kabaş: Neden, daha fazla para kazanmak, popüler olmak değil, zaten öyle bir şey istemediğimiz yaptığımız müzikten belli. Neden, sesimizin, derdimizi anlatamadan kesilmemesi, sözümüzün daha uzun soluklu olması. O. Taktak: Mesela bir şarkımızın içinde ana avrat düz giden bir küfür var. Bu şarkıyı televizyondan naklen yayımlanan bir konserde çaldık. Tabii kanal hemen yayını durdurmuş, sonra da “Bu adamlar bizim kanalımızda ve yan kuruluşlarımızda çıkmasınlar” diye talimat vermiş. Soldan sağa: Erdem Helvacıoğlu, Oğuz Taktak, Orkun Tunç, Bülent Kabaş Ailenizden çekinmeniz nedeniyle de otosansür uyguladığınız oldu mu? O. Taktak: Yok biz aştık artık onları. Eğer kendinize hiç sansür uygulamasaydınız daha başka neler söylerdiniz? B. Kabaş: Sansür uyguluyoruz dediysek bu istediklerimizi söyleyemiyoruz da demek değil. Biz her zaman sınırları zorladık. Polislerin karşısında “Katilin Adı Yok”u da, Dinazor’u da çaldık... Vicdani retçiler için konsere katıldığımızda oradaki polislerin kendi aralarında şakalaşıp, dans ettiklerini gördük, orada kolektif bilinç sekteye uğradı, ama sonra kendi hayatlarına döndüler. Bunu gördükten sonra ne söylesen anlamsız... Fotoğraf: Vedat Arık Yani bugüne kadar kendi kendinize hiç sansür uygulamadınız mı? İlk dönemlerde kimi kelimelerin yazımında, basımında endişelerim, çekincelerim oldu, çünkü yayınevlerini zor durumda bırakmak istemiyordum. Yeryüzünde yaşıyorum; hiçbir özel coğrafyanın sansürüyle alakam yok. Size göre ifade özgürlüğü ne anlama geliyor? İfade özgürlüğü, düşünce özgürlüğünden farklıdır çünkü; içinde eylem de vardır; toplumsal bir şarj mekanizmasına da dönüşebilir, vücut diliyle tezahürü de mümkün. İfadeler, insanları gerçekten incitebilme potansiyeli taşıyabilirler; düşüncelerin böyle bir olası travma taşıyan yansıması yoktur. Ben kişisel olarak uygar bireyin her ikisinde de kriterlerini belirleme yetkinliğine erdiğini savunanlardanım. Zaten yalnızca gerçekten düşünenlerin ifade ve düşünce özgürlüğünü özlediği bir yerde bu özlemin asla dinmeyeceğini bilmek de ayrı bir sansür kırıcılığı ilhamı veriyor. MEHMET AKSOY (Heykeltıraş) Ben hiçbir zaman kendime sansür uygulamadım. Karşı olduğum her şeyi heykelde form diliyle ifade ettim. Bence otosansür uygulayanlar, yaptığı işe inanmayanlardır. Benim için heykel bir iletişim aracı; duygularımı, dünya görüşümü heykel yoluyla ifade etmeye çalışıyorum, kendimi böyle var ediyorum. Bir başkasının istediği şeyi, onun istediği şekilde ifade etmek, bir başkasının düsturuna girmek demek. Bu yüzden, eğer sansür uygularsam bu sahtekarlık olur, ben de bir başkası olurum. Her zaman hâkim güçler var. Onlar kendi dünya görüşlerini dikte ettirmek isterler ve bu düşünceye karşıt olan her şeye sansür uygularlar. Düşüncen iyi olsa bile kötü algılanır. 1979’da kalpaklı Atatürk heykeli yaptım. Milli Mücadele Dönemi’nde kalpak bir semboldü, ben de Meclis önünden geçen herkes bu sembolü görsün istedim, fakat bunun komünistleri destekleyici bir tavır olduğunu öne sürüp heykeli birinciyken ikinci duruma düşürdüler. Şimdi ise kalpaklı Atatürk heykeli yapılıyor. Sanatçıda bir önsezi olmalı. Bugün “tabu” olarak görülen bir şeyi sanatıyla dillendirmeli, bunu yaparken de korkmamalı, çünkü korkar ve otosansür uygularsa “sanatçı kimliğinin bir anlamı kalmaz. SADİ GÜRAN (İllüstratör) Şu an kendime sansür uyguladığım söylenemez; fakat piyasaya ilk iş yapmaya başladığım