Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 12 22/3/07 15:32 Page 1 PAZAR EKİ 12 CMYK 12 25 MART 2007 / SAYI 1096 Sinemamız da, hayatımız gibi hasbelkader Mustafa Kara 25 yaşında genç bir yönetmen. “Umut Adası” ilk sinema filmi. Kara, filmde Türkiye’den İngiltere’ye kaçak yollarla giden bir grup insanla genç bir kızın yollarını kesiştiriyor. Bu göç ve uyumsuzluk üzerine bir dram. Ona göre filmde anlatılanlar sert gerçeklerin yumuşak bir yansıması, karakterleri de kaybedenler... Ali Deniz Uslu U mut Adası, Türkiye’den İngiltere’ye kaçak yollarla giden farklı sınıf ve kültürden gelen insanların yeni bir hayat arayışlarını konu alıyor. Bu, “Umut Adası”na doğru bir “umut yolculuğu”. Yolcuların “yeni hayat” arayışlarının nedenleri ise farklı. Kimi işlediği suçtan kaçıyor, kimi çocuğuna daha rahat bir gelecek sunmak istiyor, kimi de yaşamadığı bir heyecanın merakına kapılıp gidiyor. Bir diğeri de dil öğrenmek için yasal yollardan İngiltere’ye gidiyor ve hepsinin yolları Londra’da kesişiyor. İlk karşılaştıkları sorun kültür çatışması ve aidiyet yoksunluğu. Filmin başrollerinde Halef Tiken, Gürkan Tavukçuoğlu, Arzu Yanardağ, Ali Sürmeli, Zafer Algöz var. Yönetmen Mustafa Kara filmin Londra çekimlerinde, sete gelip umuda kaçış hikâyelerini anlatanları dinlerken kanını donduran gerçeklerle karşılaştığını söylüyor. İşte Kara’nın filme ve kendisine dair anlattıkları… “Umut Adası” ilk sinema filminiz. Projenin başına nasıl geçtiniz? Daha önce kısa metraj denemelerim vardı. Dizi ve filmlerde yardımcı yönetmenlik yapıyordum. Bu filmin asıl yönetmeni arkadaşımdı, ben de yardımcı yönetmendim. Yaklaşık üç aylık bir çalışma sonrasında ufak tefek sıkıntılar ortaya çıktı. Gösterim tarihi alındığı için çekimlere bir an önce başlamak zorundaydık. “Filme sen devam et” dediler. Bu çok zor bir karardı, ama yapımcıların iyi niyeti ve zamanın darlığı yönetmen koltuğuna oturmamı sağladı. Bu durum yönetmenlik anlayışınızı özgürce sergilemenizin önünde bir engel yarattı mı? Değiştiremediklerim elbette oldu. Senaryoya hâkim olmak için yeterli sürem yoktu. Şöyle bir tabir vardır; yönetmenle senaryo bir karıkoca gibi olmalıdır, beraber yaşamalıdır. Biz bu ilişkiyi tam yaşayamadık. Oyuncu seçimi de tamamlanmıştı, ama elimden gelenin de en iyisini yapmaya çalıştım. Film, konusu gereği zor bir anlatıma sahip. Kurguyu nasıl yaptınız? Konuya hâkimiyeti kaybetmemek için çok iyi konsantre olmamız gerekiyordu. Çünkü pek çok şeyi aynı anda anlatmak istiyorduk. Filmin başında yolculuk hikâyesini ve yolculukta çe Yönetmen Mustafa Kara “Bizde herkes her şey”diyor. (Fotoğraf: Vedat Arık) rın ağzından dinledik. Çekim setine gelip hikâyeleri anlatanlar gerçekleri yüzümüze tokat gibi vurdu. Açlıktan, şiddetten, yoksulluktan kaçıp umudunu bu tehlikeli yolculuk sonunda bulmayı düşleyenlerin inanılmaz hikayeleri kanımızı dondurdu. Biz bunları inanın fazlasıyla yumuşatılmış ve izlenilebilir bir şekilde perdeye yansıttık. Bir de gidenler göçtükleri zamanın Türkiye’sini yaşıyorlar hâlâ. Türkiye’nin de o zamanki halinde kaldığını düşünüyorlar. Siyasi kimliklerin söylemleri bile hâlâ 80’ler üzerine kurulu. Sinema dünyasına yeni katıldınız. İçeriden bakınca durum nasıl? Seyirciyi sinemaya bir şekilde çekiyoruz, ama