zamanlar hatta okul yıllarımda renk seçerken bile tedirgin oluyordum. “Acaba şu rengi kullansam yanlış anlaşılır mı, şu ülkenin bayrağına benzetilir mi?”, “Şunu çizsem arkadaşlarım, ailem ne düşünür?” diyerek kendimi sansürlediğim oluyordu. Daha çocukken bilinçaltımıza yapılan bir baskı söz konusu, gizliden gizliye korkutuluyoruz. Bu büyüyünce de etkisini sürdürüyor. Ne kadar apolitik de olsanız, işlerinizi yaparken bir şekilde korkuyor, farkında olmadan paranoyaklık yaşıyorsunuz. Üstelik bizim işimiz başkasının düşüncesini süslemek. Düşünce ifade etmek hâlâ bir tehdit unsuru olarak görülüyor. Metrekareye düşen nefret duygusu, sevgi ve saygı duygularının toplamından daha fazla maalesef. ECE SÜKAN (Moda Editörü model) ODTÜ’de psikoloji okurken modellik de yapıyordum. Klinik psikolojisini yapamayacağıma karar verince Marie Claire dergisinde moda editörlüğüne başladım, modelliği de arka planda bıraktım. Moda editörlüğünde uzun süre kendimi sansürlemedim, en başlarda zaten paradan çok portfolyo kazanmak için yaptığımdan “Nasılsa para yok, özgürüm ben” diye gençlik ateşiyle istediğimi yapmaya çalıştım. Derginin klasik yapısının dışında, değişik açılar ve stiller denedim, farklı ifade yolları aradım. Tabii bir müddet sonra yaptığım şeylerin çoğu çöpe gitti ve verdiğim savaş beni de yordu. Zaman içinde gençlik ateşi dediğimiz şey törpüleniyor. Toplum seni bir şekilde asimile ediyor, yaptığın işin de kimsenin işine yaramadığını fark ediyorsun. Ben de gittikçe paralı müşteriye karşı fonksiyonel olmayı öğrendim, benim sansürüm o yönde oldu. Modellik yaparken iç çamaşırı ya da tesettür defilesine çıkmadım, fakat bunun nedeni otosansürden değil ilkelerimden kaynaklanıyordu, yani bu defilelere çıkmak istemiyordum. AYLİN ASLIM (Müzisyen) RTÜK, TRT’nin kendi sansür mekanizması gibi oluşumlar yüzünden yazdığım, söylediğim bazı şarkılar “denetim”den geçmedi. “Üstüme çıkan herif” dediğim için Güldünya’nın şarkısı da sansüre takıldı. Şarkıları yazarken otosansür uygulayıp uygulamadığımı hiç düşünmedim, ama bana kalırsa otosansür uygulamadığımızı söylersek kendimizi kandırmış oluruz. Örneğin içimden küfürlü bir şarkı yazmak gelse, bunun yayımlanamayacağını bilirim. O şarkıyı yazarım ya da yazmam, ama bu ülkede böyle bir mekanizma olduğunu bilerek yazarım. Hatta şu anda katılımcısı olduğum Sanatta Sansüre Son (www.sanattasansureson.org) hareketi ile tartıştığımız konulardan biri de otosansür... Garip olan, Kültür Bakanlığı’nın onayıyla yayımlanan yerli albümlerde böyle bir filtre varken, aynı bakanlığın onayladığı yabancı kaset ve CD’lerin, televizyonda video klibi yayımlanan birçok yabancı şarkının ağır argo ve küfür içermesi. DİLEK HANİF (Modacı) Türkiye’yi temsilen yurtdışında büyükelçiliklerin himayesinde, devlet adamları veya kraliyet üyelerine sunduğum koleksiyonlarımda sansür uyguladım, transparanlıkta ve dekoltelerde herhangi bir aşırılık olmamasına dikkat ettim. Bu durumlar dışında konseptimin gereği olan her şeyi sansür düşünmeden sundum, zaten genel olarak benim stilim provokasyondan veya her şeyin aşırılığından uzak. Dekolte veya transparanlığı da belirli bir estetik disiplini içersinde çalışırım. Kimi yasalardan, kimi ailesinden çekinerek, kimi farkında, kimi farkında olmadan sansürlüyor kendini. Yazılmayan yazılana, söylenmeyen söylenene sürekli fark atıyor. Baskılara, sansüre, yasaklara karşı bu kendini koruma hali kişiyi