onları doyurmadan gönderiyoruz. Zaten seyircinin büyük bir kısmı derin bir hikâye dinlemek ya da bir gerçekle yüzleşmek için gelmiyor sinemaya. Bizler de doğru bildiğimizi yapıyoruz, yaptığımız işi en iyi şekilde yapmak gibi bir kaygımız yok. Bizde herkes her şey. Kendi işini yapan çok az, çünkü herkesin hedefi olamadıkları. O yüzden de geçici yaptıklarını düşündükleri işlerine sahip çıkıp kendilerini geliştirmiyorlar. Yani sinemamız da hayatımız gibi hasbelkader gidiyor. “Umut Yolculuğu”nda Yusuf karakterini Gürkan Tavukçuoğlu canlandırıyor. Yusuf’un hayali zengin olmak. kilen sıkıntıları yansıtmaya çalıştık. İkinci yarıda da düşlenen yerdeki asıl kaybediş hikâyesini anlattık. Filmin karakterlerinden bahsedelim biraz da... Yusuf karakterinde en keskin kültürel dönüşü görüyoruz. Çünkü Yusuf’ta dünyaya karşı bir açlık var. O güne kadar yaşadığı hayat onu bağlıyor, ama başka hayatlarla karşılaşınca dengesini kaybediyor. Vildan da babasını çok sevmesine rağmen aslında içinde ondan çok uzak bir dünyayı yaşıyor. Farklı dünyalara yakın, ama bunu kendine de söyleyemiyor. Bu da yanlış bir yolda kolay devam etmesini sağlıyor. Cevdet ise 25 yıl önce Türkiye’den Londra’ya gitmiş. Şimdi restoran sahibi. Durumu da gayet iyi, ama Türkiye’de daha zor koşullarda yaşamaya hazır. Çünkü ona göre mutluluk rahat yaşamak değil. Filmi seyredenler, “Yurtdışına giden herkes kaybetmeye mahkum mu” diye soracaktır... Filmde kaybederken kazananlar da var. Bizimki yitip gidenleri öne çıkarıyor. Çekimlerde bir süre Londra’da kaldınız. Oradaki gözlemleriniz neler? Londra’ya gittiğimizde oradaki Türklerin ve yabancıların pek çoğunun bu şekilde oraya geldiklerini öğrendik. Gemilerle 1015 gün süren yolculuklarda çekilen sefillikleri ve dramları yaşayanla Yaralı Yürek’in Hasibe’si... Bengü Çetinkaya adyoda adına istek parça çalındığı için av tüfeği ile vurulan Hacer, sevdiği erkekle kaçtığı için canlı canlı traktör altına atılan Rabia, sinemaya beş dakikalığına girip çıktığı için sokak ortasında boğazı kesilen Hatice, dayakçı kocasından boşanamadığı için üç çocuğuyla ölüme yürüyen Cemile ve daha niceleri... Onlar töre kurbanları. Türkiye’nin içten içe kanayan yarası “na R çıkamamış, kendi hayatını yönlendiremeyen, etrafındaki kişiler tarafından ve onların anlayışları çerçevesinde kendisine yaşamda bir yer bulabilen bir kadın. Hasibe gerçekten deli mi, yoksa deliliğin arkasına saklanarak gerçekleri söyleyen biri mi? Aslında, son derece akıllı bir kadın. İnsanları etkileyebilecek felsefi sözler ediyor. Yaşanılanların ne kadar yanlış olduğunun farkında, ama öfkesini, zaman zaman bir deli görünümü içerisinde, sözlerle ve davranışlarla dışarıya vurabiliyor. Aslında bu şekilde, öç alıyor. Meral Oğuz, namus cinayetlerini anlatan “Yaralı Yürek” dizisinde bir ağanın karısı, Hasibe rolünde. Deliliğin arkasına saklanıp her istediğini söyleyen, kuklalarıyla kendine dünyalar yaratan bir kadın Hasibe. Oğuz’a göre, o bir simge. mus” cinayetleri, peş peşe yayına giren televizyon dizileriyle yine gündemde. Meral Oğuz, bu dizilerden “Yaralı Yürek”in Hasibe Kadın’ı. O, Fırat’a, “Ölülerimi almaya geldim. Vereceksin!” diye kafa tutan, “Bu topraklarda sevdalar ölür” diye ağıt yakan, infazdan dönen oğlunu, “Ellerin kokuyor, sen de çürümeye başlamışsın” diye uyaran, acı çeken, bu yüzden de yüzü hiç gülmemiş bir kadın... Oynadığınız “Hasibe” karakterinden biraz bahseder misiniz? Hasibe yalnız bırakılmış, töre kıskacındaki kadınlardan biri. Kaderiyle baş başa bırakılmış ve maalesef hayatına sahip Bu karakteri, yıllardır susan töre kıskacındaki kadınların sessiz çığlığı olarak düşünebilir miyiz? Hasibe, gerçekten de simge olabilecek bir karakter. Töre, Türkiye’nin bir gerçeği. Onu yok saymak, hafifletici nedenler veya kılıflar bulmak doğru değil, hele ki sanatçılar için. Sanatçıların görevi, topluma ışık tutabilmek, daha iyi bir yaşam için yol gösterebilmek, seçenekler sunabilmek... Bu diziyle amacımız; törelerle yok edilen kızlarımızın yanında olduğumuzu göstermek ve onların töre kurbanları olmamaları için yapabileceğimiz ne varsa onu yapabilmek. Hasibe, konağındaki genç kıza, Beyaz’a, kendi kocası tara Meral Oğuz... (Fotoğraf: Hıdır Durman) fından tecavüz edildiğini görüyor. Ondan sonra da daha çok sivrilmeye, sesini duyurmaya, kalıplaşmış ilişkileri bozmaya, hatta onları zedeleyecek davranışlar yapmaya başlıyor. Dizide, Hasibe oyuncak bebeklerle oynuyor. Bu bebeklerin anlamı ne? Onu, biraz da kuklacı gibi düşünebiliriz. Yoksunluğunu, yalnızlığını bebekleriyle avutuyor. Hasibe, töre kurbanı gelini Beyaz’a ve oğluna benzeyen bebekler yapıyor, onları sevdalandırıyor. Yani, aslında hayatı o bebeklerle değiştirmeye çalışıyor. Bu biraz da kötü olanı iyiye, mutsuzluğu mutluluğa çevirmek gibi... Yine de bebekleri birçok anlama gelebilir, önemli olan seyircinin özgür yaklaşımı. Karaktere kendinizden neler kattınız? Çok zor bir rol, yorumlamadan olacak gibi değildi. Bir kere seyirci kadına inanmalı ve sevmeli, çünkü yol gösterici nüvesi olan bir rol. O anlamda gelgitler yaşayan bu karakteri tutarlı göstermek, bunun için de karakter analizi yapmak gerekiyordu. Yönetmenlerimizle de hemfikir olarak, kendi üzerime düşeni yaptığıma inanıyorum. Diziye yönelik, yöre halkı ve basınından gelen sert eleştirilerin ve hatta ekibe bir grup tarafından gerçekleştirilen saldırının nedenleri sizce neler? Bu, kesinlikle Şanlıurfa halkına karşı yapılmış bir dizi değil. Namus cinayetleri Türkiye’nin her yerinde, hatta istatistiklere göre en fazla da İstanbul’da yaşanıyor ve biz bunların hepsine, temelde bu dünya görüşüne karşıyız. Törenin yanlışlığını algılayabilmek bir kültür, ahlak meselesi. Bu cinayetleri işleyenler ahlaklı bir şey yaptıklarını zannediyorlar ve bundan onur duyuyorlar. “Namussuzluk nerede başlar, nerede biter?”, “Ahlak kavramları nelerdir?”... Bunlar insanların bilinçlendirilmesine bağlı olarak değişecektir. Bu olmadığı sürece maalesef bu cinayetler devam edecek. Peki şimdi töre konulu diziler “moda”. Bu, konunun gündeme taşınmasını sağlıyor, ama modası geçince konu yine unutulacak. Bu konuda neler hissediyorsunuz? Evet, gene cinayetler işlenecek, gene kızlar ölecek... Diziler bitince de bu sorunu gündemde tutmalıyız. Televizyon, insanlara ulaşmada etkili bir araç. Bu nedenle televizyon patronlarına çok iş düşüyor. Daha fazlası içinse, düşünen, okuyan bir toplumun yanı sıra sosyoekonomik durumlar insanca olmalsı, kültürel yapı zenginleştirilmeli ve halkları geri bırakan politik yaklaşımlar değiştirilmeli.