zedeliyor, yoruyor. “Otosansür uygularsam sanatçı kişiliğimin bir anlamı kalmaz” diyor Mehmet Aksoy. Oral Çalışlar ise “Sürekli uyguladım” diyor, “Korkmadan istediğimi yazdım diyemem”. Peki, suçlu birey mi? MEHMET SÖNMEZ (Zanaatkâr) 12 Eylül 1980 darbesini hapiste karşılayanlardanım. İdam cezası aldım, iki buçuk yıl hücrede kaldım. O sırada peş peşe arkadaşlarım asılıyordu, ben de sıramı bekliyordum. Dosyam meclise 1991’de girdi, ama 1991 şartlı tahliyesiyle salıverildim. Bu duygu kelimelerle ifade edilemeyecek kadar tuhaf. İdamı beklerken dışarı salınıyorsunuz, o psikolojiyle bir anda kendinizi özgür buluyorsunuz, fakat özgür değilsiniz... Şartlı tahliye kurallarına göre, eğer dışarıda TCK’nin öngördüğü herhangi bir suç işlerseniz tekrar içeri alınıp, asıl yatmanız gereken süreyi tamamlamanız gerekiyor. Örneğin benim cezam idam edilmeyeceğim için müebbete çevrildi, eğer bir suç işlersem, bu suç ne olursa olsun, isterse içerde bir gün yatmamı gerektirsin, 2017’ye kadar hapiste kalmam gerekiyor. Bu insanı öyle bir yerden bağlıyor ki, güdülerinizi, reflekslerinizi bile kontrol etmeye çalışıyor, otokontrol mekanizması oluşturuyorsunuz. Sinirlenmek gibi bir özgürlüğe bile sahip değilsiniz. Eski tahliyelerde “aynı suç işlendiği taktirde” diye bir ibare vardı, bizim için o yok. Birçok hakkınızdan yoksunsunuz, karşı olduğunuz bir şey için sokağa çıkıp diğerlerinin yanında “Hayır” diyemiyorsunuz. Aklımda her zaman “Acaba ben şunu yapsam, etsem, söylesem, yazsam bana dava açılabilir mi” sorusu var, her hareketime dikkat etmeye çalışıyorum. Yazım sanatıyla uğraşıyorum ve yazarken de sürekli kendimi sansürlüyorum, “Şunu yazsam buraya çekilebilir mi?” diye düşünerek yazıyorum. ALİ İHSAN ÇITAK ( Tarih Öğretmeni) 1970 yılında Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü’ne girdim. Öğretmenliğe Sıvas’ta başladım. O yıllar milliyetçilik doruk noktadaydı, toplum birbirine karşı kışkırtılıyordu. Sıvas’ta güçlü bir öğretmen kadrosunu harekete geçirdik, bilimsel demokratik hakları savunan, ders kitaplarını ve konuları eleştiren, resmi tarihin dışında dünya ve ülke sorunlarını da anlatan dersler vermeye başladık. Bir dersimde, Osmanlı Devleti’nin kapitülasyonlar yüzünden sömürge bir imparatorluk haline geldiğini, yıkılış nedenlerinden birinin de bu olduğunu söyledim. Bu yüzden hakkımda soruşturma açıldı, ağır cezada yargılandım. Ceza almadım, ama sürgün edildim. 12 Eylül’de de iki, üç kere gözaltına alındım. Maraş katliamını protesto ederken tutuklandım. Cezaevinde dört ay kaldım. Biz öğrenciliğimizde ülke sorunlarıyla da ilgileniyor, hocalarımızla bu konuları tartışabiliyorduk. Ben de öğrencilerimi hep böyle yetiştirmeye çalıştım. Derslerimi bilimsel verilere göre, sansür uygulamadan anlattım, okul müfredatıyla sınırlı kalmadım, ama 12 Eylül’ün sindirme politikaları tuttu ve siz istediğiniz şekilde ders anlatın, öğrenci ilgilenmiyor. Fotoğraf: Serkan Yıldız GÜNGÖR GÜNER (MÜ GSF SeramikCam Böl. Başk.) 19 yaşımda, Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu Seramik Bölümü öğrencisiyken, çıplak bir kadın ve iki erkek figüründen oluşan bir rölyef yapmıştım. Aynı yıl Almanya’da staj sırasında, ustamın isteği üzerine o rölyefi tekrar yaptım. Bir Alman ressam çıplak figürlerde neden hiç cinsiyet belirten unsurlar olmadığını sordu. Bunun nedeni devlet değildi, çünkü okulda çıplak modelle resim dersi görüyorduk. O zaman kendime bir otosansür uyguladığımın ayırdına vardım. Bu, açık saçık dikte ettirilmese de ailem ve toplumdan kaynaklanan bir otosansürdü. Bugün özgürlükten anladığım; düşüncenin ve düşlerin, hiçbir kısıtlamaya maruz kalmadan ifade edilebilmesi. Yine de zaman içinde kendinizi daha seçkin ve ince bir dille ifade etme yolunu seçiyor, hatta simgeler kullanmaya başlıyorsunuz. Bu simgelerin de bir otosansür uzantısı olup olmadığı konusunda endişelerim var. 12 Eylül 1982 Askeri Darbesi’ne ithaf ettiğim açık, koyu, daha koyu mavi üç dev seramik düğümden oluşan yapıtımda, nüansların dışında değişen bir şey yok demek istemiştim! Belki düğüm gibi bazı simgelere sığınmak bile bir otosansür olabilir, tıpkı çıplak figürlerimde cinsel unsurlara dokunmadığım gibi. Yani her ne kadar özgür düşünceden yana olsam da, kendi adıma tam anlamıyla bir otosansürden yoksun olduğumu söyleyemem! Prof. Dr. NURŞEN MAZICI (Siyaset Bilimci, Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi) Akademik çalışmalarımı yaparken kendime otosansür uygulamadım, çünkü sansür bilimsel çalışmanın objektif olma kuralına aykırıdır. 1981’de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Siyaset Bilimi Anabilim Dalında master yaparken, “Uluslararsı Rekabette Ermeni Sorununun Kökeni” başlıklı bir tez hazırladım. TC Osmanlı Başbakanlık Arşivi Daire Başkanlığı’na 18901915 dönemi belgelerini incelemek için başvurdum. İzin verilmesine karşın, henüz araştırmanın başında, bir gün beni arşive almadılar ve gerekçe göstermeden iznimin iptal edildiğini bildirdiler. Ben de özel bir arşivden elde ettiğim 65 belgeyle çalışmamı tamamladım ve kitap haline getirdim. 1985’te İstanbul Üniversitesi’ne araştırma görevlisi olarak alındığımda, güvenlik soruşturmam gecikti. Bu süre içinde kendilerini güvenlik görevlisi olarak tanıtan bir kadın ve erkek üniversitede ziyaretime gelerek, neden Ermeni sorunu konusunda çalıştığımı, Ermeni olup olmadığımı (Malatya doğumluyum) sordular. “Ermeni değilim” dedim, bu kez, Kürt ya da Alevi olup olmadığımı sordular. Ben de bu tür sorular sorarak anayasal suç işlediklerini, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğumu belirterek konuşmayı kestim. Bunları neden sorduklarını o zaman anlayamamıştım. Ermeni kaynaklarını incelemek amacıyla Ermenice öğrenmek için Agop Sivaslıyan’dan hem ders alıyor, hem elime geçen bazı Rusça belgeleri okutmak için ara sıra Rus Konsolosluğu’na gidiyordum. Daha sonra anladım ki “komünizm tehlikesini ortadan kaldırmak için yönetime el koyan” 12 Eylül askeri rejimi sırasında, gidilmesi en sakıncalı yer Rus Konsolosluğu’ydu. Dahası, 1984’te Almanya’da bir yaz kursundan döndüğümde de yine kendini güvenlik görevlisi olarak tanıtan birisi evimize gelmiş ve Almanya’dayken ASALA terör örgütüyle bağlantı kurup kurmadığımı sormuştu. Bazı arkadaşlarım da yarı şaka, yarı ciddi bana “Mazıcıyan” diyorlardı. Ben Ermeni sorununu emperyalist ülkelerin Osmanlı’yı parçalamak üzere çıkarttıklarını, Müslümanlarla Ermenileri birbirlerine kırdırtarak bu amaçlarına ulaşmaya çalıştıklarını, 18901915 döneminin Türkler kadar Ermeniler için de acı dolu yıllar olduğunu saptamıştım. Herhangi bir arşivde “soykırım” belgesi bulsam ya yayınlar ya da çalışmayı bırakırdım, ama asla belgeyi gizlemezdim. Kısacası, bilimsel çalışmada nesnel olmak için, kişisel sıkıntıları göze almak gerekir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle